‘Tecrit örgütlülükle boşa düşürülebilir’

  • 22:31 7 Ocak 2024
  • Güncel
ANKARA – DEM-ÜNİ'nin tecrit konulu panelinde konuşan DEM-ÜNİ üyesi Emine Akıcı, “Tecridin boşa düşürülmesi için yaşamımızın her alanında örgütlülüğü esas almalıyız” mesajı verdi.
 
Ankara Demokratik Üniversite İnisiyatifi (DEM-ÜNİ), cezaevlerinde “Abdullah Öcalan’a özgürlük, Kürt sorununa çözüm” talebiyle devam eden açlık grevleri eylemleri ve tecrit politikalarına dair “Zindanlardan kampüslere direnişi örgütleyip tecridi kıracağız” başlıklı panel düzenledi. Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) Ankara Şubesi’nde düzenlenen panelde İnsan Hakları Derneği (İHD) Ankara Şube Eşbaşkanı Ömer Faruk Yazmacı, ÖHD Hapishaneler Komisyonu Eşsözcüsü Çiğdem Kozan ve Türk Tabipleri Birliği (TTB) Ankara Şubesi İnsan Hakları Komisyonu Üyesi Onur Erden yer adlı. Panelin moderatörlüğünü ise DEM-ÜNİ üyesi Emine Akıcı gerçekleştirdi.
 
‘Tecridin boşa düşürülmesi için örgütlenmeliyiz’
 
Çok sayıda öğrencinin katıldığı panel, Emine’nin açılış konuşması ile başladı. Tecrit kavramının 25 yıldır Türkiye ve Kürdistan gündeminden düşmediğini söyleyen Emine, İmralı’da PKK Lideri Abdullah Öcalan şahsında bir fikrin, bir yaşam paradigmasının ve halkın izole edildiğini dile getirdi. Emine, “Türkiye devletinin Kürt halkı üzerindeki özel savaş politikalarına, işlediği savaş suçlarına, yaptığı soykırımlara en yoğunlaşmış biçimde bakıldığında tecrit başlığı altında değerlendirilmesi gerekiyor. Tecrit bugün sadece zindanlarla sınırlı değil, en ufak bir sosyal yaşamımızda bile mevcut durumda. Devlet ve devlet aklı halkı ve gençleri özel savaş politikalarıyla özellikle toplumsal düşünceden mahrum bırakmaya çalışıyor. Bu sayede de pasif ve apolitik bir gençlik yaratmaya çalışıyor. Bu politikaları da özelikle Kürt ve Kurdistanlı gençler üzerinden uygulamaya çalışıyor. Kürt gençliğinin bir yerde kendi özünün farkına varmaması için özel bir çaba yürütüyor ve bütün politikalarını buna yönelik üretiyor. Bu tecridin karşısında, 50 yıllık bir mücadele birikiminin mirası ile Kurdistan’da, Orta Doğu’da, hatta tüm dünyada muazzam bir direniş gösterilmekte. Tecridin boşa düşürülmesi için yaşamımızın her alanında örgütlülüğü esas almalıyız” ifadelerine yer verdi.
 
10 yıl boyunca tek başına kaldı
 
Ardından açlık grevleri ve tecrit politikasının hukuki sürecini değerlendiren Çiğdem Kozan, İmralı’daki isimlerin herhangi bir ceza almamaları durumunda haftada sadece bir saatlik sosyal haktan yaralanabildiklerini, hafta sonu ise 24 saat boyunca tecrit altında kaldıklarını vurguladı. PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilişinden sonraki süreçte ilk 10 yıl boyunca tek başına tutulduğunu hatırlattı. Çiğdem, “Daha sonra devam eden süreçte ise yanına günde bir defa başka tutsaklar götürüldü. Hafta içinde günde 23 saat hafta sonu ise 24 saat tek başına tutuldu. İlk 12 yıl boyunca avukatları ile görüşme hakkı haftada sadece bir gün ve bir saat olarak tutuldu. Bu haklar da çeşitli engellemelerle yerine getirilmedi. Bir avukat bir hükümlü müvekkiliyle sabah cezaevine girip öğle arasında kadar sonrasında ise akşama kadar görüşebilir. Hafta boyunca da bunu tekrar edebilir. Bunda bir kısıtlama ve sınırlama yoktur ancak söz konusu İmralı ve Sayın Öcalan olunca bu hak hiçbir gerekçe gösterilmeden uygulanmayabiliyor. Yine 2005 yılında bir infaz yasası değişikliği getirilerek, görüşmelerin kayda alınması kararı getirildi ve Sayın Öcalan üzerinde uygulanıyor” dedi.
 
34 aydır haber yok!
 
İmralı’da yaşanan süreci iyi anlamak için İmralı’da uygulanan hukuku anlamak gerektiğine dikkay çeken Çiğdem, “27 Temmuz 2011 tarihinden Ağustos 2019 tarihine kadar 5 kez avukat görüşü gerçekleşmiş. Bu 5 görüşmenin sonuncusu 7 Ağustos tarihli görüşme olmuş, sonrasında ise hiçbir avukat görüşmesi gerçekleşmemiş. 34 aydır haber alamıyoruz diyoruz ama bu sürecin öncesinde de sadece ailesi ile yaptığı kısa bir görüşme, orada da bu hukuksuzluğu reddettiği bir görüşme olmuş ve orada bulunan diğer tutsaklarda haklarından yaralanamıyor. Genel olarak baktığımızda İmralı’ya dört senedir avukat giremiyor ve dünyada da bunun örneği yok” şeklinde konuştu.
 
‘Önce İmralı’da deneniyor’
 
Çiğdem, devletin son inşa ettiği cezaevlerinin tamamının İmralı Cezaevi’ne benzediğini kaydederken, şunları söyledi: “İmralı’da her şeyi deneyerek bunun diğer alanlara aslında toplumda görebiliyoruz. Hepimiz şu an da bulunduğumuz alanlarda bile hissediyoruz. Çok ciddi bir şekilde bu kapatma mekanlarını kontrol etme durumu açığa çıktı devlette. Kapatma mekanı dediğimiz yer işte gözaltı merkezlerinden zindanlara kadar her yer bir kapatma merkezi aslında. İmralı’da bu yoğun tecrit hali ile başladıktan beri bu ciddi bir şekilde diğer ceza evlerine de yansıdı. Tabi bir kişiyi bütün hukuk kurallarından muaf tuttuğumda, toplumdan ses çıkmadıysa eğer yeri geldiğinde kendi devlet rejimimi de kurarım algısı gelişir devletlerde. İmralı ada hapishanesinde başlayan bu uygulamalar Türkiye ve Kurdistan’ın tümünde hapishanelere yansıdı.”
 
‘İnsan onuruna yaraşır bir politika gerekli’
 
Daha sonrasında cezaevlerindeki sağlık hakkı ihlaline dair değerlendirmelerde bulunan Onur Erden, son süreçte kelepçeli muayene dayatmalarının arttığının altını çizerek, bu uygulamaların cezasız bırakıldığında devam ettirildiğini aktardı. Açlık grevlerinin 42’nci gününde olduğuna işaret eden Onur, yeni tip cezaevlerine değindi. Onur, “İktidar nezdinde siyasi tutsakları tutmak cezalandırmak ve yıkımı sürdürmek için planlanmış bir şey.  Bu şekilde aslında tüm toplumu cezalandırmak istiyorlar. Bizim sağlık durumumuzu belirleyen pek çok kriter var ve bunların hiçbiri olmazsa biz sağlıklıyız diyemeyiz. Öncelikle sağlık dediğimizde insan onuruna yaraşır sağlıklı bir yaşamı hedefleyen politikalarla bunu sağlayabiliriz. Her şeyden önce sağlığın korunması esastır. Bunu sağlayamadığımızda erken bir şekilde bir hastalığı tespit ediyoruz ve son gelişimini gördüğümüzde ona yönelik bir müdahale sağlıyoruz. Bir de bunun dışında kişinin hayatını nasıl kolaylaştırırız diye bakıyoruz. Cezaevlerine de böyle yaklaşmak gerekiyor” dedi.
 
‘Tecrit koşullarında toplum yıkıma uğratılmaktadır’
 
Son olarak, insan hakları bağlamıyla tecrit politikasının toplumsal karşılığı üzerine Ömer Faruk Yazmacı konuştu. Türkiye ve Kurdistan’da tecrit uygulamalarının bir yönetim biçimi haline geldiğini söyleyen Ömer, “Tecrit bir boyutuyla toplumun ahlaki ve politik yapısını hedefliyor. Tecrit koşullarında toplum her gün yıkıma uğratılmaktadır. Devletler ise tecrit yolu ile toplumun bütün değerlerine saldırır. Bütün kültürel zenginliği tüketir. Zaten toplumun kültürel değerlerinin toplumdan soyutlanması bütünüyle bir tecrittir. Toplumsal tecridin hedefi de aslında bireyi bu kök değerlerinden koparmaktır. Ayrıca resmi ideolojinin mühendislik çalışmaları bir tecrittir zaten. Bütün toplumsal yapıya yönelik bir yönetme biçimi haline geldi tecrit politikaları. Şu an geldiğimiz noktada İmralı toplum yönetme açısından bir prototip olmuş durumda. Bugün yeni inşa edilen YGC ve S tipi cezaevleri devletin çok yakından bildiği bir yerden geliyor İmralı’dan geliyor. İmralı neyse şu an bütün hapishanelerde o yaşanıyor. Tecridin toplumsal boyutuna değinecek olursak bugün İmralı’ya baktığımızda Türkiye’de ne olacağını anlıyoruz zaten. İmralı bir aynadır aslında, bu aynaya baktığınızda zamanda yolculuk yapmış olursunuz” şeklinde konuştu.