Kırık Taşlar'ın hikayesini anlattı

  • 09:11 7 Temmuz 2022
  • Güncel
Kibriye Evren
 
İSTANBUL - 30 yıldır tutsak olan Yazar Rojbin Perişan, son romanı Kırık Taşlar’ı, kendisini, ilham kaynaklarını, cezaevi koşullarında yazma serüvenini “Ve yazdıkça şunu anladım; yazmak ülkeyi, özgürlüğü, sevgiyi, öfkeyi, kimliği yeniden kurmaktır” sözleri ile özetliyor…
 
Kocaeli Gebze Kadın Kapalı Cezaevi’nde tutulan ve 30 yıldır tutsak olan Rojbin Perişan, bu tutsaklık sürecini tek bir an dahi boş durmayarak kalemi ile üretenlerden. 1973 yılında Diyarbakır’ın Lice ilçesinde dünyaya gelen Rojbin, 18 yaşındayken tutuklandı ve bir süre sonra müebbet hapis cezası aldı. Kısa öykü denemeleri ile edebiyat dünyasına adım atan Rojbin, katıldığı Hüseyin Çelebi ile İsmet Baycan Şiir ve Öykü yarışmalarında birincilik aldı. Yazım hayatında ustalaşmaya başladığı dönemde daha önce gördüğü işkence ve kaldığı cezaevlerinin kötü koşullarından dolayı rahim kanserine yakalanan Rojbin’in bağırsaklarına yayılan kitle nedeniyle bağırsaklarının bir bölümü alındı.
 
İlk öyküsü "Saçlar ve Gölgeler" olan Rojbin, romanlarıyla yazarlıkta önemli bir mesafe kat etti. İlk öykü kitabının ardından “Bakır Sesli Kadınlar, “Gözyaşımın Ağıdıydı Seni Beklemek”, “Toprağın Şarkısı” ve en “Kırık Taşlar” kitabı ile okuyucularıyla buluştu.
 
30 yıllık cezaevi hayatında önemli eserler bırakan Rojbin ile son romanı “Kırık Taşlar” üzerine söyleştik. Rojbin’in özlemlerini, hayallerini, yazma yolculuğunu ve daha nicesini ondan dinliyoruz…
 
* Rojbin Perişan kimdir? Hobileri fobileri nelerdir? Neye öfkelenir ya da sevinir? Kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
 
48 yıllık ömrünün 30 yılını dört duvar arasında geçiren; özgür bir gelecek amacını, özgür kadın kimliğini bir düş, bir hayal, bir ütopya değil de yaşanılası bir dünyanın parçası yapmak isteyen, bu istemin arayışını dinginlikle buluşturup, sürekli kılmaya çalışan bir kadın olarak tanımlayabilirim Rojbin’i.
 
Hapishaneler, insan doğasına ters bir karaktere sahiptir. Tabiatın, toplumun doğal seyri hapishanelerde akmaz. Bundan dolayıdır ki hapishanelerde hobi, fobi gibi olguların bilinen anlamda bir karşılığı yoktur. Örneğin; kitap okumak bir hobidir doğal şartlarda. Ancak hapishanelerde temel bir ihtiyaçtır. Mekânın tabiat(sızlığ)ından ötürü zihinsel faaliyetler daha ön plandadır. İnsan, hapishane dışındaki dünyayı anlamayı, anlamlandırmayı, onunla bilinçli bir birleşim içinde olmayı, duyumsamayı çoğunlukla okumalarla, paylaşımlarla, tartışmalarla yapabiliyor.
 
“Kimi zaman güzelliğin dünyası olur bu, kimi zaman kendilerini de içine mahkûm ettikleri cehennemi bir dünya... Adalet, özgürlük, özgüven, yaratım gibi konular mutluluğumun ya da öfkemin yöneldiği konular olabiliyor.”
 
Kadınlar sevinçlerini, öfkelerini, tahammülsüzlüklerini çok farklı bir şekilde ifadeye kavuştururlar; acıyı, sevinci, tahammülsüzlüğü, umudu işleyebileceği, taşıyabileceği, anlatabileceği, akıtabileceği farklı mecralar ararlar ve farklı dünyalar yaratırlar. Kimi zaman güzelliğin dünyası olur bu, kimi zaman kendilerini de içine mahkûm ettikleri cehennemi bir dünya... Adalet, özgürlük, özgüven, yaratım gibi konular mutluluğumun ya da öfkemin yöneldiği konular olabiliyor. Mutlu bir çocuk karşısında hissettiğim sevinç ile tahakkümcü bir zihniyete karşı hissettiğim tahammülsüzlük aynı yoğunlukta olabiliyor. Dediğim gibi mutluluk, öfke, tahammülsüzlük gibi yoğun duygular hayatın her alanında kendisini gösterebilir. Yeter ki yaşamın nasılında net olalım... Biraz genel bir yanıt olduğunun farkındayım fakat maalesef insani şartlardan bağımsız ele almak mümkün değil.
 
* Hikaye anlatıcılığının yaşantınızdaki yeri nedir? İlk hikayeyi kimden dinlediniz ve ilham kaynağınız kim veya kimler?
 
Hikâye anlatıcılığı sözlü edebiyat geleneğinde büyük bir yer edinir. Halk olarak sevinci, acıyı, kahramanlığı, ihaneti yeni bir hayatı ifade eden ne varsa tümünü hikâyeleştirmekte güçlü bir geleneğe yaslanıyoruz. Benim çocukluğumda da hikayeler, destanlar, efsaneler önemli bir yer tutar. Ve en dikkat çekici olanı, anlatıcı ağırlıkta kadınlardır. İsyanlarla ilgili anlatılanların çocukluk demlerimde kalıcı bir izi vardır. Aynı zamanda aşk destanlarının da. Cinlerle, perilerle eski zaman hikâyeleriyle ilgili anlatılar ailemin kadınlarının, hayal gücümü nasıl beslediğini sonradan fark edebildim.
 
“Ülke uğruna yapılan fedakârlıkları, çekilen acıları, bedelleri aşka dönüştürenler de kadınlardır. “
 
Yine tarihi olaylar Mem û Zin, Siyabend û Xecê gibi aşk destanları 2001’de cezaevinde hastalıktan dolayı şahadete erişen babamın dilinde farklı bir dünyanın kapısını aralıyordu bize. Tarihi birebir yaşadığımız hissiyatı anlatıyı bir varoluş biçimine dönüştürüyordu. Öyle ki böyle bir aileden esinlenerek çocuk halimle kardeşlerimi etrafıma toplayıp onlara, kafamda kendi yarattığım hikayeler anlatmaya başladım. Çocukluğun kaçınılmaz bir avuntusu olarak hep mutlu sonla biten hikâyelerdi kurguladıklarım. Ve daha sonra kısa bir özgürlük zamanı ve hemen ardından duvarlarla çevrili bir yaşam. Bu yıllar içerisinde her yaştan her çevreden çeşitli kadınlar tanıdım. Her biri yaşadıklarıyla, yaşamadıklarıyla çoğulluklarıyla bir tarihin ve bir ülkenin parçasıydılar. Bir ülkeyi değerli kılanın onun uğruna yapılan fedakârlıklar olduğu söylenir. Elbette ama bir de şu var; ülke uğruna yapılan fedakârlıkları, çekilen acıları, bedelleri aşka dönüştürenler de kadınlardır. Kadınların hikâyeleri hep bir noktayı işaret eder; özgürce yaşayabilmek, sevinebilmek kısacası var olabilmek için yabancılaşmaya, değersizleştirmeye, kimliksizleştirmeye karşı direnmek ve arayıştan vazgeçmemek. Bulduğun şey aradığın şey olmasa dahi.
 
“Ve yazdıkça şunu anladım; yazmak ülkeyi, özgürlüğü, sevgiyi, öfkeyi, kimliği yeniden kurmaktır.”
 
İçimde birikmiş hikayeleri sese, söze, sözcüğe dönüştürmeyi istediğim bir an geldi ve öykülerle başladım yazmaya. Her bir öykünün hareket merkezi kadınlar oldu bu yüzden. İlk kitabım öykü kitabıydı. (Saçlar ve Bölgeler) Çeşitli amatörlükleri barındırsa da ilk göz ağrım ve sevincim oldu. Ardı sıra roman yazmaya yöneldim. Ve yazdıkça şunu anladım; yazmak ülkeyi, özgürlüğü, sevgiyi, öfkeyi, kimliği yeniden kurmaktır. Kurduğum her dünyayla dışarıdaki dünyaya karışıyor ama aynı zamanda ona karşı koyuyordum. Ona sesleniyor ama aynı zamanda kendi sesimi kendi sözcüklerimle yeniden oluşturuyordum.
 
İlham kaynağımın zenginliği şimdi anlaşılıyordur muhtemelen...
 
“Hapishaneler, toplumdan, insan ilişkileri ve doğayla ilişkilerden yalıtılmış mekânlardır. Haliyle bu bile kendisiyle beraber birçok zorluğu getirmektedir.”
 
* 30 yıldır cezaevindesiniz ve sürekli yeni eserleriniz çıkıyor. Cezaevinde yazar olmanın getirdiği zorluklardan bize biraz bahseder misiniz?
 
Tahmin edileceği üzere konular da imkânlar da oldukça kısıtlı ve yazılanlar her türlü gözün yarattığı gölgeler içerisinde yol almakta. Sözcükler bazen gölgeler içerisinde kalabilmekte. Hapishaneler, toplumdan, insan ilişkileri ve doğayla ilişkilerden yalıtılmış mekânlardır. Haliyle bu bile kendisiyle beraber birçok zorluğu getirmektedir. Toplumun gelişim düzeyini, evirilen aşamasını birebir yaşayarak yaşamın doğal akışında takip edebilmek, hissetmek, o akışın içinde düşünmek elbette ki daha güçlü bir tahlil düzeyine zemin sunar. Bizler hapishanede dışarıdaki dünyayı ancak TV, basın, yayın gibi iletişim araçlarıyla, okuduğumuz kitaplardan yola çıkarak tanımlamaya çalışıyoruz. 90’larda tutuklanmış birinin günümüz teknolojik gelişimleri okumalar üzerinden ya da TV üzerinden anlamaya çalıştığını düşünün. Bu anlama, öğrenme çabası pratikten yoksun olduğu için neredeyse bir hafıza bile oluşturamaz. Haliyle yazım sürecinde bu yönelim toplumu oluşturan tüm yönleriyle insana yoğunlaşıyor.
 
Bu durumda ise sosyolojik açıdan tahlil ve kurgulama derinliğinin gücü okuyucunun takdirine kalıyor. Bununla beraber doğadan kopukluk-yalıtılmışlık, doğa unsurlarına daha az yer vermeye neden oluyor. Yaptığım betimlemeler daha çok hafızaya, hayale ve özleme dayanmış oluyor, yani doğanın kendisi canlı yaşamda değil duyguda, hafızadadır. Yine insan hiç görmediği bir mekânı anlatmak istediğinde tereddütler yaşıyor. Çünkü birebir gözlemleme, temas etme, etkileşimde bulunma, görme-çözebilme olanağı yok. Yani gerçekliğin ayrıntılarından yoksunuz. Romana ruh katan da ayrıntılardır. Bizler de hafıza ve kurgu gücüne güvenmek durumda kalıyoruz, artık ne kadar başarılı olursa!
 
“Hadi diyelim ki kitap basıldı hapishaneye geldi. Ancak haftalar sonra alıp bakabiliyoruz. Tabi o da kitap alma kotası dolu değilse...”
 
Bunlarla beraber bulunduğumuz mekânın kendisiyle getirdiği zorluklar da var. Her bir sözcük, cümle “yabancı gözler” tarafından takip edildiği için, yazılanları dışarıya çıkarmak kademelidir. Tabi “uygun bulunursa”! Yine yazdıklarımıza “yabancı gözler” tarafından el konulabiliyor, verilmeyebiliyor. Yazdıklarımızın başka nüshası olmadığından, bu sefer en başından tekrardan yazmak durumunda kalabiliyoruz.
 
Ayrıca kitabı yazıp bitirmekle zorluklar bitmiyor. Kitabın basıma hazırlanma sürecinde faal bir katılımımız olamıyor; kitabın düzenlenmesi, kapak tasarımı vs. gibi faaliyetlere katılamıyoruz. Hadi diyelim ki kitap basıldı hapishaneye geldi. Ancak haftalar sonra alıp bakabiliyoruz. Tabi o da kitap alma kotası dolu değilse...
 
“Yazmak, insanın sözcüklerle, sesle, dünya dışındaki sese ulaşma; ülkenin zamanına varma, toprağın adımlama; nehrin akışını dinleme, sokaklara karışma çabasıdır”
 
* Yazmak sizin için neyi ifade ediyor?
 
Yazmak benim için bir arayış, kendini ifadede özgürlük alanı yaratma ve de toplumsal bir sorumluluk duygusudur. Yazmak, insanın sözcüklerle, sesle, dünya dışındaki sese ulaşma; ülkenin zamanına varma, toprağın adımlama; nehrin akışını dinleme, sokaklara karışma çabasıdır. Yazmak aynı zamanda toplumsal kriz ve kaos dönemlerinde geçmişte yaratılan değerlerin hatırlanması, anımsanması bilinmesi istemi; insanı var eden, umut yaratan değerlerin yaşatılması istemidir. Bunlarla beraber yabancılaşmanın arttığı dönemlerde, sistemin yabancılaştırma faaliyetlerine karşı toplumsal bellekle karşı durma çabası-istemidir yazmak. İçe yönelen bakış ve ilginin dışa kurulan bir köprüye dönüşmeyeceğini kim iddia edebilir? Çatlaklardan sızan bir ışık huzmesi gün ışığına; bir yaprağın kök salıp dallanan bir sarmaşığa dönüşmeyeceğini kim söyleyebilir?
 
* Şu an dışarıda olsaydınız ne yapmak isterdiniz?
 
İçeridekiler için ilk yapılmak istenen şeylerin tel örgüleriyle yaralanmamış bir gökyüzüne bakmak, toprağı koklayıp adımlamak, bir ağaca dokunmak gibi oldukça naif istemler olduğu söylenir. Ben ise şartlar neyi getirir bilemem fakat çocukluğumun şehrinin girişinde durup Dicle’nin kıyısına oturmayı isterim.  Amed’i seyre dalmayı isterim. Dicle’nin akışına kapılıp geçmişe uzanmayı isterim. Haberleri alıp da uğurlayamadığım ama ruhumun derinliklerinde konukluğa çağırdığım sevdiklerimi yad etmeyi isterim. Otuz yıl sonra dönüp geldiğimde yitirdiklerimin hayallerini sırtlayarak adım atacağım o kadim şehre...
 
“Kalabalık bir kadınlar topluluğu içinde geçti çocukluğum, ilk gençlik zamanlarım. Belki de soydan aktarılan bir hayal gücünün yine merak ve gözlem gücünün şanslılığıydı kadınlar topluluğunu yakından gözlemlemiş olmam.”
 
* Romanlarınızın hemen hepsinde baş karakterler kadın ama “Kırık Taşlar” romanında daha belirgin. Neden kadınlar?
 
Yazma serüvenimi anlatırken esasta bu sorunun da cevabını vermiş oldum. Kalabalık bir kadınlar topluluğu içinde geçti çocukluğum, ilk gençlik zamanlarım. Belki de soydan aktarılan bir hayal gücünün yine merak ve gözlem gücünün şanslılığıydı kadınlar topluluğunu yakından gözlemlemiş olmam. Yine bir kadının kendi hemcinslerini yazması benim için hem en doğal olan hem ihtiyaç hem de önemli ve değerlidir. Tabii hapishanede otuz yıl boyunca kadın ortamında yaşamanın da etkisi, katkısı küçümsenemez. Sonuçta kadın doğasını, gerçekliğini daha derin daha yakıcı yaşıyorsun ve farkındalığın daha çok gelişiyor. Romanlarımın esas merkezini kadınlar oluşturuyor. En son romanım olan Kırık Taşlar’da ise çok daha belirgindir bu durum. Her bir kadın tipi farklı karakterlere, beklentilere, hayallere sahip olsalar da aslında her birinin kenar cephesinde verdiği bir mücadele var. Esasta erkek dünyasında kendilerine bir yer oluşturma, bir var olma mücadelesi...
 
Bu mücadelenin olumlu ya da olumsuz sonuçlanması ne denli çetin bir mücadeleyi göze alıp almadıklarıyla bağlantılı, ya da nasılıyla bağlantılı. Tek başına, yalnız bir kadının eril-egemen dünyaya kafa tutması üstün bir değerde olsa da bu dünyanın yükünün sürekli yalnız başına taşınamayacağı da bir gerçek. Dila’nın annesinin siyasette karar kılması ve kadınlardan aldığı destekle yürüyüşünü güçlendirmesi bir var olma çabası değil midir? Ya da Dila’nın amcasının seçimlerde annesine verdiği desteğin kadınlarca kınanması kimliksel bir tepki değil midir? Yıldız’ın yazgısı metropollerde savrulmuş, yabancılaşmış bir kadın gerçeğinin trajik bir parçası değil midir? Tüm bu kadınlar hayat kadar gerçek, keskin ve kırılgan...
 
* “Kırık Taşlar” da Dila etrafında dönen bir roman. Ne anlatmak istediniz?
 
Halk gerçekliğimizde geniş aile geleneği vardır. Kırık Taşlar’da da henüz metropol kültürünün parçalayamadığı bir geniş aile vardır. Dila’nın kendinden yaşça büyük kadınlar içinde büyümektedir. Aile içinde her şey daha görünürdür; cins gerilimi, çelişkiler vs... Kuzenlerde geniş bir ailede önemli bir yer tutar. İlk arkadaşlar genelde kuzenler olur, halk gerçekliğimizde çelişkiler, çatışmalar, sorgulamalar ancak kendi yaşıtlarınla daha görünür olur. Ben de çocukluk arkadaşlarıyla beraber, kadın erkek gerilimini, çelişkilerini anlatmayı amaçladım. Bununla beraber geniş ailenin kendi içinde kapalı kalamadığı anlar vardır. Kendileri dışındaki çevreye açılma, farklılığı tanıma ve bunu kabullenip uyum sağlama aşaması vardır. Bu aşamada da Dila’nın diğer çocukluk arkadaşları devreye giriyor; Savaş, Bilal, Samet...
 
“Büyülü Gerçeklik” ilgimi çekiyor. Gizem, mistisizm, efsun gibi kavramların kökeni bu coğrafyaya, yani Mezopotamya’ya aittir. Ben de bu gerçekliğimizden yola çıkarak sezgileri, güçlü ve mistik bir yanı olan bir karakter oluşturmak istedim.
 
Büyüklerin kalabalığında yalnız bir Dila var. Bu kalabalıkta sesini duyurmaya çalışan; dikkatleri çekmek isteyen bir Dila var. Büyükler yeni yaşama tutunma çabasında, her türlü dertle boğuşmakta, metropole ayak uydurmaya çalışmakta ve kendi içinde yaşadıkları fırtınaların akışındadır. Büyüklerin çocuklara “Git Başımdan” söylemi pek bilinçlice olmasa da Dila kendisine iradesel bir alan, güç sağlıyor. Dila’nın bu alanda kendisine Lila gibi bir arkadaş yaratarak korkularını, zayıflıklarını onunla bertaraf edişi gelişiyor. Lila Dila’nın hayal gücünden beslenen sezgisel benliğidir.
 
Lila’nın ilk çıkışı da çok önemlidir. Dila’nın okulla yani devlet ile ilk temasında Lila ortaya çıkıyor. Halk gerçekliğimizde devletin karşılığı biliniyor. Adeta genetik bir miras şekline bürünüyor. Dila’da da bu miras gün yüzüne çıkıyor. Dila’nın kendi ailesi ve çevresi dışında yaşadığı en yoğun çelişki öğretmenle olan çelişkisidir. Lila’nın tam da o anda çıkması tesadüfî değildir. Yani sorgulayıcı, arayıcı bir karakter Lila’yı yaratıyor. Dila için Lila çocukluğun iç sesidir. Lila’nın kaybolduğu an Dila’nın yaşamın gerçekliği ile karşılaştığı andır. Dila artık tek bir benlik olmaya doğru adım atmıştır. Her kadının bir Lila’sı var mıdır bilemem. Ancak her kadının sezgisel gücü vardır. Önemli olan kadının kendi iç sesine güvenerek yaşama yön vermesidir.
 
* Kitabının adı neden “Kırık Taşlar”?
 
Doğrusu kitabımın ismi bana ait değil. Yayınevinden önermişlerdi. Zamanla kitabımı anlattığını fark ederek benimsedim bu ismi. Zira kitapta birçok bölümde kitap kahramanının taşlarla ilişkisi ve iletişimi geçiyor. Taş anlatıda bir sembole dönüşüyor. İnsanın doğayla ilişkisinde en belirgin sembol. Taşı işleyebilme, süsleme onu ya oluşturucu yapıcı bir etkene dönüştürme ya da yıkıcı olana dönüştürme bu ilişkinin bir sonucu. Dila’nın ellerinde kimi zaman bir öz savunma aracına dönüşüyor. Mesela çocukluğun masumiyetine yöneltilmiş saldırıların, özgürce kutlayamadıkları bayramların, anlayamadıkları ama kanlarında hissettikleri tutsaklığın öfkesi, acısını dönüştürdükleri bir sembol. Cebinde taş taşıyarak varlığını, benliğini koruduğu güveni ya da Yıldız’a yöneltilmiş çirkinliğin bir hesaplaşması, hatta ajanlaştırılmış bir çeteye karşı boyun eğmenin bir ifadesine kimi zaman varoluşa yöneltilmiş yabancılaştırıcı etkenlere koruma aracına kimi zaman da bir gelecek inşasına, bir hayalin gerçekleşmesine dönüşüyor.
 
“Kırık”lık metropollere savrulan bir halkın kimliğine hayata,  çağa tutunabilmek için ödediği bedellere işaret ediyor.
 
Dila, geçmişinin kırık taşlarını köydeki evin temeline koyar. Aslında kırık taşlar bedeli ödenmiş bir hayatın sembolüdür. Kırık taşlar bir kız çocuğunun elindeki geçmiştir, çocukluğu ile kurduğu bağdır. Aynı zamanda kırık taşlar parçalanmış bir hayatın bütünlüğüdür. Aslında inşa etmek için bütünlüklü bir mükemmeliyete ulaşmaya gerek yoktur. Önemli olan bedelini, acısını çektiğin yaşanmışlıkları yaşamın temeline oturtup oluşturmaktır; yılmadan, bıkmadan...
 
Gelecek hayali ve gücüyle tüm engellere karşı koyabilen köyler inşa etmek neden mümkün olmasın?
 
Cebimizde sürekli taşıyıp dokunabileceğimiz taşlar kimi zaman umutsuzluğa ve geleceksizliğe karşı, kötülüğe karşı bir hayalin gücüne dönüşebilir.
 
Bu güce ihtiyacımız var. Herkesi bu hayalin gücüyle selamlıyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
 

Etiketler:

Okumadan geçme!