Özne: Tepkisel bir yaşam
- 09:03 1 Temmuz 2022
- Jıneolojî Tartışmaları
“Acaba iktidar gerçekten de yasak, sansür, inkâr gibi yalnızca olumsuz ve sınırlayıcı biçimlerde mi işlemektedir? Yoksa söz konusu olan bir iktidar ilişkisi olduğunda, bu ilişki egemen olan kadar egemen olunanların içinden de mi geçmektedir? İktidar ilişkisine tabi olanlar, aynı zamanda bizzat bu ilişkiyi üreten özneler olabilir mi?”
Münevver Çelik-Sinem Özer
Cinsellik diye bir terimin 19. yüzyıl gibi yakın sayılabilecek bir tarihte icat edilmiş olması tuhaf değil midir? Özellikle psikanaliz denilen bilgi alanının da oluşumuyla, kendimizi ‘arzulayan özneler’ olarak, cinsel tutkunun özneleri olarak görmeye çağrılışımızın, kendimizi böyle bilmemizin, sonra da cinsellikten bizim tüm hakikatimizi söylemesini bekler hale gelişimizin bu kadar yeni olması şaşırtıcı değil mi? Nasıl oldu da kendimizle ilişkilerimiz, kendiliğimize dair kaygılarımız cinsellik tarafından bunca işgal edilmiş bir hale geldi? Nasıl hakikatimizi, kim olduğumuzu cinselliğe sorar olduk? Foucault, Cinselliğin Tarihi’nde cinselliği, biz farkında olmadan tüm davranışlarımızın içinden geçen genel ve endişe verici bir duyu yerine tarihsel bir özneleştirme dispositifi olarak ele alırken, öncellikle cinselliği kendi başına bir neden olarak değil yaratmış olduğu özneleşme etkileri açısından ele almayı önermektedir. Kendinin kendiyle ilişkisini düzenleyen cinsellik dispositifi altında nasıl etkin oluyoruz, nasıl özneler haline geliyoruz?
İktidar sınırlayıcı biçimde mi işlemekte?
Tam da bu yüzden Foucault, cinselliği bir iktidar dispositifi olarak ele alırken amacının arzuyla iktidarın eklemlenme tarzını açığa çıkarmak olduğunu söyleyecektir. Arzuyu ya bastırılan ya bastırılması gereken bir şey ya da bir eksiklik olarak gören yaklaşımlardan mesafe alırken de, bu yaklaşımların arzu ve iktidarı eklemleme tarzlarını sorunsallaştıracaktır. Ama Foucault’a göre, bu eklemlenme üzerine yeniden düşünebilmek, her şeyden önce iktidarı nasıl anladığımızda köklü bir değişikliği varsayar. Acaba iktidar gerçekten de yasak, sansür, inkâr gibi yalnızca olumsuz ve sınırlayıcı biçimlerde mi işlemektedir? Yoksa söz konusu olan bir iktidar ilişkisi olduğunda, bu ilişki egemen olan kadar egemen olunanların içinden de mi geçmektedir? İktidar ilişkisine tabi olanlar, aynı zamanda bizzat bu ilişkiyi üreten özneler olabilir mi?
Özneleşmelere bakalım
Cinsellik deneyimi, kendinin kendiyle ilişkisinin bir parçası olduğu için, bu soruların araştırılabileceği önemli bir alan oluşturur. Nitekim Foucault’a göre cinselliğin bir dispositif olarak işleyişi de ‘bilgi/iktidar/kendilik’ düzlemindeki özneleşmeler sayesinde gerçekleşir. Cinselliğin bastırılan bir şey olduğu şeklindeki genel kabulden, hatta bu baskıyı eleştiren söylemin aslında bu dispositifin bir parçası olabileceğinden bile şüphelenmek gerekir. Çünkü baskıcı varsayım ve onun yalnızca yasaklayıcı ve olumsuzlayıcı olan iktidar imgesi, cinselliğin nasıl da “herkesin kendi anlaşılırlığına … bedeninin bütünselliğine, kimliğine ulaşmak için” bilmesi gereken bir ‘hakikat’ olarak kurulduğunu, bu haliyle cinselliğin nasıl da arzulanacak bir şey olarak üretildiğini görmezden gelir. Aslında ister baskı ister gizleme, isterse kışkırtma yoluyla olsun her durumda dönüp yeniden üretilen şey, cinsellik söylemi ve bu söylem dâhilindeki özneleşmelerdir. Öyleyse iktidar ve cinsellik arasındaki ilişki ille de olumsuz olmak zorunda değildir. İktidarın işlemesine hizmet eden baskı, yasa, inkâr, sansür gibi olumsuz biçimleri bile, özneleşmeler ve iktidar etkileri üretmeleri bakımından kurucu yanlarıyla da ele almak gerekir. Foucault’a göre, iktidarın onun içine geri düşmeyecek bir eleştirisi ancak buradan başlayabilir. Peki, ama iktidarın yalnızca olumsuz kavranışı ya da cinsellik özelinde, ona uygulanan baskı ya da yasa varsayımı, nasıl olup da bizatihi iktidarın işleyişinin bir parçası olabilir? Bunun için ‘arzuyu engelleyen baskı’ ya da ‘arzuyu oluşturan yasa’ temalarının hem önvarsaydığı hem de yeniden ürettiği özneleşmelere bakmaya çalışalım.
Arzu yeniden üretir ve sahiplenir
Cinsellik üzerindeki baskı ya da yasak, aslında arzuları hem bastırmayı hem de normalleştirmeyi içerir. Bir yandan bastırma yoluyla yasaklama, engelleme ve gizleme, ama öte yandan da normalleştirme yoluyla ehlileştirme, düzenleme ve yayma söz konusudur. Baskı, cinselliği engellemekten reddetmeye, yok saymaktan ortadan kaldırmaya, gizlemekten sınırlamaya, yasaklamaktan sansürlemeye, kurala uygun ve kuraldışı olanı belirlemeye uzanan bir dizi söz ve edimle hukukileştirilebilir. Ama iktidarın ‘baskı’ ve ‘yasak’ biçimindeki bu olumsuz imgesi, her durumda ‘bastırılması gereken’ bir şeyi, iktidarın alt etmeye çalışacağı belirli bir doğayı baştan varsayar. Aşağıdan yukarı çıkan yaban, doğal ve canlı bir enerji olarak arzu ile yukarıdan aşağı inip ona engel olmaya, onu bastırmaya, sınırlamaya çalışan bir iktidar. Daha ilk bakışta bile görüleceği gibi, arzu ve iktidarın bu eklemlenişinde, arzu kendiliğin ancak tepkisel bir gücü olarak konulabilmektedir. Arzunun yapabileceği, iktidar karşısında bir tepkiye, ancak onu olumsuzlamaya indirgenir. Arzu, iktidara direnişinde, iktidarın arzuya dair kurduğu imgeyi aslında yeniden üretir ve sahiplenir. Buradan bakıldığında, böyle bir baskı varsayımı, iktidarın çözüp dağıtılmasına destek olmak yerine, arzunun kendini olumlamaktan ve yapabileceklerinden koparılıp tepkiselleştirilmesine hizmet eder.
İktidarın dışına çıkmak imkansız
Arzuyu oluşturan yasa söylemi ise, Foucault’a göre, arzu ve iktidarın eklemlenişinin baskıya indirgenemeyeceğini söylemesi nedeniyle daha karmaşık bir analize izin verir. Şimdi arzu üzerine gelip sonradan çöken bir baskıdan ziyade, iktidar ilişkisinin zaten arzunun bulunduğu yerde olduğundan, iktidarın dışında yer alan bir arzuyu aramanın boşunalığından bahsedilecektir bize. Ama baskı varsayımı nasıl arzuyu tepkiselleştirmenin ötesine geçemiyorsa, bu yaklaşım da iktidarı kaçınılmazlığı yüzünden olumlamanın ötesine geçemeyecektir. Bu yaklaşımda, arzu hep bir eksikliğin doyuma ulaştırılması, hatta doyuma ulaştırılmasının imkânsızlığı yüzünden bizatihi eksiklik olarak düşünülür. Arzuyu kuran, arzunun imkânsızlığını onun imkânı haline getiren işte bu eksiklik yasasıdır. Bu yasa uyarınca, arzunun eylemi sonunda yine kaybedecek de olsa hep bir mülkleştirme olarak, nesnesini hem korumaya hem de yok etmeye çalışmak olarak düşünülecektir. Arzunun tepkiselleştirilmesinin çok daha sinsi bir biçimidir bu. Çünkü şimdi olumsuzluk, arzu ve iktidarın birbirine dışsallığında bulunmaz, bizzat arzunun içine yerleştirilmiştir. Olumsuzlama, arzunun yalnızca baskı karşısındaki değil her yerdeki karakteridir. Arzu, iktidar ilişkilerinin buyuruculuğunu kendiyle birlikte her yere taşır. Bu yüzden de iktidarın dışına çıkmak imkânsızdır.
Arzu ve iktidar
İşte Foucault cinselliği tarihsel bir iktidar dispositifi olarak, yani ‘hukuk’ değil ‘teknik’, ‘yasa’ değil ‘normalleştirme’ ve ‘ceza’ değil ‘yönetim’ aracılığıyla işleyen bir iktidar ilişkileri ağı olarak ele almayı önerdiğinde, aslında arzunun ve iktidarın eklemlenişini arzuya ve iktidara dair yukarıdaki varsayımların kendisinden kurtarmak ister. Bir bakıma bakış açısını terse çevirir, eklemlenişlerini arzu ve iktidarın kendisinden itibaren değil, arzuyu ve iktidarı eklemlenişlerinden itibaren açıklamayı önerir. Arzu ve iktidara dair bu yerleşik varsayımlar hayatta gerçek etkiler üretse de, bunları da bizzat bu eklemlenişin ikincil sonuçları olarak ele almak gerekir: yani cinselliği ve cinsel arzuyu, baskı ya da yasa varsayım altına değil de, bizzat cinsellik üzerine söylemin genel düzeni, söylemi ayakta tutan kurucu normatif pratiklerin ve öznellik biçimlerinin karmaşık eklemlenişi içine yerleştirmek. Böyle bakıldığında cinsellik dispositifinin, cinsellik dediğimiz şeyin tam da kendisini, buna bağlanma biçimlerimizi nasıl ürettiği, bizim de bunun üretimine nasıl katılabildiğimizi, bu yüzden başka bağlanma biçimlerini icat etmemize nasıl engel olabildiği de görülebilecektir.
Cinselliğin keşfedilmesi ve yeniden kurulan özneler
Foucault, bakış açısındaki bu değişime uygun olarak, cinsellik dispositifinin, yalnızca baskı, inkâr, yasak ya da sansür üzerinden değil, aksine bedenin hazlarının çoğaltılması, yoğunlaşması, kışkırtılması ve üretilmesi yoluyla nasıl denetlendiğini göstermeye girişir. Dikkatlerimizi, bilgi alanlarının, normatif iktidar teknolojilerinin ve herkesi kendisini böyle bir cinselliğin öznesi olarak görmeye çağıran söylem ve pratiklerin, hep birlikte nasıl bir cinsellik ekonomisi oluşturduğuna çeker. Kendi cinselliğini araştıran, varoluşuna kendi cinselliğinde dayanak arayan, aslında kim olduklarını, ne yapabileceklerini cinselliğe soran özneler. Kendi hakikatini, kimliğini, bütünlüğünü cinsellikte arayan, ama cinselliği de keşfedilmesi, ulaşılması, azat edilmesi gereken gizli ve karanlık bir şey olarak hep yeniden kuran özneler. Kendiyle ilişkisini bir kimlik problemi haline getiren, kendini nesne olarak alıp gözlemlemeye, analiz etmeye, açıklamaya, tanımlamaya çağrılan özneler. Daha kendi kendiyle ilişkisinde bireyselleştirilen ve başkaca hissetme ve düşünme biçimlerinden kopartılan özneler. Böyle olduğunda, cinsellik dispositifinin düzenlediği ve kurumsallaştırdığı aileye sarılmak ya da tersine norm haline gelmiş cinsel etkinlikleri reddetmek, pek de bir fark yaratmaz. Çünkü tabi olmak kadar onu reddetmek de rıza göstermek kadar direnmek de bir iktidar dispositifi olarak cinsellik söyleminden türediği ve onun kendiliğe dayattığı biçim olarak kimlikten kaçamadığı oranda, dönüp onun içine geri düşer.
Savunmada sınır
Her iki durumda da cinsellik, öznelliğin ister mevcut ister eksik ister olumlanan isterse olumsuzlanan parçası olarak, onu kimliklendirmeye yarayan bir dispositif olarak sürekli yeniden üretilir. Dolayısıyla cinsellik söylemi, sadece merkezileşmiş mutlak bir iktidar tarafından yukarıdan değil, mikro ve yerel düzeyde ‘arzulayan özneler’ tarafından aşağıdan da üretilir. Cinsellik dispositifi, hissetme ve düşünme biçimlerimizin hücrelerine kadar sızmış olan bir bireyleştirme teknolojisidir. İnsanın kendini özne olarak oluşturması ve öyle kabul etmesine hizmet eder. Kim olduğumuzu cinselliğimize, neler yapabileceğimizi de kimliğimize sorar hale böyle geliriz. Yapabileceklerimizin sonuna kadar gitmek ya da başka türlü eyleyebilmek yerine, iktidarlara direnirken bile kendimizi ne ise o olarak korumakla, kendimizi olduğumuz gibi bırakmakla, kimliğimizi hınç ve tutkuyla savunmakla sınırlanırız. ‘Arzulayan özneler’ olarak yalnızca dışarıyla ilişkimizde değil, kendiliğimizle ilişkide bile tepkiselleşmiş haldeyizdir şimdi. Çünkü artık yapabileceklerimizi kimliğimize sormanın da ötesinde, bu kimliği arzulanır bir şey olarak da görmekte, bu kimlik altında tepkiselleşmemizi ve edilginleşmemizi sanki özgürlüğümüzmüş gibi arzulamaktayızdır.
Kendimize karşı tepkiselleşmeme
Foucault’u cinselliği bir iktidar dispositifi olarak düşünmeye iten tam da bu tarihsel-politik soruydu. Kendini arzu öznesi olarak gören insanın direnişinde bile iktidarın tuzağına düşmüş olabileceğinden, cinsel etkinliğe dair hakları savunurken bile, cinselliği arzulanır bir şey olarak sunan iktidarların ağına çoktan yakalanmış olma ihtimalinden şüpheleniyordu. Yani en etkin olduğumuzu sandığımız anda kendi edilginliğimizi üreterek kendimize karşı dönüyor olmamızdan, kendimize karşı tepkiselleşmemizden. Foucault bu şüpheleri nedeniyle ‘arzu’yu varsayarak konuşmayı reddetti. Arzunun, kendiyle ilişkide, insanları edimlerinden, edimlerinin gerçekliğinden koparan hem algılanması hem de dile getirilmesi güç bir endişe gibi üretildiğini düşündü. Arzu varsayımıyla başlandığında, kurtuluş vaat etmenin ya da iktidarı olumlamanın ötesine geçilemediğine inandığı için, sonraki bütün çalışmasını da kendinin kendiyle ilişkisini etik bir ilişki haline getirebilmenin, özgürlüğü bu yolla doğrudan pratik edebilmenin imkânları üzerine yoğunlaştırdı. Kısacası, arzu varsayımından yola çıkıldığında kendiliklerin kendini özne olarak üretmekten, direnişin de tepkisel olmaktan çıkamayacağı sonucuna vardı.
Özgürlük için stratejik bir kaynak
Oysa Spinoza da aynı tarihsel-politik sorudan hareket etmesine rağmen, Foucault’unkinden epey bir farklı yol izlemişti. Bugün konuşsa herhalde o da Foucault gibi, arzuyu öznenin hakikati olarak bilinmesi, tanınması, yorumlanması gereken bir şey olarak sunan psikanalize güçlü bir şekilde itiraz ederdi. Ama Foucault’dan farklı bir şekilde yapardı bunu. Arzuyu sadece cinsellik dispositifinin varsaydığı ve yeniden ürettiği bir iktidar etkisi, bir bireyleştirme öğesi olarak olumsuzlamakla yetinmek yerine, arzuyu varlığın varoluşuna içkin özü, toplumsal gerçekliğin üreticisi ve etkin bir ifadesi olarak ısrarla olumlardı. Kendisi varlığın özü olan, kendi özü ise çokluk, elbirliği ve yaratıcılık olan arzudan, özgürlük için stratejik bir kaynak olarak yararlanırdı.