24 Ocak kararlarının 42’nci yılı: Emeğin örgütlenmesi hedef alındı

  • 09:03 24 Ocak 2022
  • Siyaset
 
HABER MERKEZİ - 24 Ocak Kararları'ndan sonra Türkiye’nin 1994 kriziyle tanıştığını söyleyen iktisatçı Nesrin Nas, “Sonunda yüksek ve yapışkan bir enflasyon, yüksek kamu borcu ve bütçe açığı, zayıf ve kırılgan bir bankacılık sektörü ile Türkiye baş başa kaldı” dedi.
 
1980 askeri darbesinden 8 ay önce 24 Ocak 1980’de Adalet Partisi azınlık hükümetinin Başbakan’ı Süleyman Demirel'in Başbakanlık Müsteşarı ve Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşar Vekili olarak atadığı Turgut Özal tarafından açıklanan 24 Ocak Kararları’nın üzerinden 42 yıl geçti. 
 
1950 sonrası Türkiye, oluşturulan dışa bağımlı sanayi nedeniyle sürekli borçlanarak, açıklar kapanmaz hale geldi. Bu tablo, 1980‘lere gelindiğinde ise dış borçların ödenemediği bir hal aldı. Sömürü çarklarının yeniden işleyebilmesi için IMF Türkiye uzmanları 1979 yılında Türkiye için "ihracata yönelik ekonomi modeli" önerdi. Bu modele göre "Serbest piyasa ekonomisi temel alınmalı, sabit kur yerine serbest kur politikası benimsenmeli, ihracatı teşvik eden ve ithalatı serbest bırakan bir ekonomik model uygulanmalı, serbest faiz, ücret kısıtlamaları ve sıkı para politikaları birlikte yürütülmeliydi". 12 Eylül darbesi sonrasında kesintisiz biçimde uygulamaya konulan 24 Ocak Kararları, 1978’de IMF, Dünya Bankası ve Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü  (OECD) gibi uluslararası sermaye örgütlerinin Türkiye’den taleplerini formüle ediyordu. Kararlar Türkiye’yi uluslararası sermayeye açarken, yerli sermayeyi de “piyasa serbestliği” adına, emeğe karşı güçlendirilmeyi amaçlıyordu. 
 
Kenan Evren: 12 Eylül olmasaydı tedbirler fiyasko ile sonuçlanacaktı 
 
Bazı kesimler 12 Eylül darbesinin dahi bu kararları hayata geçirmek için yapıldığı savunurken, darbeci Kenan Evren 7 Ocak 1991 tarihinde yaptığı bir açıklamada, “Eğer 24 Ocak Kararları denen kararların arkasından 12 Eylül dönemi gelmemiş olsaydı, o tedbirlerin fiyasko ile sonuçlanacağından hiç şüphem yoktu. Böyle sıkı bir askeri rejim sayesinde o tedbirler meyvesini vermiştir” dedi. Dönemin en büyük sermayedarlarından Sakıp Sabancı da 24 Ocak Kararları’nı depreme benzetirken, “ilerici fikirler”, “düşünen insanların yapacağı iş” diyerek övgülerde bulunuyordu. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Başkanı Halit Narin ise “Bugüne kadar onlar güldü şimdi sıra bizde” diyordu.
 
İşçi ve emekçilerin sırtındaki yük arttı 
 
Tüm bu tehditlerin ardından 14 Eylül 1980 tarihinde yayımlanan 15 No’lu bildiriyle tüm grev ve lokavt uygulamaları durduruldu, DİSK, Hak-İş konfederasyonlarına bağlı sendikalara kapatma davaları açıldı, yasayla kıdem tazminatına getirilen tavanı Anayasa Mahkemesi’nin 1980 Mayıs’ında iptal etmesine karşılık darbeyi yapanlar yayınladıkları bir bildiri ile kıdem tazminatına tavan getirdi. Esnek çalışma, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma ile ucuz işçiliğin önü açılırken, sermaye sınıfına vergi kolaylığı getirildi, işçi ve emekçilerin sırtındaki vergi yükü arttırıldı.
 
Tüm dünyada hayata geçirilen neo-liberal programlarının Türkiye versiyonu olan 24 Ocak Kararları, AKP iktidarı ile birlikte gelinen noktada yoksullaşmanın kaçınılmaz olduğu ve servet sahiplerinin daha zenginleştiği, yoksulların ise daha da yoksullaştığı bir düzeni kalıcı hale getirdi. Enflasyon, zamlar, işsizlik kalıcılaşırken, var olan baskıcı ve otoriter uygulamalarla işçi ve emekçi kesimlerin hakları her geçen gün daha da tırpanlandı. 
 
İktisatçı Nesrin Nas 24 Ocak Kararları’nın yıldönümünde değerlendirmelerde bulundu.
 
‘Yaratacağı sorunlar göz önünde bulundurulmadı’
 
1978-1980 arasında yaşanan ağır dış ödemeler krizinin Türkiye’yi açık ekonomiye mecbur bıraktığını ifade eden Nesrin,  dünyada ekonomide liberalleşme rüzgarlarının estiğini ve bu atmosferin Türkiye’yi de etkilediğini söyledi. “Ekonomik liberalleşme politikalarının Batı dünyasında 1980’li ve 1990’lı yıllarda ekonomik ve siyasi bir başarıya ulaştığı söylenebilir” diyen Nesrin,  ancak Türkiye gibi finansal alt yapısı yeni kurulan, rekabet gücü zayıf ve gelişmekte olan bir ülkede böylesi liberalleşmenin hızlı sermaye giriş ve çıkışlarında sorun yaratacağının göz önünde bulundurulmadığını kaydetti. Nesrin, riskleri dengeleyici önlemlerin modele dahil edilmesi gerektiğini ancak bunun da yapılmadığına sözlerine ekledi.
 
Turgut Özal uygulamaya devam etti
 
12 Eylül darbesinin baskı ortamında, Türkiye’nin açık ekonomi, serbest piyasa ilkelerine dayalı ve yoğun teşviklerle ihracata dayalı sanayi modelini uygulamaya başladığını vurgulayan Nesrin, Milli Güvenlik Konseyi’nin denetiminde 24 Ocak Kararları’nı hazırlayan ve uygulayan Turgut Özal’ın, bu modeli, daha sonra kurduğu Anavatan Partisi’nin 1983 seçimlerini kazanmasıyla, başbakan olarak uygulamaya devam ettiğini hatırlattı. 
 
‘Emeğin örgütlülüğüne son verildi’
 
Söz konusu kararlarla önceliğin ithal ikameciliğinin terk edilmesi, döviz sağlayan rekabetçi sanayi kurulması ve döviz girişi sağlayan turizm gibi hizmet sektörlerinin teşvikine verildiğini anımsatan Nesrin, “Bu doğrultuda içeride emeği ucuzlatacak yüksek oranlı bir devalüasyon yapıldı. Ancak yüksek enflasyon rekabet gücünün süreklilik arz etmesini engellediği için reel ücretler üzerine baskı uygulandı ve emeğin örgütlülüğüne son verildi. 1980-87 arasında demokrasinin eksik aksak da olsa nispeten güçlenmesi, işveren lehine olan bu politikaları kısmen çalışanlar lehine değiştirdi” dedi. 
 
'Dönemin ana ihracatı tekstil ve hazır giyim oldu'
 
Bu dönemde tekstil ve hazır giyimin ana ihracatçı sektör olduğuna dikkat çeken Nesrin, sözlerini şöyle sürdürdü: “Ne var ki, 1985 yılında vergi etkinliğini artırmak ve kamu finansmanı için çıkarılan KDV’de uygulanan vergi iadesi hayali ihracat felaketine yol açtı.  Buna rağmen cari açık büyüyerek devam etti. Haziran 1980’de IMF ile bir stand-by ( geri ödemeleri belli bir takvim dâhilinde yapılmak üzere talep edilen fon sağlama) anlaşması imzalanmış ve bu çerçevede 1.6 milyar dolarlık kredi sağlanmıştı. Bu anlaşmanın koşullarından biri de finansal serbestleşme ve küresel piyasalara eklemlenmeydi. Bu çerçevede kredi ve mevduat faizlerinin belirlenmesi bankalara bırakıldı. Ne var ki, yeterli kurumsallaşma ve denge denetleme mekanizmaları kurulmadığı için bu adım banker krizini doğurdu.
 
Dövizin fiziki dolaşımı kolaylaştırıldı 
 
1980’li yılların ortasında miktarsal anlamda ticaret kısıtlamaları tedricen kalkmaya başladı. 1981 yılında devalüasyonlar dönemi kapandı. Ve kurların günlük Merkez Bankası tarafından belirlendiği sisteme geçildi. 1983’de bankalara serbestçe döviz alım satım yapma hakkı tanındı. 1984’te döviz mevduat hesapları serbest bırakıldı, 1987 yılında Merkez Bankası açık piyasa işlemlerine başladı, yine 1987 yılında döviz büfeleri kurularak dövizin fiziki dolaşımı kolaylaştırıldı. 1988’de bankalar arası borçlanma piyasası kuruldu, 1988 yılında mevduat ve kredilere uygulanan faiz tavanları kaldırıldı ve 1989-1990 yıllarında sermaye hareketlerindeki serbestleşmesi ile TL’nin konvertible ( paranın veya diğer finansal araçların diğer likit değer depolarına dönüştürülmesini sağlayan kalite) hale getirilmesi sağlandı.”
 
'TL’nin nominal ve reel kuru arasındaki fark iyice açıldı'
 
1986 yılında İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nın (İMKB) hizmete girdiğini anımsatan Nesrin, daha sonra Erdemir, THY ve Aselsan gibi kurum hisselerinin çok azının halka arz edilerek piyasaya derinlik kazandırılmaya çalışıldığını vurguladı. Nesrin, ayrıca 1988 yılında hisse senedi, tahvil ve döviz piyasalarının İMKB ve Merkez Bankası bünyelerinde kurulduğunu ve 1989 yılında Türk Lirasının diğer paralara serbestçe çevrilebilmesine imkan sağlandığını, finansal serbestleşmenin tamamlandığını dile getirdi. Daha sonra Türkiye’nin ilk kez kredi derecelendirme kuruluşlarından yatırım yapılabilir notu aldığına işaret eden Nesrin, böylece dış piyasalara borçlanmasının önünün açıldığını sözlerine ekledi. Nesrin, “Ne var ki, bu yıllarda sermaye girişlerinin ve borçlanma olanaklarının artışı ile ülkeye giren döviz tutarı artarken; para politikası açık ve anlaşılır değildi. Dolayısıyla döviz kurunun yönlendirilen dalgalanma ile yönetilmesi sermaye ve borçlanma ile giren döviz tutarını arttırdıkça, TL’nin nominal ve reel kuru arasındaki fark iyice açılır hale geldi” şeklinde konuştu.
 
1990'lı yıllar
 
Nesrin, 1990’lı yıllara girilirken, Körfez Savaşı’nın yarattığı belirsizlik ve “savunma” harcamalarındaki artış ve siyasi partilerin seçim sürecindeki vaatlerinin seçim sonrasında kamu bütçe dengesini bozucu etkisinin birleştiğine değindi. Bozuk olan cari dengeden sonra bütçe dengesinin de bozulmaya başladığını söyleyen Nesrin, “1980’li yıllarda kamu kesiminin borçlanma gereksinimi Gayrisafi Milli Hasıla’nın (GSMH) yüzde 4-5’ini oluştururken; bu oran 1991-1993 yıllarında  yüzde 10-12 bandına ulaştı ve 1991 seçimlerinde Anavatan Partisi’nin tek başına iktidarı sona erdi ve koalisyonlar dönemi başladı” ifadelerini kullandı.
 
Tansu Çiller’in özne olduğu 1994 krizi 
 
Tansu Çiller’in başbakanlığa gelmesiyle Türkiye’nin 1994 kriziyle tanıştığını söyleyen Nesrin, “Tamamen ev yapımı olan bu krizden sonra önce 5 Nisan kararları geldi. Kamu bütçesi personel giderleri ve kamu borcunun faiz yükü nedeni ile yönetilemez hale gelmişti. Başbakan Tansu Çiller, iç borç faizlerini düşürmek için iç borçlanma ihalelerini iptal etmeye, bütçe nakit açığını Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasından avans alarak finanse etmeye başladı. Amaç faiz yükünü azaltmaktı. Tam aksi oldu. Karşılıksız para yaratıldığını gören yatırımcılar döviz almaya başladı. Ocak-Nisan 1994 döneminde, USD (Amerikan doları) TL’ye karşı yüzde 160 değer kazandı, gecelik faizler ise yüzde bini geçti. Enflasyon ise rekorlar kırarak yüzde 117’ye ulaştı. Dahası artan kur sepeti ve faizler bankaların bilançolarını önemli ölçüde tahrip etti. O yıldan sonra bankacılık sistemi hep zayıf ve kırılgan kaldı” dedi.
 
‘Türkiye yüksek enflasyonla baş başa kaldı’
 
Krizden sonra IMF ile yapılan anlaşmaya da uyulamadığını ve 1990’lı yıllarda temel reformların hiçbirinin değişen hükümetlere rağmen yapılmadığını vurgulayan Nesrin, sözlerine şöyle devam etti: “Sonunda yüksek ve yapışkan bir enflasyon, yüksek kamu borcu ve bütçe açığı, zayıf ve kırılgan bir bankacılık sektörü ile Türkiye baş başa kaldı. Bu istikrarsızlık ve bunu besleyen siyasi istikrarsızlık, 1999 yılında yaşanan Marmara Depremi'nin bütçe üzerinde yarattığı ek baskılarla birleşince önce 2000 Kasım ayında yaşanan likidite krizi, sonra bankacılık sektöründe başlayarak reel sektörü pençesine alan ve binlerce firmanın kapanmasına ve on binlerce insanın işsiz kalmasına neden olan 2001 Şubat krizi Türkiye’yi derinden sarstı ve tüm siyasi yapının değişmesiyle sonuçlandı.”