Öz savunma, örgütlülük ve mücadele ile 25 Kasım’a (15)
- 09:01 15 Kasım 2024
- Dosya
'Devlet politikaları kadına yönelik şiddeti derinleştiriyor'
Rabia Önver
HABER MERKEZİ – Devletin aile politikalarıyla, kadına yönelik şiddeti ve toplumsal yozlaşmayı derinleştirdiğine dikkat çeken Sosyolog Pınar Şen Zengin, “Eril ideolojilerin dayatıldığı aile yapısında en büyük bedeli kadınlar ödüyor” diyerek, aile içi şiddet ve benzeri sorunlarda yaşanan artışa işaret etti.
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’nün önemine dikkat çekerken, devlet politikalarının aile yapısına etkilerinin kadınlar üzerinde yarattığı sorunlara değinmek gerekir. Aile içi şiddet, çocuk yaşta evlilikler, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve aile içindeki cinsiyetçi baskıların artışı, toplumda kadınların karşılaştığı başlıca güçlükler arasındadır. Aile yapısındaki bu çarpıklaşmanın kadına yönelik baskıları artırdığına dair veriler de giderek artıyor. Bu veriler, sorunun ciddiyetine işaret ederken, kadına yönelik her türlü şiddete karşı toplumsal bilinç oluşturmak ve yapısal çözüm önerileri geliştirmek atılması gereken önemli adımlardan biridir.
Dosyamızın bu bölümünde, devletin aile politikalarıyla, kadınların aile içinde şiddet ve baskı görmesine yol açarak toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ve toplumsal çürümeyi nasıl derinleştirdiğine dikkat çekiyoruz.
Ailecilik ve devlet politikalarının etkileri
Aile, toplumun bir istikrar unsuru olarak görülse de, ailecilik üzerinden yapılan politik müdahaleler bireylerin hayatlarında ciddi baskılara yol açabiliyor. Bu politikalar, aileyi bir “koruma” alanı olarak sunarken kadının toplumsal rollerini sınırlandırıyor ve aile içindeki toplumsal cinsiyet eşitsizliğini derinleştiriyor. Kapitalist modernite ve özel savaş politikalarının etkisiyle aileler arasındaki bağlar zayıflarken, aile yapısı hem yozlaşıyor hem de parçalanıyor. Özellikle küçük yerleşim alanlarında aile yapısındaki geleneksel cinsiyetçi rollerin korunması, kadını erkek egemen bir yapıya mahkum ediyor.
Aile içi şiddet
Aile içi şiddet, Türkiye’de ve dünya genelinde kadınları en çok etkileyen toplumsal sorunlardan biridir. Devletin "aileyi koruma" söylemi altında geliştirdiği politikalar, aile içi şiddetin önlenmesinden ziyade kadını aile içinde korumasız bırakıyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye’de her 10 kadından 4’ü hayatında en az bir kez fiziksel ya da cinsel şiddete maruz kalıyor. Bu oran özellikle küçük yerleşim alanlarında daha yüksek. Şiddet, yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda psikolojik ve ekonomik baskılar şeklinde de ortaya çıkıyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) verilerine göre, dünya genelinde kadınların yüzde 30'u hayatlarının bir döneminde şiddete uğruyor. Türkiye’de bu oran, WHO ortalamasının da üzerinde seyrediyor. Bu da toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin etkisini gözler önüne seriyor.
Çocuk yaşta evlilikler ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği
Çocuk yaşta evlilikler, kadının toplumsal hayata katılımını kısıtlayan önemli bir sorundur. UNICEF raporlarına göre, dünya genelinde 650 milyon kadın çocuk yaşta evlendirildi. Türkiye’de her yıl yaklaşık 150 bin çocuk yaşta evlilik gerçekleşiyor. Bu evliliklerin yüzde 97’si kız çocuklarıyla yapılıyor. TÜİK verilerine göre Türkiye’de 2022 yılında evlenen her bin kişiden yaklaşık 11’i çocuk yaşta evlendirildi Kürdistan kentlerinde de yaygın olduğu belirtilen çocuk yaşta evlilikler, kız çocuklarının eğitimden kopmasına ve yaşamlarının erken yaşta sınırlandırılmasına neden oluyor.
Kadınların toplumsal rolleri ve devlet politikasının etkisi
İktidarın aile yapısını koruma adı altında kadınlara yönelik geliştirdiği politikalar, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini pekiştirerek kadınların toplumdaki yerini sınırlıyor. Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Raporu’na (Global Gender Gap Report) göre, Türkiye, cinsiyet eşitliğinde 146 ülke arasında 124’üncü sırada yer alıyor. Kadınların ekonomik ve siyasi hayata katılım oranları oldukça düşük ve bu durum kadınları aile içinde daha bağımlı hale getiriyor. TÜİK İstihdam Verilerine göre ise Türkiye’de kadınların iş gücüne katılım oranı yüzde 32 iken, erkeklerde bu oran yüzde 70’in üzerindedir. Kadınların ekonomik bağımsızlık kazanamaması, aile içinde daha fazla baskıya maruz kalmalarına ve kendi hayatlarını kontrol edememelerine neden oluyor.
Giderek derinleşen ahlaki yozlaşma ve toplumsal çürüme ve iktidar tarafından inşa edilen aile profilinin bunlar üzerindeki etkilerine dair sosyolog Pınar Şen Zengin değerlendirmelerde bulundu.
Toplumsal yozlaşma ve çürümede ailenin önemli bir faktör olduğunu ifade eden Pınar Şen, toplumun yeniden inşa edilmesinde de ailenin önemli olduğunu kaydetti. Eril zihniyete sahip ya da tek tip ideoloji ile yönetilen devletlerin ya da iktidarların, aileler üzerinde yürütmüş olduğu bazı politikalar olduğuna işaret eden Pınar Şen, “Bu politikalar ve ideolojileri aile bireylerine endeksleme ve bununla birlikte aileyi kendi ideolojilerinin bir parçası haline getirebilmeyi amaçlar. Kendi kültürel dinamiklerinden, inançlarından, ahlaki değerlerinden, yaşam biçimlerinden yoksun bırakılmış ya da bir şekilde yozlaştırmaya maruz bırakılmış ailelere bakış açısı, devletler ve güçler tarafından aslında bir yeniden inşa ve bir modernite adı altında gösterilmeye çalışılan soğuk savaşın göstergesidir. Dolayısıyla yozlaşma kavramı kendi değerlerini kaybeden topluluklar içerisinde bir yozlaşma olarak adlandırılırken, iktidar ve iktidarın kendi ideolojilerinin eril prototipi olan birlikler için yeniden inşa ve ‘birlik, bağlılık’ adı altında değerlendirilebilir” diye belirtti.
‘Toplumsal değerler aile üzerinden aktarılmalıdır’
Özellikle Kürdistan ve İç Anadolu Bölgesinde yozlaşmanın arttığına dikkat çeken Pınar Şen, “Sosyal medyanın, teknolojinin ve batı yaşamının göstermiş olduğu, vaat etmiş olduğu bu yaşam stili aslında biraz daha özendirmeyi amaçlıyor. Bu noktada ailelerin yapması gereken en önemli değerlerden bir tanesi, toplumsal değerlerin aile üzerinden aktarılmasıdır. Eğitimin, ahlakın ve ilk öğrenme biçiminin aileden geldiğini ve aile kurumunun çocuklar ve kendi fertleri üzerindeki etkilerini çok iyi görebiliriz. Bu değerler, günlük davranışlarımız, pratiklerimiz gelenek ve göreneklerimiz ve belki de en önemli şeylerden bir tanesi ana dilimizdir. Ana dilimizle birlikte kültürel sembollerimizin yaşatılması, tarih okumalarımız ve bununla birlikte inançlarımız çok önemlidir. İnançlarımızın hangi alanda olduğu ile alakalı bir problemimiz yok. Burada inançların nasıl öğretildiği ve inançlar üzerinde yürütülen politikalara karşı gerçek inanmayı, inanma biçiminin neler olduğunun aktarılması gerektiğini düşünüyoruz.
Kültürel varlığın ve kimliğin korunması aslında bir noktada aileler üzerinden aile fertlerine aktarılan bir olgudur. Dolayısıyla burada eğitici olma, kimlik kazandırma, kültürel kimliği koruma bağlamında ailelerin üzerine düşen büyük görevler olduğunu düşünüyoruz. Kültürel değerlere ve kimliklere yozlaşma ile birlikte bir yabancılaşma atfediliyor. Bu yabancılaşmayı Karl Marx’ın ‘yabancılaşması’ (Marx'a göre, işçiler kendi emeklerinin ürünlerine yabancılaşmışsa bunun sebebi üretim sürecindeki yabancılaşmada yani üretim eyleminin bizzat içinde yatar. Ürün gerçekte üretim eyleminin devamıdır. Yani emeğin ürünü yabancılaşmışsa, üretimin kendisi de aktif bir yabancılaşma süreci olmak zorundadır) ile birlikte çok rahat bir şekilde görebiliyoruz. Marx’ın yabancılaşma kavramında bahsettiği gibi iki çeşit yabancılaşmadan bahsedebiliriz” sözlerine yer verdi.
‘Aşiretler devletin ideolojilerini yansıtır’
Devletle iç içe geçmiş aile ve aşiret yapılarından bahseden Pınar Şen, aşiretlerin devletlerle ilişkide olduğu takdirde devletin ideolojilerini, paradigmalarını aşiretler aracılığıyla ailelere yansıttığına dikkat çekti. Bunun en çok kadınlar üzerinden inşa edilmeye çalışıldığını vurgulayan Pınar Şen, “Erkeklerin rolleri üzerinden inşa etmeye başlar. Bölgenin dini inancı olan İslam (politik İslam) üzerinden ifade etmeye çalışır. Bu da toplumların ahlaki değerlerinin çürütülmesinde, mevcut iktidarın egemenliği altına girmesindeki en önemli etkenlerinden biri olarak gözükebilir. Bununla birlikte bu yöntemleri çürütebilmenin yolu, ailenin kültürel dinamiklerini iyileştirebilecek atmosferler içerisine girmesidir. Yani, bunu yapacak kurum ve kuruluşlarla yine kültürel değerlerine ve doğasına hizmet edebilen aracılarla birlikte iyileşir diye düşünüyorum” şeklinde konuştu.
‘Kadınların ikincil konuma itilmesi yozlaşmanın derinleştiğini gösteriyor’
Ailenin fertleriyle inşa edilmeye çalışan ancak kapitalizmin de icra ettiği ve meşrulaştırdığı belli ideolojilerin aile içerisine yerleştirildiğini kaydeden Pınar Şen, bunların özellikle otoriter ve hiyerarşik yapılardaki erkek figürleriyle ortaya çıkmaya başladığını söyledi. Pınar Şen, “Bu otorite aslında kadınları ve kadınlarla birlikte çocukları da geri plana itmek ve kendi hiyerarşisini aile birliği içerisinde temellendirme ile başlar. Bu temellendirme sonucunda gelenek-görenek dediğimiz aslında bütün kavramlar ya da kültürel değerler, eril kültürel baskı dediğimiz kavramla pekişmeye başladı. Kültürel çürüme de söz konusu olmaya başladı. Kadınların ikincil konuma itilmesi toplumsal çürümenin ve yozlaşmanın nasıl derinleştiğini gösteriyor.
Aşiretlerin öğretmiş olduğu tüm aile yapıları içerisinde toplumsal cinsiyet rollerinin katılaştığını çok rahat görebiliriz. Örneğin, eğitim her ne kadar ailenin kendi dinamikleri ile başlasa da bir süre sonra çocuk kendi toplumundan, ailesinden ayrıldıktan sonra dahil olduğu eğitim alanında toplumsal cinsiyet rollerinin nasıl ayrıldığını görebiliyor. Kız çocuklarının görevinin anneye yardım etmek, ev temizlemek, çamaşır yıkamak ve erkeğe hizmet etmek olduğu aktarılırken, erkek çocuklarının daha çok materyalist, kamusal alanda, iş bilir, eğitici pozisyonda, teknoloji ile ilişkilendirilen bir yapıda ortaya çıktığını görüyoruz. Aşiret örneği gibi gelenekler, kültürler ya da modern yaşamın getirmiş olduğu ilkelerle birlikte dinamiklerimizin nasıl değiştiğini çok rahat bir şekilde görebiliyoruz. Dolayısıyla farkında olmaksızın bahsettiğimiz toplumsal çürümenin ve yozlaşmanın ne kadar derinleşebileceğini ve bir süre sonra kültürel değerlerin olmadığını, bireysel çıkarlar üzerinden inşa edilmiş hayatlarla da karşılaşabileceğimizi çok rahat bir şekilde söyleyebiliriz” dedi.
Hüda-Par, Hizbullah ve aile…
Toplumsal çürüme ve yozlaşmanın geldiği boyut açısından Narin Güran katliamını örneklendiren Pınar Şen, “21 Ağustos’tan 8 Eylül’e kadar bir kız çocuğu Diyarbakır’da kayboldu ve aile dinamikleri inanılmaz derecede parçalı bir şekilde karşımıza çıktı. Bunun altında birçok etkenin yatıldığı düşünülüyor. Özellikle amcanın mevcut olduğu muhtarlık konumu devlet ya da iktidarla olan dinamikleriyle olan ilişkilerini gösteriyor. Bölgede inanılmaz derecede kendini göstermeye çalışan Hüda-Par, Hizbullah etkisi söz konusu. Bu durum planlamış bir senaryo gibi önümüze çıksa da bu olayın içerisinde olan gerçek kişilerin yapmış olduğu bu kirli politikayı susturabilme adına düzenlenmiş bir tiyatro olabilir diye düşünüyoruz. Dolayısıyla bölgede özellikle hakimiyetini sürdüren Hüda-Par’ın etkisi ya da onun getirisi olan Hizbullah’ın yaratmaya çalıştığı İslam anlayışının etkisi olabilir. Ortaya çıkarmak istedikleri özellikle bu bölgelerde aile proto-tipleridir. Neden bu şekilde aile proto-tipleri oluşturmaya çalışıyorlar? Aileleri nasıl konumlandırıyorlar? Aileleri konumlandırma biçimleri, ailelere atfetmiş oldukları roller, derin devlet dedikleri mekanizmaların işleyişindeki olanakları düzenliyor. Narin’in katledilmesi, katledilme meselesinden daha çok mevcut bilgi akışının nasıl gizlenmeye çalışıldığını gösteriyor. Bu da mevcut aile yapılarıyla alakalıdır” ifadelerini kullandı.
‘Aile kendini temsil eden kültürel kurumlar inşa etmeli’
Aile yapısındaki çürümeyi engelleyecek faktörlerden birinin, ailenin kendi dinamiklerini temsil eden kültürel kurumlar inşa etmek olduğunu söyleyen Pınar Şen, devlet kurumlarının bu anlamda iyileştirici bir norm sergilemeyeceğinin altını çizdi. Pınar Şen sözlerini şöyle sonlandırdı: “Çünkü eril iktidarın fikirlerine bağlı olan ve eril bir oluşumdan gelen bir Bakanlığın aile yapılarına kazandırılabileceği herhangi bir olgunun olmadığı düşüncesindeyiz. Türkiye nezdinde, bölgeler arasındaki ailelerin yapılarına baktığımız zaman her bir aile yapısının kendisine ait belli kültürel dinamikleri, inanç ve değerleri olduğunu görüyoruz. Özellikle, ayrıştırılmış bir etnik grup ya da azınlık grup olarak görünen Kürtler aksine Türklerin kendi yapı birimlerine yakınlaştırılma, kendi kültürel dinamiklerine çekilme ve onların kültürel değerlerine bağlı bir hale getirilmek isteniyor. Bunun önüne geçebilmek için de bölgedeki ideolojik inşaların yeniden üretime geçmesi gerekiyor. Özellikle son zamanlarda çocuklarımızın anadilini bilmemesi, kültürlerinden bir haber oluşu, ahlaki değerlerinin farkında olamayışı, daha çok Türk kimliği, Türk kültürü ve Türk dili üzerinden kendini sergilemiş olması bu toplumda aslında çift bilincinin nasıl geliştiğini gösteriyor.”