Çiğdem Kılıçgün Uçar: CPT tecrit politikasının bir parçası

  • 09:01 26 Temmuz 2024
  • Siyaset
 
Dilan Babat- Semiha Alankuş 
 
HABER MERKEZİ - Hazine ve Maliye Bakanının ülke ülke gezerek krizden çıkmanın yollarını aradığını söyleyen DBP Eş Genel Başkanı Çiğdem Kılıçgün Uçar, krizin çözümünün bu coğrafyada olduğunu belirtti. Çiğdem, İmralı tecridine dair CPT’nin tutumuna ilişkin, “CPT mevcut iktidarın tecrit politikasının bir parçası haline gelmiş durumda” dedi.
 
Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Eş Genel Başkanı Çiğdem Kılıçgün Uçar ile yaptığımız söyleşinin ikinci bölümünde, derin bir kriz içerisinde bulunan Türkiye'nin çözüm yollarının ne olması gerektiğini, PKK Lideri Abdullah Öcalan’a dönük tecrit uygulamalarını, sıkça dile getirilen "devlet aklı" kavramını, CPT’nin (Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi) devletlere göre tutumunu ve kayyımları konuştuk.
 
“Devlet bunu hafızalardan silmeye çalışıyor ama ekonomik krizin çözümü bu coğrafyadaki savaş politikalarından vazgeçilmesine bağlı.”
 
*Savaşa gelmişken… Türkiye derin bir krizin içerisinde ekonomik açıdan. Açlık, yoksulluk, işsizlik, pahalılık. Bunu biraz değerlendirir misiniz?
 
Türkiye’nin siyasetinin esas kaynağını oluşturan güvenlikçi politikalar ve buna bağlı olarak silah sanayisi, ağırlıklı olarak aile şirketi dediğimiz İHA ve SİHA’ların üretimiyle kendini gösteriyor. 2024 genel bütçesinden ayrılan pay, yüzde 10’u aşkın bir oranda ve güvenlikçi politikalara ayrılan bütçe bir trilyon 133 milyar lira. Bir F-16 uçağının bir saatlik maliyeti 22 bin dolar. Buna karşılık, bir işçinin aldığı asgari ücret 17 bin TL. Aradaki fark 41 kattan fazla. Türkiye’de yaşanan ekonomik krizin temelinde yürütülen savaş politikalarının olduğu herkes tarafından bilinen bir gerçek, ancak bu durumu daha yüksek sesle dile getirmek gerekiyor. Kürt halkının mücadelesi ve Kürt siyasetinin kendisi, var olduğu günden bugüne kadar barışın siyasetini kurmaya, demokratik ve kalıcı bir çözüm için çaba sarf etti. Bu çabanın bugün eskisinden daha büyük oranda toplumsallaştığını ve Türkiyeleştiğini ifade edebilirim.
 
‘Terör ve sınır güvenliği’ kavramının bir anlamı artık kalmadı. Herkes bu yoksulluğu yaşıyor, Kürdistan ise daha ağır bir şekilde yaşıyor. Yeni görevlendirilen Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek Batmanlı bir Kürt. Ülke ülke dolaşarak savaş politikaları üzerinden savaşın yarattığı derin krizin yollarını arıyor. Geçmiş dönemde çağrı yapmıştık, yine söyleyelim; o kadar dolaşmaya gerek yok. Türkiye’nin ekonomik krizinin çözümü yine bu coğrafyada. Tek bir şey yapacak, tabi olduğu iktidara savaş politikalarından vazgeçmesi gerektiğini söyleyecek. Bu ülke, tıpkı 2013-2015 döneminde Sayın Öcalan’ın rol aldığı, müzakere sürecinde önemli rol üstlendiği dönemin huzurunu tekrar yaşayabilir. Devlet bunu hafızalardan silmeye çalışıyor ama ekonomik krizin çözümü, bu coğrafyadaki savaş politikalarından vazgeçilmesine bağlı.
 
“Devlet aklının ısrar edebilmesi ya da devlet aklının güçlü yürütebilmesi için kendi kurduğu kodlarından vazgeçmesi gerekiyor. Bunu sadece biz söylemiyoruz. Bugün karşılaştığımız kriz, ulus devlet dediğimiz paradigmanın tekçi anlayıştan daha çoğulcu, demokratikleşmeyi zorunlu kılıyor.”
 
*PKK Lideri Abdullah Öcalan, en son 2019 yılında avukatları ile görüştüğünde "Gelin Kürt sorununu çözelim. Bir haftada çatışma durumunu, ihtimalini ortadan kaldırırım diyorum. Ben çözerim, kendime güveniyorum, çözüm için hazırım. Ancak devlet de, devlet aklı da gereğini yapmalıdır" demişti. Bu açıdan Abdullah Öcalan’ın çözüm perspektifi ve devlet aklının yaklaşımına ilişkin ne dersiniz?
 
Türkiye Cumhuriyeti tarihi açısından baktığımızda, bu sorunun, inkârın ve saldırıların yüzyıllık bir geçmişi var. Ulus devletler her sıkıştığında benzer katliamlar yapmaktan vazgeçmiyor. Dersim, Zilan, Gazi, Madımak katliamları... Her kriz döneminde bir katliamın yaşanması, ulus devletin bir aracı haline dönüşmüş durumda. Ulus devlet aynı zamanda bir kriz halindedir ve bunun yürütücüleri olan AKP ve MHP iktidarı da bu krizi yaşıyor. Savaş konseptini de bundan bağımsız ele almamak gerekiyor. Kürt sorununun çözümünden başka bir seçenek yok, ama devlet aklının başvurmadığı tek yöntem bu. Savaşın her türlüsü denendi, katliamın her türlüsü yaşandı. Toplumun da taraf olduğu bir süreçle karşı karşıyayız ve bu da barışın gerçekleşmesidir.
 
2013-2015 yılları arasında devam eden süreçte en zirve nokta Dolmabahçe Mutabakatı'ydı. 28 Şubat Dolmabahçe Mutabakatı'nda Türkiye’de iktidarın, devletin ve tüm toplumsal kesimlerin onayı ile karşılanan 10 madde vardı. Neydi o maddeler? Ulus devletin krizinden çıkmak için demokratik bir dönüşümden söz ediliyordu. Kürt halkı başta olmak üzere farklılıkların ve kimliklerin yasal güvenceye alınması, yürüyen savaş ortamında çok ciddi ekonomik krizlerin giderilmesi, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nın yerine getirilmesi, kadına dönük ayrımcılığın sona erdirilmesi ve ekolojik yaşamın yeniden inşa edilmesi gibi sadece Kürt halkına değil, bu coğrafyada yaşayan herkesin temsil ettiği taleplerin olduğu bir mutabakattı. Çözüm süreci ve Newroz deklarasyonunda olduğu gibi, toplum tarafından büyük bir kabul ile karşılandı. Bir ayı dolmadan Cumhurbaşkanı "böyle bir mutabakat yok" dedi. Bu mutabakatın hafızalarda olduğunu söylemek lazım.
 
O yüzden Sayın Öcalan, bunların her birinin hayata geçirilmesi için devlet aklının ısrarından bahsediyor. Devlet aklının ısrar edebilmesi ya da devlet aklının güçlü yürütebilmesi için kendi kurduğu kodlarından vazgeçmesi gerekiyor. Bunu sadece biz söylemiyoruz. Bugün karşılaştığımız kriz, ulus devlet dediğimiz paradigmanın tekçi anlayıştan daha çoğulcu, demokratikleşmeyi zorunlu kılıyor. Bunun öncülüğünü ve söylemini de Sayın Öcalan en zor koşullarda dile getirdi. Bu yolda ilerlenmezse darbe mekanizmasının devreye gireceğini söylemişti ki bu tamamen gerçekleşti. Bugün de karşılaştığımız şey, toplumun tüm kazanımları karşısında darbe hukuku ile hareket eden bir iktidar ve devlet bürokrasisi var. Biz, toplumun hafızasına, barış perspektifini sahiplenen toplumsal kesimlerin mücadele inancına dayanarak hem 28 Şubat Dolmabahçe Mutabakatı'nı hem de Sayın Öcalan’ın bu süreçteki rolünü hatırlatmaya, Sayın Öcalan’ın özgürlüğünü sağlayacak koşulların oluşması için mücadele etmeye devam edeceğiz.
 
“CPT mevcut iktidarın tecrit politikasının bir parçası haline gelmiş durumda. CPT başka ülkelerde işkence ile ilgili raporunu sunabilirken, bu konuda devlet aklının baskısıyla İmralı’da yaşananlar ortada.”
 
Abdullah Öcalan’a dönük tecrit 41’nci ayında. Geçtiğimiz gün CPT yetkilisi ile yapılan görüşmede, yetkililer tecride dair soruları ve açıklanmayan raporlara ilişkin soruları yanıtsız bırakırken, Azerbaycan’a ilişkin bir rapor açıkladı. Buna dair neler söylemek istersiniz?
 
Kuruluş amacını ve sorumluluklarını yerine getirmeyen bir CPT ile karşı karşıyayız. 25 yılını bitirmek üzere olan İmralı tecridi, sadece AKP ve MHP iktidarıyla açıklanamaz. Hem Sayın Öcalan’ın varlığı hem de Kürt özgürlük hareketi tüm dünyaya yeni bir paradigma sunuyor. Kapitalist modernitenin dayattığı, insanların köleleştiği, kadınların yok sayıldığı, köleliğin ve sömürünün normalleştirildiği bir süreç yerine, bugün Rojava’da açığa çıkan demokratik değerler üzerinden hayat bulabilen bir yönetim mekanizması var. AKP ve MHP iktidarı bir yanıyla İmralı’nın gardiyanlığını yapıyor. Sayın Öcalan, uluslararası komplo ile getirildiğinde, ilk olarak devlet yöneticilerinin "Biz de ne yapacağımızı bilmiyoruz" gibi söylemleri vardı. O zaman da Sayın Öcalan, "Türkiye’yi bir odunluk olarak gördüler ve beni ateş topu olarak attılar" ifadesini kullanmıştı. Kürt sorunu bugün ulusal bir soruna dönüşmüş durumda. CPT, mevcut iktidarın tecrit politikasının bir parçası haline gelmiş durumda. CPT, başka ülkelerde işkence ile ilgili raporlar sunabilirken, bu konuda devlet aklının baskısıyla İmralı’da yaşananlar ortada.
 
“Devlet KCK davalarının süreçlerinden birkaç yıl sonra rapor hazırlamıştı. Ergenekon ve KCK davalarının bir kumpas davası olduğuna dair ama o rapor iki üç saat içerisinde geri çekildi, sadece Ergenekon bırakıldı.”
 
*Gündem yoğun olunca sorular da çok oluyor. Kayyımlar var. Geçmişte BDP, ardından HDP ve şimdi de DBP’nin aldığı belediyeler hedefte. Önce Van denemesi, ardından Hakkari. Kayyımları siyaseten, kadınlar ve özel savaş politikaları çerçevesinde nasıl değerlendirmek gerek?
 
Kayyımın en deşifre olduğu zamanı yaşıyoruz. Biz seçime giderken, seçimleri sadece belediyeleri kazanmak olarak tarif etmedik. Evet, belediyeleri kazanmak hedeflerimizden biriydi ama kayyımlar üzerinde Kürdistan’da özel savaş politikaları gelişti. Tüm demokratik sistem altüst oldu. Cizre Belediyesi eşbaşkanları mazbatalarını almadan bir saat önce kayyım 30 milyon TL harcadı. Nereye gittiğini biliyoruz. 2016 yılından beri bu yolsuzluk ve hırsızlığı anlatmaya çalıştık ama şimdi ayyuka çıktı. Hakkaniyetle bir şekilde bu resmi herkes daha net gördü. Yeni dönemde AKP’nin buna daha çok ihtiyacı var. AKP, Kürdistan’da uzun süre var olmak istiyor; var olduğu tek alan savaş, onun dışında Kürt halkı nezdinde yönetici olması istenmeyen bir pozisyonda. İnsanlar bir şey değişmeyecek diye seçimlere girme, sandık başına gidip oy kullanmak istemedi bir dönem. Ama bu seçimde insanların gidip oylarını kullanması, farklı bir zeminin ortaya çıkmasında önemliydi.
 
Yerel seçimlerle birlikte o dönem kapanınca, biz AKP iktidarı diyoruz ama Kürtlerin karşı karşıya olduğu şey sadece AKP iktidarı değil, bir bütün devlet aklı. Kürdistan’la ilgili yapabileceği bir şey kalmamıştı. Önce Van’dan başladı. Türkiye’deki demokrasi güçleri büyük gücüyle Van’da ve sokaktaydı. Sokağa çıkmanın tehlikeli, yasaklı, illegalize edildiği süreçte Van, demokratik hakkını sokakta mücadele ederek bir kez daha kazandı. Bir süre sonra Hakkari’ye kayyım atandı. Bütün kayyım atamalarına AKP iktidarı hukuki bir çerçeve bulmaya çalışıyor ama kayyım atayan bir iktidarın hukukla alakası olmadığını biliyoruz. Tamamen siyaset politikalarıyla ilgili. Belediye eşbaşkanımızın KCK davasından tutuklandığı söylenildi ama KCK davalarının kumpas olduğunu biliyoruz. Devlet, KCK davalarının süreçlerinden birkaç yıl sonra rapor hazırlamıştı. Ergenekon ve KCK davalarının kumpas davası olduğuna dair ama o rapor iki üç saat içerisinde geri çekildi ve sadece Ergenekon bırakıldı. Vicdandan ve ahlaktan yoksun olan hukuklarıyla atanan kayyımın mücadelesini vermeye çalışıyoruz.
 
Kayyım eliyle çok ciddi yolsuzluklar yapıldı. AKP’nin etrafında bir yiyici ekip var. Bir sermaye çevresi, Kürdistan’daki değerleri satışa çıkaran çok ciddi bir ekip var ve AKP onlardan rahatsız değil, çünkü onlarla ayakta kalabiliyor. Kürt kazanımlarını ve coğrafyasını peşkeş çektiği bir devlet bürokrasisi var ve bundan rahatsız olmayan bir AKP var. Bizim mücadelemiz, bundan rahatsız olmayanlarla. Kayyım meselesi de bir rejim haline getirilmek istenildi. Kürdistan’daki kayyım meselesi üniversitelere, sivil toplum örgütlerine bir tehdit olarak kullanıldı. Ama son seçim sonuçları, kayyımla baş edebileceğimizi ve demokrasi güçlerinin gösterdiği duruşla görebildik.
 
*Kadınların da kayyımlara bir duruşu vardı?
 
Devletli siyaset, kadınların olmadığı bir siyasettir. Biz demokratik siyaseti yaparken, en çok siyasete renk katmasını istediğimiz mücadele alanının bizim mücadele alanımız olduğunu söylüyoruz. Belediyeler, AKP döneminde kadına dönük şiddetin ve katliamların en zirve dönemini yaşadı. AKP iktidarı döneminde 7 bin kadının katledildiğini biliyoruz ve bu sayı arttı. Uzlaşma komisyonu, boşanmayı engellemek isteyen komisyonlar, nafaka hakkını göz diken bir erkek devlet var. Partimizin demokratik yerel yönetimlerdeki ısrarı, en çok da kadın kazanımlarına karşı kendisini konumlandırdı. Kadın politikaları, daire başkanlıkları olan, kadınların istihdam alanları olan, şiddet yaşayan kadınlarla beraber söz kuran bir mekanizma vardı. Kayyımlar atandığında ilk saldırdığı yerler kadınlara dair kurulan mekanizmalardı. Gençlerin gittiği mekanlar kapatıldı, anadil eğitimi veren kreşler kapatıldı. Bu fotoğrafın tamamı özel savaş politikalarıydı; kadınlar şiddet ve yoksullukla baş başa bırakıldı. Bugün de Kürdistan’da var olma yöntemlerinden birisi de fuhuş ve uyuşturucu. Bütün bu mekanizmaları kapatarak, kadınları kendi örgütlü mücadelesinden kopartarak, fuhuş ve uyuşturucu yoluyla kazanımlara set kurmak istiyorlar. Yerel yönetimleri bu politikalara karşı güçlendirmek en önemli görevimiz.
 
“Buranın kültürel ve sosyolojik yapısını engelleyecek olan kadınlar ve gençlerin, Kürt halkının yüzyıllık örgütlü mücadelesidir.”
 
*Son zamanlarda Kürdistan’da Hizbullah gündemde ve saldırılar gerçekleştiriyorlar. Halk hedefte, kadınlar hedefte, sitelerde, kafelerde.
 
2015 seçimlerinden sonra AKP çok yalnızlaştı. O seçimlerde neredeyse bütün partiler ittifaklarla seçimlere girdi. Biz, her seçimin AKP’de bir oy düşmesine değil, ilk kurulduğu zamanda sahiplendiği demokratik değerlerden uzaklaştığı için çok ciddi bir kan kaybı ile karşı karşıya olduğunu görüyoruz. Bu kan kaybını giderebilmek için bazı güçlere ihtiyacı var. Demokratik siyasette varlık mücadelesi yürüten Kürtleri biat ettiremedi. Burada kullanabileceği güçlere ihtiyacı vardı, bu güç neydi? Kadın ve Kürt düşmanı olan Hizbulkontra güçler, yani bugünün HÜDAPAR’ı. AKP’nin kendi itirafı var, yol alabildiği Kürtlerle birlikte tüm Kürt toplumunu ya da Kürt mücadelesini değiştirmeyi hedefliyordu ama bunu yapamadığına dair itirafı var. Bunu yapamadığı için Hizbullah ile ittifak içerisine girdi.
 
10 yıllık bir süreçten söz etmişti. Son dönemlerde Amed merkezde yaşanılanlardan da görüyoruz ki, demokratik ve kadın özgürlükçü paradigma ciddi anlamda toplumsallaştı ve bunun karşısında kontra güçler yeni bir psikolojik zeminle değiştirmek istiyorlar. İlk hedefte kadınlar ve gençler var. Bu da AKP’nin bugüne kadar yürüttüğü özel savaş politikalarının, özellikle 2014’teki çöktürme planının bir devamı. Kadınların giyim kuşamına, gençlerin alanlarına müdahale ederek sokakta bir hegemonya kurmak istiyorlar. Amed halkı da, Kürt halkı da bu kontra güçlerle yeni tanışmadı. 90’lı yıllarda mücadeleleriyle nasıl bunlara geçit vermedikleri ortadayken, bu dönemde de geçit vermeyeceğiz. Buranın kültürel ve sosyolojik yapısını engelleyecek olan, kadınların ve gençlerin, Kürt halkının yüzyıllık örgütlü mücadelesidir.
 
“Bir araya gelme, ortak mücadele etme, işgalin başındayken bunlara dair yeni bir yol yöntem, savaştan vazgeçirecek konusunda inisiyatifi alınması lazım. Kürt kadınların buna dair girişimleri var, bunlara dair daha güçlü bir ses verilmesi lazım.”
 
*Tüm bu yaşananlar karşısında çözüm ne, özellikle kadınlar ne yapmalı, değerlendirmeniz ya da bu konudaki çalışmalarınız?
 
Hem savaş siyasetinin hem de bir bütün olarak buna dair yol arayan bir kadın mücadelesi var. Özellikle Kürdistan’da özel savaş politikalarına karşı gençlerin ve kadınların mücadelelerini büyütmesi önemli. DBP olarak, yaklaşık bir aydır özel savaş politikalarından açığa çıkan uyuşturucu ve fuhuşla en etkili şekilde mücadele etmenin yöntemlerini köylerde, ilçelerde tüm partili kadın arkadaşlarımızla birlikte tartışıyoruz. Bunun farkındalığı eskiye oranla çok fazla. Kürdistan’da görevlendirilen güvenlik güçlerinin "sevgi" adı altında kadınları düşürmesi, gençlere ajanlık dayatması ve Kürdistan’a atanan memurların büyük bir bölümünün bu inkâr politikasının bir parçası haline getirilmesi, Kürdistan coğrafyasında farkındalık oluşturmuş durumda. Bunlara karşı da etkili mücadele etmeye ihtiyaç var. Birincisi ifşa etmek, ikincisi ise örgütsel mekanizmalarda var olabilmek. Şu an kadın meclisimizin önünde bu var.
 
Özel savaş ve AKP’nin düşman politikaları karşısında bir platforma ihtiyaç var. Bunun çabası içerisindeyiz. Çözüm ve müzakere ara dönemlerinde kadınların özgürlük meclisi, barış için kadın girişimi inisiyatifi vardı. Yeniden bunları canlandırmak lazım. Kadınların karşılaştığı engeller, erkek devlet siyasetinin üstü olduğu için başka avantajlara sahip. Bir araya gelme, ortak mücadele etme, işgalin başındayken bunlara dair yeni bir yol ve yöntem belirlemek, savaştan vazgeçirmek konusunda inisiyatif almak gerekiyor. Kürt kadınlarının buna dair girişimleri var ve bunlara dair daha güçlü bir ses verilmesi lazım. Kadınlar buna hazır, sadece bir öncü güç bekleniyor. Bunu da hep birlikte yürütebiliriz.