‘İmar mevzuatı baştan sona ele alınmalı’
- 09:03 29 Mart 2023
- Güncel
Melek Avcı
ANKARA - İktidarın oluşturduğu politikalarla 10 ilin enkaza dönüştürüldüğünü söyleyen Şehir Plancısı, İmar mevzuatının baştan sona ele alınması gerektiğini belirterek, deprem bölgesinde hızla inşaatlaşmanın sorunlu olduğunu ve iktidarın kalıcı konutları hızla üretecek bir pratik ve imkanları olmadığına dikkat çekti.
Mereş merkezli 6 Şubat’ta gerçekleşen önlenebilir deprem felaketinin ardından halk hala en temel ihtiyaç olan barınma sorunun aşmış değil. Çamurlu alanlarda kurulan ıslak çadırlarda kalan halka geçici barınma alanları temin edilmemekle birlikte, enkazlar bir yerden diğer yere nakledilirken iktidar 3-4 ay içerisinde TOKİ inşa etme iddiasında bulundu. Bu zamana kadar 17 binden fazla artçı deprem meydana gelmiş ve zemin hala kaymaktayken konutların kısa sürede inşası bir imkansızlığa işaret ediyor, iktidar ise bunu halka karşı bir seçim vaadi olarak kullanmayı sürdürüyor.
Kamu çalışanı olduğundan dolayı adını vermek istemeyen Şehir Plancısı, iktidarın yıllardır yürüttüğü imar sistemini ve konutların inşasına ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
Bilgilendirme ve donanım yok
Devletin sunduğu imar aflarında büyük sorunlar söz konusu olduğunu söyleyen Şehir Plancısı, can ve mal güvenliğinin hiçe sayılarak, afların çıkarıldığını belirtti. Şehir Plancısı, “En son 2018’de çıkan afta 2018 yılına kadar yapılan yapılar affedildi. Bakanlık, çalışanlarına ve belediyelere buradaki yapıların, belirlendiği tarihlerde yapılıp yapılmadığına dair teknik bir bilgilendirme ve donanım sağlamadı. Çekilen hava fotoğrafları ve uydu sistemleri çok kötüydü fakat dertleri teknik değil çünkü bunu afta yer alan ‘beyan’ noktasında görüyoruz. Vatandaş ‘evim sağlam’ diyorsa veriyorlar belgeyi. Vatandaş beyanını esas alıyor fakat ‘ben vatandaşı sürece dâhil ediyorum’ gibi bir yaklaşımla değil, kitle kuyrukçusu bir yaklaşımla çünkü aynı vatandaş o yapının altında kaldı. Ortak bir devlet terminolojisinden bahsediyorsak, böyle bir sorumluluğu vatandaşa bırakamazsınız. Bakanlığın teknik donanımın var, mevzuat ve her türlü yetki kendisinde, kurumları var. Tıp gibi bir alan olan imarı vatandaş beyanına bırakıyor. Bunun yanı sıra imar barışının kendi içinde de çok ciddi sınıfsal sorunları var. Bir katlı yapı, lüks bir villada olabilir gariban bir tır şoförünün yaptığı bir ev de olabilir. Bu yapıların hepsi aynı olarak değerlendirilemez ve aynı harç bedeli de alınamaz. Şuna şahit oldum, deniz kenarında bir villa için adamın avukatı çizilmiş bir projeyle gelerek imar affından yararlanıyor, öbür taraftan geliri yetmeyen tır şoförü 2 bin 3 bin lirayı veremiyor. Bu ikisini aynı gören bir imar affı yapılamaz, bir uzlaşı olamaz” dedi.
‘Sorumluluk üstlenmiyor ama parasını alıyor’
Afet riskini azaltmak için yapılacak en son işin imar barışı olduğunu kaydeden Şehir Plancısı, afet ve risk durumunda oluşturulan kanun maddeleriyle devletin sorumluluğu üstünden attığına dikkat çekti. Şehir Plancısı, “3194 sayılı İmar Kanunu'nun Geçici Madde 16'sının ilk cümlesinde, ‘Afet risklerine hazırlık kapsamında ruhsatsız veya ruhsat ve eklerine aykırı yapıların kayıt altına alınması ve imar barışının sağlanması amacıyla’ diyor. Afet kapsamında yapılacak en son şey imar affıdır ama siyasi iktidar bunu yapmış. İkinci konu ise buradan gelecek eleştirilerin önünü kesmek için ‘Ben bunu 6306 Afet Riski Azaltma Kanunu altında yapıp buradan gelen harcı kamu yararı için hazineye aktarıyorum’ diyor. Kamu yararı bu değil, biz toplum yararından yana olmalıyız kamu yararı başka bir şey. Yine devamında ‘…yapının depreme dayanıklılığı hususunda malikin sorumluluğundadır’, bu da rezalet bir durum çünkü burada şunu demek istiyor, ‘sen ne yaparsan yap, dere yatağında mı ev yaparsın, sel bölgesinde misin beni ilgilendirmiyor.’ Böyle bir devlet olabilir mi? Bu piyasa, biz müşteriyiz o da şirket. Herhangi bir afet durumunda, risk halinde sorumluluk üstlenmiyor ama parasını da alıyor, bir afet olduğunda da ‘öl, sakat kal, canın, malın gitsin’ diyerek vatandaşı tek başına bırakıyor” ifadelerini kullandı.
‘Tüm yetkiyi eline aldı’
Şehir Plancısı, AKP’nin parça parça çıkardığı kanunların bir süre sonra yeterli gelmediğini ve tüm yetkileri Çevre, İklim ve Şehircilik Bakanlığı’nda topladığını dile getirdi. Şehir Plancısı şöyle devam etti: “2011’de Çevre Şehircilik Bakanlığı’nın kurulmasıyla birlikte bütün yetkileri topladı. ‘Kurumları da topluyorum, yetkiyi de topluyorum, her şey bende’ dedi. Bakanlığın kuruluş KHK’sinde ülke, bölge, şehir ve sokak ölçeğine kadar bütün imar mekanizmasını yapacak yetkisi vardı. 2012’de de 6306 sayılı ‘Kentsel Dönüşüm’ dediğimiz kanun çıktı ve daha önce parça parça çıkardığı kanunları bir tarafa bırakarak yetkiyi bu kanunla eline aldı. Kanun içinde riskli alan ve rezerv alan diye iki alan tanımı karşımıza çıkıyor. Riskli alan dediğimiz şey bir yapı kötüyse veya yapılaşmanın olduğu zemin kötüyse oluşur. Bazen her ikisi bir arada olabilir. Rezerv alan ise düzgün, temiz alanlar ve kanunda buralara düzgün yapılaşmanın olacağı belirtiliyor. Riskli alanlardaki yurttaşlar bu rezerv alana taşınacak deniliyor. Teorik olarak bakıldığında çok sıkıntılı bir kanun olarak görünmeyebilir fakat rezerv alanlar yer kapma, bakanlığın ele geçirme aracına dönüştü. Bakanlık bölgeyi, mahalleyi vs. alan ilan ettiğinde yetki tamamen kendisine geçiyor. Bu çok ciddi bir durum. Rezerv alan ilan ettiği yere bina dikiyor, ticari yerler açıyor ve daha sonra kamu yararı için kiralayacağını ve satacağını söylüyor. Bu tam bir piyasacı yaklaşım. Tam bir şirket, yaklaşımları budur. “
‘Depremde yıkılanlar devletin formel sistemi içinde üretildi’
Yasal sistem içinde inşa edilen binaların depremde kağıt gibi yıkıldığını ifade eden Şehir Plancısı, binayı yapanın da denetleyenin de aynı kişiler olduğuna işaret etti. Kurulan patronaj ilişkilerin felakete yol açtığını söyleyen Şehir Plancısı, “6306 Sayılı Kentsel Dönüşüm Kanunu yerinden edilme pratiğinin başlıca aracına dönüştü. Mesela Ankara’daki Saraçoğlu Mahallesi’ni ‘riskli alan’ ilan ettiler, insanlar teknik incelemeyi yaptılar ve ne yapılarda ne de zeminde bir sorun bulamadılar. Burada şu devreye girmiş oluyor; bakanlık riskli alanı teknik bağlamından kopararak bir hegemonya aracı haline getiriyor. 6306’nın sıkıntısı budur. Hatay’da 2013’te birçok mahalle riskli alan ilan edildi, sonra 5 Şubat 2022’de riskli alandan çıkarıldı. Niye kaldırdılar belli değil. Fakat en büyük konu imar affı ve bu kanun da değil. Depremde yıkılan binaların yapım sürecine bakıldığında bunlar formel (yasal) imar süreçlerine girmiş binalar. Hatay’da yıkılan büyük rezidanslar ve diğerleri kâğıt üzerinde ruhsatını almış, yapı denetimi yapılmış, jeolojik etütleri vs. hepsi onaylanmış. Sorun burada. Devletin formel sistemi içinde bunlar üretilmiş yapılar ve bu binalar yıkıldı. Bu daha vahim bir durum. Binayı yapan adamın, aynı zamanda yapı denetim firması var ve binayı ona denetlettirmiş, bu adam aynı zamanda belediye meclisinde orayı da domine etmiş ve iktidar partileriyle patronaj ilişkileri var. Sonra çıkıp ‘hepimizin suçu’ diyorlar, hayır hepimizin suçu değil” sözlerini kullandı.
‘Yapılaşma olamaz dediğimiz yerlerde kutu kutu alanlar oluşturuldu’
Birçok meslektaşının, bu konuda eleştiri ya da müdahaleleri sonucunda sürüldüğünü aktaran Şehir Plancısı şu ifadeleri kullandı: “Emekçiler, sendikalar, meslek odaları tüm bunlara karşı çıktı, defalarca açıklama yaptı. Eleştirdiği için bu insanlar sürüldü, mobinge uğradı, bizim birçok AFAD çalışanı arkadaşımız bakanlıktan sürüldü. Kadir Topbaş döneminde, alüvyonel alan olan sürekli kayan Büyükçekmece’nin bir kısmını haritada yapılaşmaya kapatarak sakıncalı alan olarak belirledik. O zaman sakıncalı alan demek, en sert jeolojik karar olan asla yapılaşmanın olamayacağı alan olarak geçiyordu, şimdi uygun olmayan alan deniliyor. Burayı kapattık. Bu bölgenin alt kısmında ise ufak tefek önemli alanlar vardı. Bu plan çizildikten sonra ben başka şehre geçtim ve bir zaman sonra çizdiğimiz planı sordum, komisyona gitmiş ve planı gördüğümde şok geçirdim. Bizim sakıncalı alan, kesinlikle yapılaşma olamaz dediğimiz yerde kutu kutu önlemli alanlar oluşmuş. Oralar rezidans şeklinde gelişiyordu, altları ticaret üstleri lüks güvenlikli konutlar biçiminde. Önlemli alanlar denilmiş fakat ne hikmetse bu önemli alanlar bir bina taban oturumu şeklinde jeolojik formasyonda ortaya çıkmış ve bu şehircilik faciası, bir rezalet. Bu yalnızca benim şahit olduğum, başka kimler nelere şahit olmuştur. Şimdi deprem bölgesinde fay hattının üstünde bina var denildiğinde tırnak içinde söylüyorum normal geliyor, kare şeklindeki jeolojik formasyonu gördükten sonra olabilecek her şey bana normal görünüyor.”
‘Eşit ve adil mekan üretimi’
Türkiye’de yaşayan halklara eşit ve adil bir mekan üretilmesi gerektiğinin altını çizen Şehir Plancısı, sözlerini şöyle sürdürdü: “Şehircilik planı dediğimiz şey bir sosyal çevre üretimidir. Orada büyük bir bölge var. Bu alanın üretim ilişkileri, hayvancılıktı, tarımdı, sanayiydi. Bunların ele alınması ve demografinin tekrar çıkarılması bir de fay hatlarının, mikro bölgelendirmenin, jeofizik, jeoteknik incelemenin yapılması gerekiyor. Jeoloji mühendisi arkadaşlarımız akiferlerin yer değiştirdiğini söylüyor. Kadastro değişti, parselasyon kaydı ve neredeyse Türkiye tümden 3-4 metre kaydı. Enkazlar kaldırılacak da, yeniden parselasyon yapılacak da bunlar zaman gerektiriyor. Çok iyi bir örgütlenme ve teknik personeller ile belli koşullar sağlandığında yapılabilir ama bakıldığında deprem bölgesinde çadırlar yüzüyor daha. Bunların hepsi sendikalar, kurumlar ve odalarla yapılır fakat kurumlar yeniden ele alınmalıdır. Mevzuatın baştan sona yeniden ele alınması gerekiyor, imar kanunu revize edilmelidir. Kurumlar ve mevzuat bölgeye özel oluşturulmalı, halk katılımı yok, halk katılımı olmalı. Sosyallikten şunu anlıyorlar, alanda gidip anket yapıyorlar ve bunu sosyal analiz olarak gösteriyorlar. Bu şekilde sosyal katılım ve analiz yapılmaz. Her şeyi çok hızlı yaptıkları için enteresan bir durum olsa dahi müdahale etme araçlarını bu kararname ile elimizden aldılar.”
‘Kalıcı konutları hızla üretecek bir pratik ve imkanları yok’
126 No’Lu OHAL Kararnamesi’ne bakıldığında, halkın katılabileceği tek noktanın plana itiraz aşaması olduğunu kaydeden Şehir Plancısı, bunun da ancak evler yapıldıktan sonra mümkün olduğuna işaret etti. Şehir Plancısı son olarak şöyle konuştu: “Bir özel mülkiyet savunusu yapmıyorum fakat mevcut koşulda bile insanların mülkiyetine kamusal yararla giriyorum deyip ne kamu ne de oradaki insanların özel mülkiyetini gözetecek bir durum söz konusu. Hiç şunu bilmiyoruz, yeni yapılacak konutlar nasıl üretilecek, nasıl dağıtılacak, ihaleleri nasıl olacak? Bunlar kararnamede yer almıyor, şu da yer almıyor enkaz ve sonrasına ilişkin çevreye dair bir şey yok. Yapılaşmadan önce alınan ÇED raporları söz konusu değil. ÇED, risk azaltma dediğimiz sakınım planının bir parçasıdır, doğal eşiklere dair her türlü sakınımı koruyup, yapılaşmayı buna yönelik oluşturdukları bir plandır ve 300 konuttan fazlası içindir. Şimdi bölgeye tonlarca konut yapılacak, kimsenin ÇED raporuna kararnamede yer verdiği yok. Şehircilik sadece konutlaşmadan ibaretmiş gibi bir yaklaşımları var. Bu noktada önerilen şudur; geçici barınma alanları. Bu halkı rehabilite edebilecek geçici barınma alanları oluşturulmalıdır, çünkü kalıcı konutları hızla ve bir anda üretemezsiniz. Zaten böyle bir pratik ve imkanları da yok. Kalıcı konutların, kalıcı olabilmesi için esaslı bir planlama ve dayanışmayla, katılımla yapmaları lazım. Katılım olmadan risk azaltma olamaz. ‘Ben şurada oturmanı istiyorum, şurada çalışacaksın çünkü ben senin merana ev yaptım, senin tarlanı yok ettim’ böyle bir zihniyetle yürütülüyor. Bu insanların zeytinlikleri, tarlaları ve hayvancılık alanları ne olacak? Kimsenin umurunda değil. Her yeri inşaat alanına çeviriyor, bildiğimiz paydaşlar, bildiğimiz yandaşlar ve patronaj ilişkileri, böyle bir ekiple buralar yeniden üretiliyor. Ama insanlar çadırda sürükleniyor, tablo ve durum bundan ibaret.”