Nilgün Toker: Altılı Masaya verilecek yön önemli

  • 09:02 25 Mart 2023
  • Güncel
 
 
Melike Aydın
 
İZMİR – 14 Mayıs’ta yapılacak seçime ilişkin değerlendirmelerde bulunan Prof. Dr. Nilgün Toker, “15 Mayıs bu ülkenin ‘karar’ını göreceğimiz bir gün ve bu karara etkimizin güçlü olması lazım. Umarım demokratik bir gelecek imkânı için, adalet için mücadele edenlerin umutlarını arttıran bir gün yapabiliriz 15 Mayıs’ı” dedi. 
 
Ekonomik, siyasal ve toplumsal krizin içinde bulunduğu bir süreçte Mereş merkezli iki büyük deprem yaşandı. On binlerce yurttaşın yaşamını yitirdiği, on binlercesinin yaralandığı deprem sonrasında 11 kentte yurttaşların “devlet yok, halkı enkaz altında bıraktı” tepkileri yükselirken, diğer yandan da Amedspor’a yönelik ırkçı saldırılar, MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin Meclis’teki “ırkçı” söylemleriyle Kürt halkını hedef alan konuşması söz konusu oldu. Tüm bu gelişmelerin yanı sıra AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “14 Mayıs’ta seçim yapılacak” açıklamasıyla toplumun gündemine seçimler de girmiş oldu. 
 
Tüm bu gelişmeler devam ederken seçim sürecinde ittifakları ve sürecin genel halini Siyaset Felsefecisi Prof. Dr. Nilgün Toker ile konuştuk. 
 
“Devlet yok” ya da ‘devlet enkaz altında’ gibi ifadelerin devletin yükümlülüklerini yerine getirmediğini ifade etmek için kullanıldığını biliyorum ama aslında devletin baskıcı, ayrımcı yapısıyla orada olduğunu biliyoruz.”
 
*Öncelikle deprem bölgesinde “Devlet yok”, “bizi enkaz altında bıraktılar” sözünü çokça duyduk. Siz nasıl görüyorsunuz bu tabloyu?
 
Yeni rejimlerin karakterlerinden birinin “kamu yararı”na göre örgütlenmekten tamamen vazgeçmesi ve “kurumsuzlaşma” olduğunu söylüyorduk. Bunun teorik bir analiz olmadığı, doğrudan yaşama dair bir şey olduğunu apaçık gördük. “Devlet yok” ya da “devlet enkaz altında” gibi ifadelerin devletin yükümlülüklerini yerine getirmediğini ifade etmek için kullanıldığını biliyorum ama aslında devletin baskıcı, ayrımcı yapısıyla orada olduğunu biliyoruz. Enkazın altında kalanın insanlar olduğunu, devletin yaşanan bu büyük acıyı enkazı ortadan kaldırma tarzıyla görünmez kılma çabasıyla, yıkımın sanki sadece binaların yıkımından ibaret olduğu izlenimi verecek bir söyleme geçme hızıyla devletin enkaz altında kalmadığını, tersine bir afeti felakete dönüştürme “becerisiyle” ölümü, kayıpları normalleştirip, bir felaket kapitalizmini acımasızca yürürlüğe soktuğunu da biliyoruz. Öyle bir acımasızlık ki, bu kadar büyük bir acının yasının bile tutulamayacağı bir toplumsal iklim yaratılmadı mı?
 
* Böylesi bir atmosferde bir de ırkçı saldırı ve söylemler de yansıdı. Bursaspor ve Amedspor maçında yaşananlar.  “Beyaz Toroslar”, “Yeşil” hatırlatmaları…  MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin yaşananlara destek veren açıklamaları, Jandarma Genel Komutanı’nı bir “organize suç örgütünün” liderinin danışmanı olduğunu söyleyen bir kişinin ziyaret etmesi vb. Yine kimi suikastların olacağını dair dile getirilenler… Seçime giderken bunları nasıl okumak gerekiyor?
 
Böyle olayların her biri hafızamıza saldırıyor. Hatırlıyor ve korkuyoruz değil mi? Bu faşizan yönetimin yapmamazlık edemeyeceği tek şey tehdidi diri tutmak. Bahçeli’nin bizzat şiddet olarak görülmesi gereken her cümlesi, sokakta hep canlı tutulan şiddet, bir takım tehdit mekanizmalarının görünürlüğünün arttırılması hep var olan bir nefret ve düşmanlaştırma politikalarının ihtiyaç anında yükseltilmesinden başka bir şey değil. Tekrar söyleyeyim, hatırlayalım ve korkalım ve bekleyelim istiyorlar. Korkudan düşünemeyelim, hareket edemeyelim istiyorlar.
 
 
* Bir söyleşinizde 12 Eylül’e ilişkin yaptığınız değerlendirmede “12 Eylül kendine suç ortağı bir toplum yarattı” demiştiniz günümüzle de bağını kurarak.  Mevcut AKP-MHP iktidarının buna “kastını” nasıl değerlendirirsiniz?
 
Sorunun ikinci kısmını tam anlamadım ama kastettiğim toplumun suçları görme kapasitesinin iğdiş edilmesi, devletin toplumun rızasıyla toplumun bir kısmına eziyet etmesiydi. Bunun için her türlü ayrımcı, düşmanlaştırıcı, değersizleştirici ideoloji devreye sokulmuştu. AKP-MHP iktidarının bu ideolojinin taşıyıcısı olduğunu biliyoruz. Üstelik şu kutuplaşma kavramı altında anlamaya alıştığımız, toplumsal ortaklık fikrinin tümüyle devletin eylemlerinin referansı olmaktan çıktığı bir yönetme tarzıyla bu faşizan ideolojiler birleştiğinde, artık bırakın suçu onaylamayı, suça iştiraka varan bir sosyolojik taban yaratıldığı da açık.
 
*Seçime giderken ittifaklar gündemde. En son AKP-MHP’nin yer aldığı ittifakın HÜDAPAR ile yaptığı görüşme çokça tartışıldı ve bir hayli tepkiler de ortaya çıktı. 90’lı yıllarda yaşanan “faili meçhul” cinayetlerle adı anılan bir örgütle bağı toplum ve siyasette tartışma konusu oldu. Siz nasıl bakıyorsunuz buna?
 
Hatırlayalım ve korkalım isteniyor. Mutlaka işin içinde siyasi mühendislik hesapları da vardır ama bizi ilgilendirmesi gereken şeyin bu olmadığını düşünüyorum. Her türden “özcü” düşüncenin bir araya getirildiği, düşmanları tarif etmekten ibaret “diller”in bütünleştirilmeye başladığı bir ittifak neye işaret eder? Siyasal alan düşmanlar arası bir savaş arenasına çevrilmek isteniyordur ki bu bizatihi siyasetin ortadan kalkması demektir.
 
“Faşizmi tasfiye edebileceksek bu ittifaka ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle tek tek çözüm önerilerini tartışmayı değil, bir geçiş dönemine, bir onarım sürecine dair vaatlerini tutarlılıkla savunup savunmadıklarına bakmayı tercih ediyorum.”
 
* CHP ve diğer partilerin oluşturduğu, kendisini AKP-MHP ittifakına alternatif olarak yansıtan ittifakı nasıl değerlendiriyorsunuz?  Türkiye’de yaşanan sorunları nasıl çözeceklerine dair belge de açıkladılar. Nasıl çözüm olur mu gerçekten?
 
Bu masaya bir çözüm masası olarak bakmamak gerektiğini, bir değişim şansının taşıyıcısı olup olamayacak bir masa olarak bakmak gerektiği kanısındayım. Bu nedenle anti- faşist bir cephe olarak tarif etmemiz mümkün olmasa da anti-diktatörlük cephesi olmasını önemsiyorum. Çekinik, sorunlu ve sınırlı bir demokrasi fikriyle de olsa vaat ettikleri normalleşmenin bize çok acil lazım olduğunu düşünüyorum. Faşizmi tasfiye edebileceksek bu ittifaka ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle tek tek çözüm önerilerini tartışmayı değil, bir geçiş dönemine, bir onarım sürecine dair vaatlerini tutarlılıkla savunup savunmadıklarına bakmayı tercih ediyorum. Bu konuda masanın tümünün aynı tutarlılıkta olmadığını biliyoruz ama bu vaatlere ilişkin inadın siyasi aktörlerden değil, toplumsal muhalefetten geleceği kanısındayım ve bu nedenle toplumsal muhalefetin bu masaya vereceği yönün daha önemli olduğunu düşünüyorum.
 
* 6’lı Masa ya da Millet İttifakı’nın Kürtlere, HDP’ye yaklaşımını nasıl ele alıyorsunuz?  Ya da nasıl yaklaşmalı? 
 
Muhataplık meselesinin aşıldığı kanısındayım. Dost olmayalım ama düşman da olmayalım zeminine geçildi sanırım. Sonuçta bir demokratikleşme iddiası taşıyorsanız, demokrasi fikrinin gereğini yapmak zorundasınız. Demokrasinin en temel değeri herkesin özgür olmak bakımından eşitliği ilkesiyse, ötekileştirici her dil sizin demokrasi iddianızı ortadan kaldırır. Altılı Masa’nın tümü, hatta buradaki partilerin tabanı bu ilkeyi ne kadar içselleştirdi tartışılır, ama siyasal alanda önemli olan sözün kendisidir, saklı niyetler siyasal alana dair değildir. Şimdilik Cumhurbaşkanı Adayı Kılıçdaroğlu’nun dilinde bir anti-demokratik tutum yok. Burada önemli olan 6’lı Masa’nın ortağı olmak değil, bir yeniden inşa sürecinin dayanması gereken demokratik ilke ve değerlerde ortaklaşabilmek.
 
“Emek ve Özgürlük İttifakı’nın ‘kilit’ kelimesiyle tartışılmasını haksız bulurum. Bir siyasal sözü var ve bu kelime, bu sözü değersizleştirir.”
 
* Bir de Emek ve Özgürlük İttifakı var, her iki ittifakın dışında. Üçüncü Yol olarak alternatif çözüm önerdiklerini açıkladılar. Görünen tabloda “kilit” nokta olarak değerlendiriliyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Emek ve Özgürlük İttifakı’nın “kilit” kelimesiyle tartışılmasını haksız bulurum. Bir siyasal sözü var ve bu kelime, bu sözü değersizleştirir. Bu ittifak eşitsizlikleri, her türlü dışlama ve düşmanlaştırma zihniyetini, siyaset ve mekanizmalarını dile geldiği ve adalet arayışının temeline bu meseleleri yerleştiren ve ülkenin demokratikleşme imkânında sözünün güçlenmesi gereken bir ittifak. Güçlenme derken kastım, sahip olduğu siyasal sözün ikna ediciliğinin arttırılması gerektiği. Bu nedenle “hesap” dilinden, siyasi mühendislik kavramlarını kullanmaktan imtina edilmeli.
 
Bu yeni rejimlerin bir karakteri daha var; siyasi olmayanı siyaset gibi gösterme, güvenlikle ilgili olmayanı ağır bir güvenlik krizi gibi gösterme, kapattığı siyasal ve sivil alanı sanki açık gibi gösterme. Bu “mış gibi” hali gerçek sanıyoruz sık sık ve sanki ortada bir siyaset var hatta daha acayibi siyasi bir rekabet var zannediyoruz ve sanki ortada bir “nasıl bir yönetim istiyoruz?” sorusuna yanıt verenler arasında “adil” bir yarış var zannediyoruz. Bence öyle değil. Örneğin, AKP-MHP ittifakı toplumsal mühendislik hesaplarıyla iktidarı garanti altında tutacak bir sosyolojik rıza üretimi faaliyeti yapıyor ama bizzat bu faaliyetle birlikte dostlar ve düşmanları tarif ederek itiraz edenlerin dilinin de siyasi olmaktan çıkarılması ve hesap işlerine dalmasını sağlıyor. Bu siyasal alana ve dile acil ihtiyacı olanların da siyasetin dışına düşmesine yol açabilir, endişe duyarım.
 
Seçim süreçleri siyasal alanın tüm baskıya rağmen bir parça açıldığı ortamlardır ve her siyasal görüş bu ortamda kendi siyasal sözünü duyulur, görülür kılmak ister. Ancak sanki siyasal kanaatler arası adil ve demokratik bir rekabet veya yarışın mümkün olduğu bir seçim ortamı varmış gibi kurulan her cümlenin üzerinde ortaklaşılmış demokratik değerlerin yükseltilmesi ve güçlendirilmesi sorumluluğuna aykırı olduğu kanısındayım.
 
* 15 Mayıs günü Türkiye’de nasıl bir tablo ortaya çıkacağını ön görüyorsunuz?
 
Şunu biliyorum, bu seçim bir “karar” seçimi ve 15 Mayıs bu ülkenin “karar”ını göreceğimiz bir gün ve bu karara etkimizin güçlü olması lazım. Umarım demokratik bir gelecek imkânı için, adalet için mücadele edenlerin umutlarını arttıran bir gün yapabiliriz 15 Mayıs’ı.
 
“Ben anayasayı yurttaş yapar diyenlerdenim. Bu nedenle önce yurttaşlığı yeniden ama bu kez dışlayıcı olmayan bir yurttaşlığı tesis etmemiz lazım.”
 
* Son olarak bir siyaset felsefecisi olarak Türkiye’de yaşanan başta Kürt sorunu olmak üzere toplumsal sorunların çözümü için ne yapmak gerekir. Örneğin nasıl bir anayasa olmalı?
 
Ben anayasayı yurttaş yapar diyenlerdenim. Bu nedenle önce yurttaşlığı yeniden ama bu kez dışlayıcı olmayan bir yurttaşlığı tesis etmemiz lazım. Anayasa bir toplumun ortaklığını ifade eden metindir. Bu ortaklığın artık devletin yukarıdan tarif ettiği bir kimliğe katılım olamayacağını, yurttaşlar arası her türlü farkın karşılıklı tanınarak kurulan bir bağ olması gerektiğini söylemekte ısrar etmemiz, bu sözün güçlenmesini sağlamamız gerekiyor. Eğer toplumda böyle bir dönüşüm sağlanabilirse, demokratik bir anayasamız da olabilir ve belki böylece yaşanan, yaşadığımız tüm adaletsizlikleri çözebiliriz.