‘Savaş ve krizden çıkışın tek yolu Sayın Abdullah Öcalan’

  • 09:01 7 Aralık 2022
  • Güncel
 
Rojda Aydın 
 
AMED - PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerinde sürdürülen sistematik bir şekilde ağırlaştırılan tecridin devam eden savaş ile olan bağına dikkat çeken DBP MYK üyesi Gülşen Sincar, mevcut savaş ve devam eden krizlerden çıkışın yegane yolunun Abdullah Öcalan olduğunu vurguladı. Gülşen,  bir an önce Abdullah Öcalan ile görüşmelerin sağlanmasını istedi. 
 
PKK Lideri Abdullah Öcalan, 1999 yılında uluslararası komplo ile Türkiye’ye getirilmesinin ardından İmralı Adası’nda bulunan Yüksek Güvenlikli F Tipi Cezaevi’nde ağır tecrit koşulları altında tutulmaya devam ediliyor. Yaklaşık iki yıldır ailesi ve avukatlarıyla görüştürülmeyen Abdullah Öcalan için yapılan başvurular ya reddediliyor, ya da yanıt verilmiyor. Sistematik bir hale dönüşen tecritle beraber, Kürdistan’da uzun süredir devam eden, dönem dönem farklılaştırılarak, sürdürülen özel savaş politikası ise farklı boyutlarıyla devreye konuldu. Bunlardan biri ise 13 Kasım günü İstanbul’un Beyoğlu ilçesinde bulunan İstiklal Caddesi’nde gerçekleştirilen bombalı saldırı oldu. Saldırıdan hemen sonra HPG ve QSD, bu saldırıyla hiçbir ilgilerinin olmadığını yaptıkları açıklamayla duyurmalarına rağmen, medya aracılığıyla da hedef gösterilen Kuzey ve Doğu Suriye’ye yönelik 19 Kasım gecesi hava saldırısı düzenlendi. 
 
Diğer yandan Asrın Hukuk Bürosu, 29 Kasım günü yaptığı açıklamada, PKK Lideri’nin CPT ile görüşmediğini belirtmişti. Kamuoyunda Abdullah Öcalan’ın durumuna ilişkin kaygı ve endişeler dile getirilirken, tepkiler de artarak devam etti. 
 
Tüm bu gelişmeler yaşanırken, bunların arka planında yer alan sistematikleşen tecritle beraber sürdürülen savaş politikasına dair Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Merkez Yürütme Kurulu (MYK) üyesi Gülşen Sincar, değerlendirmelerde bulundu. 
‘2013-2015’de çözüm süreçleri geliştirildi’
 
Abdullah Öcalan’ın uluslararası komplo ile Türkiye’ye getirilişinin 24’üncü yılı olduğunu hatırlatan Gülşen, bu süreç içerisinde ilk günden bugüne kadar geliştirilmiş İmralı tecrit politikasının yoğun bir şekilde sürdürüldüğünü vurguladı. Gülşen, “Ağırlıklı olarak siyasal konjonktür, ülke içerisinde yaşanan savaş ve kriz halinin sona erdirilmesine dönük geliştirmiş olduğu politikalarla 2013-2015 süreçlerinde demokratik çözüm süreçleri geliştirdi. O dönem içerisinde ekonomi, sosyal, kültürel ve umuda dair birçok gelişmenin yaşandığı bir dönemdi. 2015 Nisan ayından bu yana kendisiyle görüşmeler çok ciddi kısıtlamalarla karşı karşıya. Biliyoruz ki, 15 Haziran seçimlerinden sonra özellikle AKP’nin tek başına iktidar olamamasının üzerinden sağ blokla iş birliğiyle bir savaş hükümetinin ve rejimin devreye girme süreci gelişti. Savaş rejiminin devreye girmesinden bu yana da yoğunlaştırılmış tecrit politikasıyla karşı karşıya kalınıyor. Tüm toplumsal yapılanmalar, ülkenin bir bütünü içinde bunu söylemek mümkün. Sayın Öcalan üzerinde zaman zaman geliştirilen görüşmeler oldu belki. Ama bu toplumsal baskı, açlık grevi eylemleri gibi çeşitli  girişimler sonucu oluştu. Geçtiğimiz yıldan bu yana artık 20 ayı geride bırakan bir süreç içerisinde hiçbir koşul altında kendisinden bilgi alamama hali yaşanıyor” dedi. 
 
‘Kaygı verici bir durum’
 
CPT’nin Eylül ayındaki İmralı ziyaretine işaret eden Gülşen, şu ifadeleri kullandı: “O zaman yine uluslararası alanda Türkiye’de ve dünyanın birçok kesiminde başvurular sonucunda böylesi bir girişimde bulunuldu. Ama girişimden sonra bir açıklama yapılmayacağı beyanında bulunulmuştu. İlk belirlemelere göre 6 aylık bir sürecin incelemesi, Türkiye devletinin buna ilişkin kendi savunmasını hazırlamasına dönük bir bildiride bulunulmuştu. Somut bir veriye ulaşılamamasından sonra özellikle Asrın Hukuk Bürosu, avukatların müzakereleri sonucunda anlaşılan odur ki, CPT heyetinin İmralı’da bulunan tutsaklar ve Sayın Abdullah Öcalan ile somut bir görüşme gerçekleştiremediğine dair bir bulgu ortaya çıktı. Bu gerçekten kaygı verici bir durum. Hem yaşamlarına ilişkin kaygı verici bir durum olmakla birlikte şöyle bir ifadeden de söz ediliyor; en son telefon görüşmesinde telefonu yarıda bırakması, özellikle hükümetin yaşanan süreç içerisinde ciddiyetsiz yaklaşımına karşı avukatları görüşme talebini yinelemişti. Ama bu sürece baktığımızda özellikle her altı ayda bir disiplin cezaları, aile-avukat görüş kısıtlamaları ve yasaklamalarıyla sürekli göz ardı edilen bir tutum var. İmralı’ya karşı geliştirilen tecrit sistematik bir hal içindeydi. Bu 20 aylık süreçte hiçbir bilgi erişimine sahip olunmaması da kaygıyı gittikçe artırıyor. 
 
Kriz sürecinden çıkışın tek yolu Sayın Öcalan’dır 
 
Bu noktada birçok başvuru da yapıldı. Avrupa’dan olsun Türkiye’den olsun hukukçular olsun, çeşitli insan hakları kuruluşları olsun. Son olarak da partimizin Eş Genel Başkanı Sayın Saliha Aydeniz ve HDP vekillerinin de bu noktada başvurusu oldu. Yine eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın da SEGBİS yoluyla bir başvurusu oldu. Buradan çağrıda bulunuyoruz; bu başvurular ne olursa olsun göz ardı edilmemesi gerekiyor. Çünkü içerisinde bulunduğumuz kriz sisteminden çıkışın yegâne yolu, Kürt halkının, Ortadoğu halklarının içerisinde bulunduğu savaş ve kriz sürecinden çıkabilmesinin yegâne yolu yine demokratik müzakere sürecinin başlatılabilmesidir. Bunun yegâne yolu da Sayın Öcalan’la bir an önce iletişimin kurulması ve görüşmelerin sağlanabilmesidir.”
 
‘Varlık kimin varlığı, yokluk kimin yokluğu’
 
Kurdistan’da yaşanan savaşı ve tecridi birbirinden bağımsız olmadığını belirten Gülşen, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 100’üncü yılını geride bırakması sürecinde içişlerinden tutalım hükümet yapılanmasına kadar Kürt sorununa dönük yaklaşımların, demokratik yöntemlerden ziyade şiddet yöntemleriyle çözümlenebileceğine dair yaklaşımları var. Ama bu meselenin şiddet dışı farklı pratiklerle çözümlenebileceğine dair Sayın Abdullah Öcalan’ın daha önceki girişimleri ve toplumun büyük bir kesiminin hafızasında var olan görüşmeler ve müzakereler geliştirilmişti. Ama savaş üzerinden kendini şekillendiren hükümet, özellikle savaşa yaklaşımı varlıkla yoklukla ifade ediyor. Sormak gerekiyor; varlık kimin varlığı, yokluk kimin yokluğu üzerinden değerlendirmek gerekiyor. İktidarın tek başına kendi egoları, hırsları ve yıkım üzerinden geliştirdiği politikaların sonuçlarını bir bütün halklar, Ortadoğu coğrafyasında, Güney Kurdistan'da, Rojava’da ve Türkiye'de yaşayan halkların karşı karşıya kaldığı gerçeği ortada” diye belirtti.
 
‘Rojava’ya girmek için bir bahane üretildi’
 
İstiklal Caddesi’nde 13 Kasım günü meydana gelen patlamanın ardından Kuzey ve Doğu Suriye’ye dönük saldırılara dikkat çeken Gülşen, “Bu patlamanın hemen akabinde Rojava'ya dönük çok ciddi hava bombardımanı ve kara operasyonu da gündeme gelme söz konusu oldu. Meseleyi şöyle tanımlamak gerekiyor; buna dair birçok söylem gelişti ama hiçbir söylem yerini bulmadı. Radikal İslamcı grupların kadrosu olan bir şahıs tarafından ya da bunların sağ yapılanmalarının örgütlediği bir eylem, bir patlama. Bu patlamanın toplumda yarattığı zarar göz ardı edilircesine resmen Rojava’ya girmek için bir bahane üretildi. Zaten yaklaşık 8 aydır Güney Kurdistan alanında da çok yoğun saldırıların gerçekleştiği söz konusu. Burada aslında 100 yıllık mantık ve temel yaklaşım, Kürde dair bir statünün elde edilememesi. Bütün öfke budur. Paranoyak Kürt sorunudur, Kürt meselesidir, Kürtlerin bir statü ve hak sahibi olmaması üzerinden kurgulanmış olan zekânın, 100 yıllık pratiklerinin açıkçası son birkaç yılda tekerrürden ibaret bir yaklaşım. Çözüme yaklaşılacağından, çözüm adına somut gelişmeler yaratılacağından tam tersine hepsini sentezleyen, kat be kat aşan bir yaklaşım var. Bunu bir zihniyet yönelimi olarak görüyoruz. Erkek-devlet aklının savaş ve şiddete meyilli yapılanmasına karşılık kadın, ekoloji, demokratik özgürlük mantığıyla  işleyen bir yapılanması var Ortadoğu coğrafyasında. Rojava’da gerçekleştirilen budur. Türkiye’de buna dâhil demokratik yapılanma, demokratik müzakere, Kürtlerin özgürlüğü, Türkiye'nin demokratikleşmesi noktasında geliştirilen siyasal taleplere dönük yaklaşımda böyle görmek gerekiyor” değerlendirmesini yaptı.
 
‘İnsansızlaştırmaya dönük bir yaklaşım var’
 
Ortadoğu’da bu savaşın ve şiddetin geliştirildiği noktalarda, ilk bombardımanların tamamen altyapı ve üstyapı kurumlarına dönük yapıldığını ifade eden Gülşen,  şu sözleri kullandı: “Burada mekanizmaya, sisteme dönük saldırı var, ya da tehdit unsuru olarak gördüğü yapılanmalardan ziyade daha çok bunlara dönük bir saldırı var. Okullar, sağlık merkezleri, tahıl ambarları, yollar gibi birçok noktada bu düzeyde bombardımana tabii tutulması, orada yaşayan halkın sistemine bir saldırı, yaşamı felç etme, içinden çıkılmaz bir hale getirme noktasında bir amaç gütmek ile birlikte bir de şöyle bir boyutu var; insansızlaştırmaya dönük bir yaklaşım var. Bir bölgenin, 30 km’lik bir alanın, Til Temir’den Kobanê’ye kadarki hat üzerinden, Kürtlerin, Araplarla birlikte çok güzel bir yaşamı idame ettiği bu alanda bu düzeydeki saldırıların örgütlendirilmesi, kadın zihniyeti olarak ifadelendirdiğimiz yapılanmaya bir saldırıdır. Erkek aklın yansıması olan DAİŞ ve benzeri yapılanmaların, radikal unsurların oraya yerleştirilmesiyle de sırtını neye dayadığını aslında nasıl bir hayal ve tayul içerisinde olduğunu da ortaya koyuyor. Bütün bunlara ilişkin bir topyekûn mücadele durumu var. Halklar bir araya gelirse aşamayacağı hiçbir problem ve sorun yoktur. Çünkü umutla bağlanmış olduğu bir sistem var kadın özgürlük noktasında.”
 
‘Jin jiyan azadî evrensel bir forma dönüştü’
 
İran ve Rojhilat’ta “Jin, jiyan, azadî” sloganıyla başlayan ve tüm dünyaya yayılan bir kadın devriminin olduğunu dile getiren Gülşen, “Bunun yarattığı ruh ile dünyanın her yerinde ‘Jin jiyan azadî’ artık bir slogan olmanın ötesinde evrensel bir forma kavuştu. Enternasyonalist bir değere kavuştu. Bunu İran’da Molla rejimine karşı kadın direnişinde görebiliyoruz. Yaklaşık 80 güne varan bir direniş, vahşet düzeyinde saldırılara rağmen kadınların öncülüğünde geri adım atmama durumu yaşanıyor. Ve inanıyoruz ki bu yaklaşımın sistem içerisindeki çatlakları geliştirmekle birlikte sistemin kendini değişime zorlamasını da beraberinde getirecektir. Ya gönüllüce bu değişime taraf olacaktır, ya da halkların geliştirdiği mücadele dinamiği karşısında değişmek zorunda kalacaktır” dedi.
 
‘Seçime giderken tekrar savaşla benzeri bir süreç yaşatılmak isteniyor’
 
Türkiye’de de seçim sürecine girerken oy devşirme adına, ülkenin bekası adına geliştirilen bu saldırıların kaygı verici olduğunun altını çizen Gülşen, “7 Haziran-1 Kasım sürecinde yaşanan patlamalar vardı. Suruç’ta, Amed’de, Ankara’da geliştirilen patlamalarla, milliyetçi cephenin oylarını arttırma noktasında bir pratiğe geçme durumu söz konusu oldu. Tekrar benzeri süreç geliştirerek savaş ve şiddet politikalarıyla bir sonuca varacağını sanması hüsran olur. Özellikle bu halkta bir hafıza boyutu var. Toplumsal muhalefette, demokrasi güçlerinde, kadınlarda, işçilerde, emekçilerde çok ciddi bir hafıza var. Bugün artık kendi tabanında çok ciddi parçalanmalar yaşayan hükümetin bu kriz halinden çıkmasının yegâne yolu bu politikalardan vazgeçip daha akılcı yöntemlere dönük yönünü çevirmesi gerekiyor” sözlerini kullandı.
 
‘Daha fazla eylem ve harekete geçmek gerekiyor’
 
Kürt halkının her zaman alanlarda taleplerini güçlü bir şekilde haykırdığını kaydeden Gülşen, şöyle devam etti: “Bu noktada yaşanan sorunların bir bütünümüzü ilgilendirdiği, muhalefetin, önümüzdeki yılların tamamına dair sorunları derinleştirmekten başka bir yöntem geliştirmediğini görüyoruz. Yaşanan tüm sorunlara ilişkin her zaman muhalefet olmanın, radikal duruşu geliştirme gibi bir rolü oldu. Siyasal partiler olarak da yine demokratik kitleler olarak da elbette ki her zamankinden çok daha örgütlü. Çok daha eyleme ve harekete geçen bir noktada olmak gerekiyor. Kabul ve ret ölçülerimiz somut ve nettir. Buna ilişkin savaşın hiçbir zaman çözüm geliştirmeyeceğine dair bir yaklaşım ve tutum içerisindeyiz. Yaşanabilecek sürecin bundan sonraki gelişiminde bu düzeyde yok edici bir yaklaşımın nelerle sonuçlanabileceği çok bariz ve net bir şekilde ortadadır. Biz son ana kadar da sesimizi çok daha güçlü bir şekilde haykırma noktasında bir adım ve çaba içerisinde olacağız, ama bizim dışımızdaki kesimlere çağrıda bulunmak gerekiyor. Bugün Türkiye’de yaşanan tecrit, hükümetin her fırsatta savaş politikalarıyla kendisini sürdürmesi ve buna sessiz kalan her yapılanmanın faturasını çok daha ağır ödeyeceğinin bilinciyle hareket edilmesi gerekiyor.”
 
‘Ataerkil zihniyete karşı daha güçlü haykırmalıyız’
 
Gülşen son olarak şöyle konuştu: “Bugün Türkiye’de iktidarın kendisi dışında beğenebileceği yapılanma kalmamıştır. Bugün 6’lı masadan bahsediyoruz. Ama bu noktadaki duruşuna baktığımızda bugün yaşanan sürece dair kaygılı ruh halini bırakmazsa gelecekte bu halkın vicdanında siyaset yapma hakkını kendisinde göremeyeceklerini düşünüyorum. O yüzden toplumsal yapılanmaların tamamı iktidarın bugüne kadar geliştirmiş olduğu tüm şiddet politikalarının bedelini şimdi tüm ülke çekiyorsa, o zaman bundan sonraki süreçte bizim yanımızda omuz omuza mücadele etmenin yollarını ve dinamiklerini örgütlemek gerekiyor. İktidar ölümü gösterip sıkmaya razı etmeye çalışıyor. Ama akılcı bir yolla, toplumsal müzakere ve uzlaşı yöntemleriyle çözülmeyecek, aşılmayacak hiçbir sorun yoktur. Bu noktada çok daha örgütlü, güçlü, yaşam felsefemiz üzerinden özellikle kadınlara çağrıda bulunmak gerekiyor. Bugün toplumsal mücadele tarihine bakacak olursak, sadece son bir yılı göz önüne alırsak 8 Martlar, Nevrozlar, 25 Kasımlarda kadınlar hiçbir zaman alanlardan eksilmedi. Bunlar aklını eril devlet aklından alıyorsa özellikle biz kadınlar, ataerkil zihniyetin politikalarına karşı sesimizi çok daha güçlü bir şekilde haykırmalıyız.”