
Gülistan Kılıç Koçyiğit: Arafta durma dönemi değil
- 09:04 24 Ocak 2019
- Güncel
Safiye Alağaş-Rengin Azizoğlu
İSTANBUL - Yeniden HDK Eş Sözcüsü seçilen Gülistan Kılıç Koçyiğit, temel gündemlerinin faşizmle mücadele olduğunu belirterek, yeni dönemde öncelikli çalışmalarının ise açlık grevindeki tutsakların talepleri olduğunu söyledi. Kapitalizmin var olan kaos ve krizi aşmak için toplumları bir soykırım kıskacına alığını kaydeden Gülistan, “Safların iyice netleştiği arafta durmanın, ortada olmanın hiç kimseye yaramayacağı bir dönemden geçiyoruz” dedi.
Halkların Demokratik Kongresi (HDK), 12-13 Ocak tarihlerinde "Emek, barış, özgürlük ve faşizme karşı toplumsal direniş" sloganıyla 9’uncu Genel Kurulu’nu gerçekleştirdi. Kurulda, Türkiye’nin siyasi gündemi ve cezaevlerinde süren açlık grevlerinin yası sıra birçok konu tartışıldı. Kurulun açıklanan sonuç bildirgesinde ise, faşizme karşı direnişin toplumsallaştırılacağı vurgusu yapılarak, "Sayın Abdullah Öcalan ve tüm siyasi tutsaklar üzerindeki baskı ve tecridin bir an önce son bulmasını talep ediyoruz" denildi.
Kurulda yeniden Eş Sözcü seçilen Gülistan Kılıç Koçyiğit ile kurulu, açlık grevlerini ve Türkiye’nin siyasi gündemini konuştuk.
* 12-13 Ocak tarihlerinde HDK 9’uncu Dönem Genel Kurul toplantınızı gerçekleştirdiniz. Tekrar Eş Sözcü seçildiniz. Kurul sürecini biraz değerlendirir misiniz?
Tabi her konferans süreci, her genel kurul süreci aslında örgütler açısından bir yenilenme, tazelenmedir. Geçmiş sürecin muhasebesini yaptıkları ve gelecek dönemin mücadele programı, mücadele perspektifinin açığa çıkarıldığı toplantılardır. Bizim kurulumuzda aslında benzer bir amaçla gerçekleşti. Büyük oranda da amacına uygun olarak gerçekleşti. Hem kadın genel konferansımız hem genel kurulumuzda da özellikle açlık grevleri, açlık grevlerinin açtığı direniş hattının kendisi, bu mücadelenin kendisi tecrit ve tecridin gündelik hayata, siyasal hayata yansıması, bununla nasıl mücadele edeceğimize dair ciddi tartışmalar yürütüldü. Açlık grevcisi Sayın Leyla Güven şahsında dayanışmanın yükseltilmesi ve eylemin sahiplenilmesi gerektiği kararına varıldı. Açlık grevlerinin taleplerinin görünür olması için HDK öncülüğünde bir inisiyatif kurulması karar altına alındı. Bununla beraber özellikle örgütsel süreci ciddi bir şekilde tartıştık. Mevcut yetmezliklerimiz açmazlarımız, mevcut faşizm koşullarında HDK’nin sürece nasıl cevap olabileceği, bunu gerçekleştirebilmesi için faşizmle mücadelede nasıl araçlara ihtiyaç olduğu ele alındı. Tabi nasıl yöntemler geliştirilmesi noktaları geniş tartışıldı.
Bu tartışmaları yürütmekle beraber genel olarak HDK’nin kuruluş dönemi ile bu günün aslında siyasal koşullarının farklılığı üzerinden yeni dönemi inşa etmek içinde daha derinlikli bir dizi tartışmanın da HDK içerisinde yürütülmesi karar altına alındı. HDK, yol yürüyüşünü nasıl devam ettirecek? Nerede kendisini gerçekleştirecek? Nasıl gerçekleştirecek? Hangi araçlarla gerçekleştirecek? Bu ulaşmanın yoluna, yöntemine dair metodolojisine dair bir dizi tartışma yürütülmesi gerektiğini genel kurulumuz ifade etti. Özellikle bileşen hukuku, birey hukuku, bileşenlerle HDK hukuku, parti HDK hukuku gibi bir dizi başlıklarla önümüzdeki dönemlerde daha derinlikli tartışmalar yürütülmesi gerektiğini, bütün bu tartışmalarda bir şekilde güçlenerek yeni döneme örgütlenerek çıkmamız gerektiği karar altına alındı. Bütün bu tartışmalar bağlamında aslında temel gündemin faşizm, faşizmle mücadele olduğunu ifade edebilirim.
* Genel Kurulu, Leyla Güven ve baskı altında tutulan siyasi tutsak ve hükümlülere ithaf ettiniz. Neden cezaevlerinde bulunan tutsak ve hükümlülere ithaf ettiniz?
Şunu görmemiz gerekiyor. Bu gün koyu bir faşizm ortamında mücadele etmeye çalışıyoruz. Faşizm bütün bir yaşamımızın her tarafını zapt u rap altına almaya çalışıyor. En basit en temel en sıradan haklarımızı bile bir lütufmuş gibi bize sunmaya çalışıyor. Anayasa’dan doğan, yasadan doğan yurttaş olmaktan kaynaklı doğan haklarımız var. Hiçbir hakkımızı eşit bir şekilde ne yazık ki kullanamıyoruz. Bütün bu koşullar da özellikle de bu tutuklama furyası cezaevlerine kapatma rehin alma meselesi üzerinden de bütün bir toplum terbiye etmeye çalışılıyor. Şuanda içerde 10 bin arkadaşımız tutuluyor. Asıl hedef bu 10 bin arkadaşımız değil. 10 bin arkadaşımızı içerde tutarak milyonlara bir mesaj verilmeye çalışılıyor. Milyonları ehlileştirmeye, milyonları terbiye etmeye, milyonları bir şekilde hizaya dizmeye çalışan bir yönetim aklı var. Bu çok açık ve net. Şimdi tamda buradan bir mücadele büyüyor. Oda nedir? Diyor ki sen beni içeri koymuş olabilirsin. Tutuklamış olabilirsin. Rehin almış olabilirsin. Ama teslim alamazsın. Sen en nihayetinde bütün faşizmin aygıtları ile bütün faşizmin yöntemleriyle bu toplumun üzerine gelebilirsin ama bu toplumun da bir direniş geleneği var. Bu toplumun da kendisini ifade etme biçimi var. En savunmasız olduğumuzu düşündüğümüz en güçsüz olduğumuzu düşündüğümüz yerde bir bakıyorsunuz gerçekten bütün toplumun önünü açacak bir mücadele hattı açığa çıkıyor.
Bugün de mücadele hattı tıpkı 12 Eylül’de olduğu gibi zindanlardan açığa çıkmıştır. Bedenlerini mevzi yapmış, hepimize sesleniyorlar.
Bu gün bu mücadele hattı tıpkı 12 Eylül’de olduğu gibi yine zindanlardan açığa çıkmış durumda. Bütün halklara şu söyleniyor; işte direnişsek kazanacağız. Direnirsek bunu başarabiliriz. Mücadelenin zaferin yolu direnmekten geçiyor. Onlar bu gün için direnmek açısından ellerinde hiçbir şey olmayan bedenlerini şuanda mevzi yapmış durumdalar. Bedenleri ile aslında hepimize sesleniyorlar. Bedenleriyle bir şekilde mücadele etmemiz gerektiğini yan yana gelmemiz gerektiğini ifade ediyorlar. O anlam da biz kongrenin tamda aslında bu sese kulak vermesi gerektiğini çünkü HDK sonuçta bir toplumsallığın örgütü. Toplumun haklarını savunmak, toplumu öz güç yapmak için var. Ee bu gün toplumu öz güç yapmak içinde birileri canını ortaya koymuş durumda. Toplumun barışı, demokrasisi, özgürlüğü için yeni bir direniş hattı, yeni bir mücadele hattı açılmış. Onun için biz bu mücadeleyi hem sahipleniyoruz hem de bu mücadelenin yeni bir dönemin de kapısını araladığını düşünüyoruz. Eğer gerçekten biz bu sesi yayabilirsek, bu sesi toplumsallaştırabilirsek faşizmi yeneceğiz. Açık ve net faşizm yavaş yavaş yenilecek çözülecektir. Onun için kongremiz bu sese ses olmak istedi. Bu sese yoldaş olmak istedi. Bu taleplerin her birisini kendi talebi olarak kabul etti. Bu anlamda hem DTK Eşbaşkanı Hakkari Milletvekili Leyla Güven’in mücadelesini hem de bütün siyasi tutsakların mücadelesinin bütün bir toplum için olduğunu Kürdistan ve Türkiye hakları için olduğunu çok net bir şekilde kongremiz açığa çıkardı. Çünkü kongremiz de Türkiye ve Kürdistan halklarının toplamından oluşuyor. Bu mücadele de ona ışık tutacak bir mücadele. Açlık grevi eyleminin koşulları güç geçtikçe ağırlaşıyor. Leyla yoldaşımız için daha hızlı hareket etmemiz gerekiyor. Toplumsal basıncı arttırmaya ihtiyaç var. Leyla arkadaşın ve bütün siyasi tutsakların taleplerini görünür kılmaya duymayanlara duyurmaya ihtiyaç var. Her dakikanın her anın hepimiz açısından geri döndüremeyeceğimiz maliyetleri olacağını çok iyi biliyoruz. Bunu engellemek için istemediğimiz sonuçlara gitmesini engellemek için daha çok çabalamamız gerekiyor. Mücadelenin kazanımla sonuçlanması için hemen şimdi her birimizin yapacağı çok şey olduğuna inanıyoruz. Yapmamız gerekenleri şimdi yapmanın zamanı olduğunu düşünüyoruz. Bu anlamda kongremiz tamda bunu tespit etti. Şimdi harekete geçme zamanı. Şimdi cezaevleriyle açlık grevi eylemleriyle dayanışma, seslerini topluma taşırma zamanı.
* Direnişin büyütülmesi ve toplumsal dinamiğin açığa çıkması için HDK olarak bu süreçte nasıl bir rol üstleneceksiniz?
Bugün Sayın Öcalan’a yönelik tecrit diye bahsettiğimiz şeyin sadece Sayın Öcalan’a yönelik olmadığını çok iyi biliyoruz. Hatta bir arkadaşımız şöyle bir örnek verdi; ‘Gündelik hayatta tecrit altında olduğumu hissediyorum. İki günde bir masamı yeniliyorum. Aldığım notları tekrar tekrar kontrol etmek zorunda kalıyorum. Benim yaşamım tecrit altında.’ Tecrit dediğimiz şey sadece İmralı’ya uygulanan bir şey değil. Biz tamda bunu ifade ediyoruz. Şuanda İmralı’daki sistem bütün bir Türkiye’ye yayılmış durumda ve sistemleştirilmiş durumda. Her anımız gözetim altında. Her anımız denetim altında. Her birimiz denetim altındayız. Bir tecrit bir izolasyon bir ayırma parçalama yalnızlaştırma sürecinin objesi haline gelmişiz. Nesneleştiriliyoruz. Gittikçe kendi kimliğimizden benliğimizden sıyrılarak birer nesneye, birer edilgen kimliğe dönüştürülmeye çalışılıyoruz. Ve yaygın sistematik bir korku iklimi, bir korku izole toplum gerçeği yaratılmaya çalışılıyor. HDK olarak şunu tespit ettik. Bu tespit İmralı tecridini parçalama toplumsal tecridi parçalamaktır. Toplumsal tecridi ortadan kaldırmaktır. Faşizmi yenmenin bir adımı bir başlangıcıdır. Buradan başlıyor. Biz istediğimiz kadar eşitlik, özgürlük bağlamında sözler söyleyelim. İstediğimiz kadar yasalar değişsin başka bir iklimde yaşayalım. Bu ülkede tek bir insanın hakkı ihlal ediliyorsa biz orada artık özgür değilizdir. Orada eşitlikten, demokrasiden, özgürlükten bahsedilemez. Buradan hareket ederek bütün il meclislerimiz bütün mahalle meclislerimiz bütün kent meclislerimiz aslında bu tecride karşı hareket etmesi gerektiğini itiraz etmesi gerektiğini kongremizde tespit etti.
19 Ocak’ta Diyarbakır bölge mitingi gerçekleşti. 3 Şubat’ta da İstanbul mitingi olacak. Bizim tüm bölge koordinasyonlarımız, il, ilçe koordinasyonlarımız bu mitingin doğal örgütleyicileri, planlayıcılarıdır. Tüm arkadaşlarımız emek veriyorlar. Mitingin katılımının örgütlenmesi çok önemli ama bununla beraber tecridin ne anlama geldiğine ilişkin bir dizi planlamalar var. Paneller, sempozyumlar, halk toplantıları yapılacak. Bir seferberlik halinin de devamı var. Tüm bu süreçlerde HDK olarak da bir bütün yer alacağız. Bizim için asıl mesele çok hızlı bir şekilde bu sürecin yaygın olmasını sağlamamız gerekiyor. Bunun için de çeşitli tartışmalarımız yürüyor. Cezaevleriyle dayanışmak için bir inisiyatif geliştirmeye çalışıyoruz. Görüşmelerimize başladık. Bu ülkede vicdanı olan açlık grevi süreçlerinde söz söyleyecek insanları, kesimleri yan yana getirmek ve ortak bir platform etrafında da söz söyleyebilecek bir pozisyona getirmek istiyoruz. Tüm bununla beraber her dakika her saniyenin hayati olduğunu da ifade etmem gerekiyor. Bu anlamda hiç beklemeden temel talebimiz, biz tüm bunları yaparken halkımızın da bulunduğu her yerde demokratik, barışçıl gösteri hakkını kullanmasıdır. HDP’nin il ve ilçe örgütleriyle HDK’nin koordinasyonlarıyla, meclisleriyle daha fazla yan yana durması ve tüm bu sürecin toplumsallaşmasına katkı sunmasını da bekliyoruz.
* Cezaevlerindeki açlık grevi eylemlerinin yayılması ve toplumsal desteğin büyümesi üzerine İmralı’da sessiz sedasız bir görüşme gerçekleştirildi. Ancak bu görüşmenin devamı gelmedi. Sayın Abdullah Öcalan ve diğer hükümlüler hala aileleri ve avukatlarıyla görüştürülmüyor. Bu görüşmeyi ve sonrasında yaşananları nasıl ele almak gerekiyor?
Açık ve net bir şekilde söylememiz gerekir ki, bu bir AKP klasiğidir. 5 Nisan 2015’ten beri mutlak tecrit var ancak 20 yıllık bir tecrit politikasından bahsediyoruz. 2016’da da içerisinde milletvekillerinin, aydınların, Kürt siyasi hareketinin temsilcilerinin de içinde olduğu bir açlık grevi başlamıştı. Bu açlık grevi sonrasında da Sayın Öcalan’la 11 Eylül’de bir aile görüşü gerçekleştirildi. Sonrasında açlık grevi bitirildi. Ancak o günden bu güne kadar bir daha, herhangi bir temas olmadı. Şimdi yeniden bir açlık grev süreci var. Arkadaşlarımız tecridin ortadan kaldırılması, Kürt sorununun demokratik çözümü ve barışın yeniden tesis edilesi meselesi üzerinden yaşamlarını ortaya koymuş durumdalar. Ancak bakıyoruz ki ‘Biz görüşü gerçekleştirdik, siz de açlık grevlerini bitirin’ tarzında bir görüşme gerçekleşti. Bu görüşmelerin hiçbiri lütuf değildir. Bu ülkede yaşayan ve yurttaşı olan, yasalarına göre cezalandırılan, cezaevinde tutulan herkes için geçerli olan Anayasal haklardır. Aile, avukat görüşü, haberleşme hakkı diğer tutsaklarla yan yana gelmesi ortak alan kullanması gibi bir dizi devredilemez hakları var. Bu talepler basit, sıradan, söylenilmesi bile gerekmeyen taleplerdir. Ne yazık ki 2019 yılında bu basit, insani, vicdani ve çok hukuki talepler için insanlar açlık grevi yapmak zorunda kalıyorlar. Hükümet’in buradaki tutumu bir terbiye etme tutumudur. Sayın Öcalan nezdinde Kürt halkının eşitlik, özgürlük taleplerini ehlileştirmeye çalışan bir yaklaşımı var. ‘Benim Kürdüm olursanız size haklarınızı veririm. Bana biat ederseniz sizi tanırım. Eğer benim karşımda olursanız ben de size işte böyle yaparım’ diyen bir anlayış var. Tam da bu yaptığı şeye karşı bir direniş var. Bu sadece bir görüşle giderilebilecek bir şey değil. Açlık grevi yapan arkadaşlar, siyasi tutsaklar çok açık bir şekilde ifade ettiler. Kalıcı bir görüşmenin sağlanacağı, onun sağlık ve güvenlik koşullarının yeniden tesis edileceği ve bunun garantiye alınacağı, kamuoyu nezdinde deklare edileceği bir taleple ortaya çıktılar.
Hiç kimse bize İmralı’daki görüşmeyi bir lütuf olarak sunamaz. Bu görüşmeler sistematik olarak gerçekleşmeli ve kalıcı bir mekanizmaya bağlanmalı.
Biz o talebin üzerine bir söz söyleme durumunda değiliz. Dışarıda açlık grevi eylemcileriyle dayanışan, açlık grevi eylemlerini sahiplenenler olarak şunu söylüyoruz; Bu çok açık ve net bir şekilde kandırmacadır. Açlık grevi eylemcilerini yanıltmaya, boşa düşürmeye, gelişen vicdani tepkileri söndürmeye, halkı ikircikli düşünmeye iten gerekçeleri var. ‘Gösterdik ama yine de vazgeçmiyorlar. Görüşme de sağlandı ama yine devam ediyorlar’ gibi bazı manipülasyonlara bir zemin hazırlamaya çalışıyorlar. Bu noktada herkesin duyarlı olası gerekiyor. Biz eyleme özgür iradeleriyle karar veren eylemciler adına söz söyleyecek durumda değiliz. Onların taleplerini, isteklerini, söylemlerini sahipleniyor ve onun üzerine tek bir cümle dahi etmiyoruz. Ancak şunu açık ve net biliyoruz ki bu görüşme, görüşme değildir. Bu bir lütuf değildir. Hiç kimse bize bu görüşmeyi lütuf olarak sunamaz. Bizler bu görüşmelerin sistematik olarak gerçekleşmesi gerektiğini defalarca ifade ettik. Bu kalıcı bir mekanizmaya bağlanmalı. Yasal hakları her düzeyde kullandırılacağı bir söze ve yaklaşıma ihtiyaç vardır. O koşullarda Türkiye açısından da hepimiz açısından da yeni bir değerlendirmeyi, koşullar gerektirirse açığa çıkaracaktır. Bu anlamda koşullar açığa çıkıncaya kadar açlık grevi eylemcileri yeni bir tutumu, ifadeyi ortaya koyuncaya kadar biz mevcut pozisyonun arkasında, yanında olduğumuzu ve sahiplendiğimizi tekrardan tüm demokratik kamuoyuna ifade etmek istiyoruz.
* Birçok ülkede gerçekleştirilen işçi direnişleri gösteriyor ki dünyada sistemsel bir kriz yaşanıyor. Yaşanılan bu sistemsel krizi ezilen halklar, kendi lehlerine nasıl çevirebilir? Bu krizden nasıl bir çıkış yolu bulabilirler?
Dünyada bir alt üst oluş var. Bu alt üst oluş içerisinde ne yazık ki tüm bu kaosu aşmak için kapitalizm yeniden toplumları bir soykırım kıskacına almış durumda. Bütün toplumsal değerler, binyıllardan süzülüp gelen insanlığın tüm değerlerini yok etmeye dönüyor. Bunu DAİŞ gibi ortaçağ karanlığını yayan örgütler eliyle yapmaya çalışıyorlar. Onların 2000’li yıllarda kadınları köleleştirmesi, alınıp satılan bir nesneye dönüştürmesi tam da buna dair bir şeydir. Aynı zamanda binlerce yıllık insanlık tarihinin anıtsal ve hafıza mekanları olan Palmira’yı, Sur’u yıkarak da bunu yapıyorlar. İnsanlık çok yönlü bir saldırı altında. Kapitalizm dediğimiz canavar her geçen gün önüne ne geçerse onu yok ederek yol almaya çalışıyor. Bunun karşısında da demokratik güçlerin bir direniş hattı var. Buna teslim olmayan bir yaklaşım var. Bunu Rojava’da kadın devrimi olarak. Avrupa’da, Fransa’da Sarı Yelekliler dolarak görüyoruz. Hindistan’a baktığımızda bir işçi grevi olarak görüyoruz. Arjantin’de, İrlanda’da kadınların mücadelesi olarak görüyoruz. Kapitalizmin büyük çarkına karşı çoklu direniş odakları var. Bu direniş odakları belki birbirinden bağımsız olarak görülüyor. Aynı zamanda birbirini tetikliyor ve ilham kaynağı oluyor. Onun içindir ki Türkiye’de çok hızlı bir biçimde İçişleri Bakanlığı sarı yelek satışlarını araştırmak zorunda kaldı. Olurda Fransa’daki Sarı Yeleklilerin direnişi Türkiye’de mücadele edenlere ilham kaynağı olur. Türkiye’nin Sarı Yelekliler’i çıkar mı diye. Bunu çok açık görüyoruz.
Bugün hiçbir güç, Rojava’daki özgürlük yürüyüşünü yok edecek aracı keşfedemedi. Belki işgal saldırıları yapabilirler, silahlarla sınırlandırmaya çalışabilirler ama o toplumun özgürlük yürüyüşünü engelleyemeyeceklerini çok iyi biliyorlar.
Artık dünyadaki iletişim teknolojilerinin gelişmiş olması dünyada mücadele edenlerin de birbirine daha yakınlaştığı, daha fazla birbirini dikkatle gözlediği ve birbirini itim gücü olarak da gördüğünü görüyoruz. Tüm dünyanın ezilenleri olarak yan yana gelmek zorundayız. Başka şansımız yok. Gerçekten kapitalizmi yenmek istiyorsak, emekten, insanlıktan, ekolojiden, kadından yana bir düzen kurmak istiyorsak, eşitlikçi bir dünya tahayyülümüz varsa o zaman Güney Amerika’daki mücadeleye de ses olmak zorundayız. Bütün bu mücadele dinamiklerini birbirine eklemlememiz, bağlamamız gerekiyor ki başarıyı sağlayabilelim. Bir başka kıtadan Amerika ya da Avrupa gelip Ortadoğu’da, yanı başımızda yeni bir dünyayı şekillendirmeye çalışıyorlar. Oysa biz binlerce yıldır burada yaşıyoruz ama kendi coğrafyamızda özgür değiliz. Kendi coğrafyamıza dair söz söyleyemiyoruz. Kendisini hegemonik güç olarak ifade edenler ve onların yerli işbirlikçileri, yerli statükocu güçler de bütün bu büyük aklın değirmenine su taşıyorlar. Eğer örgütlenirsek, kendi öz gücümüze yaslanırsak, toplumsal bir doğrultuyu örgütleyebilirsek o zaman da yenilmez oluyoruz. Bugün Rojava’da yaşadığımız şey budur. İstedikleri kadar müdahale etmeye, sıkıştırmaya, boğmaya çalışsınlar orada yeni bir dünya ve yaşam tahayyülü doğuyor. Bu tahayyül toplumun öz bağrından doğduğu için, milyonlarca insan tarafından sahiplenildiği için kimse bunu yok edecek aracı keşfedemedi. Belki Efrîn’deki gibi işgal saldırıları yapabilirler, silahlarla sınırlandırmaya çalışabilirler ama o toplumun özgürlük yürüyüşünü engelleyemeyeceklerini çok iyi biliyorlar. Milyonların yüreğinde ve beyninde özgürlük ateşi tutuşmuşsa artık onun önüne hiçbir barikat, silah, dünyasal ve küresel güç duramayacaktır. Burayı örnek almamız gerekiyor. Burası bize ilham veriyor. Bu ilhamı yaymak gerektiğini düşünüyorum.
* AKP iktidarı neredeyse 16 yıldır ülkeyi yönetiyor. Bu süreçte Türkiye toplumu nasıl bir değişime uğradı? Türkiye’de neler yaşandı, neler değişti?
AKP, ekonomik kriz sürecinde iktidara gelmişti. Ülke koalisyonlarla yönetiliyordu ve buna dair de toplumda bir hoşnutsuzluk vardı. Yükselen değerler, eşitsizlik, özgürlük, herkesin kendisini ifade edebileceği demokratik çoğulcu bir Anayasa, Avrupa Birliği’ne girme yönünden de ciddi özlemlerin olduğu bir dönemdi. AKP, aslında bütün bu toplumun özlemlerini bir şekilde gerçekleştireceğini vaat ederek toplumdaki eşitlik, özgürlük, demokrasi taleplerini gerçekleştireceğini ifade ederek iktidara geldi. O zaman aslında genişte bir bloğun ittifakı ile iktidara geldiğini söyleyebiliriz. Ciddi kesimlerden destek aldı. Fakat AKP, yol yürürken özellikle cemaatle geliştirdiği ittifakın kendisi belli bir süre sonra iktidar kavgasına düşmelerine yol açtı. Bu ayrışmanın kendisi Türkiye’de yeni bir dönemi de başlattı. AKP-Cemaat çelişkisi, AKP-Cemaat iktidar kavgası, Türkiye’de taşların yerinden oynamasının deyim yerindeyse devletin bütün yapı taşlarının bir şekilde değişmesine yol açtı. AKP özellikle 15 Temmuz darbesinden sonra cemaati ciddi bir tasfiyeye tutarak kalıcı bir şekilde iktidara yerleşti. Tabi sadece 15 Temmuz’dan sonra cemaat tasfiyeye uğramadı. 15 Temmuz’dan sonra ilan edilen 20 Temmuz’daki Olağanüstü Hal (OHAL) ile birlikte bir bütün devlette yapısal bir dönüşüm başladı. Devlette çok ciddi bir şekilde belli kesimlerin tasfiyeye uğradığını görebiliyoruz. Örneğin askeriye bu anlamda ciddi bir şekilde güç kayıp etti. AKP tarafının askeri güç içerisinde hem milli güvenlik kurulunun bu anlamdaki vesayeti kendileri tarafından ortadan kaldırılmış oldu. Ama aynı zamanda askerin sivil hükümet karşısındaki gücüde ciddi bir şekilde kırılmış oldu. Bütün devletin ideolojik aygıtları da eğitimden sağlığa din alanında birçok yerde ciddi bir dönüşüme uğramaya başladı. Devletin yüzyıllık şekillenmiş yapı taşları, kalıpları da bir şekilde yeni bir şekillenmeye gitti. Kimileri için bu ikinci cumhuriyet, kimileri için üçüncü cumhuriyet diye tanımlanan bir süreç.
* 16 yıl boyunca iktidarda kalmayı nasıl başardı?
16 yıllık iktidarı boyunca sürekli partner değiştirerek. Sürekli ittifaklarını yenileyerek bir şekilde yol yürüyerek ayakta kaldı. İktidara yerleşme ve kalıcılaşma becerisini gösterebilmiş bir parti. Bütün bu iktidar kliklerinin değişmesi, iktidarın kendisine sürekli yeni partnerler bularak yol yürümesinde temel argümanı çok tuttuğunu görüyoruz. O temel argüman da Kürt meselesi. Kürtlerin Suriye’de kazanacakları olası bir statü ve o statünün dört parça Kürdistan’a yansıması söz konusu. Kendisini muhalif parti diye ifade den partiler, dönem dönem AKP ile çok yakın temas ederek, yakın durmaktan imtina etmiyorlar. Bunun içerisinde CHP’de var. Burada Kürt sorunu üzerinden bir tutkal olduğunu görüyoruz. Bütün muhalif partiler arasında eskiden birbirlerine her türlü lafı edenlerin işte bu gün Kürtler haklarını kazanmasın, Kürtler Suriye’de bir statü kazanmasın, Türkiye’de bir statü, Anayasal eşitlik kazanmasın diye çok hızlı bir şekilde bütün farklılıklarını bir kenara bırakıp yan yana geldiklerinde ortak bir payda da buluştuklarını görüyoruz.
AKP’nin 16 yıl boyunca en iyi yaptığı şeylerden birisi aslında kendi seçmenini konsole etme becerisi. Her zaman Türkiye’de çok yaygın bir şekilde kullanılan iç düşman, dış düşman argümanını çok iyi bir şekilde kullandığını görebiliyoruz. Bir dönem 28 Şubat’ın mağduru olarak kendisini ifade eden başörtü sorunu özellikle mütedeyyin sorunları üzerinden bu ülkede demokrasinin olmadığını Kemalizmin bir bütün demokrasiyi askıya aldığını söyledi. Özellikle de yüzde 90’ı Müslüman olan bir toplumu, bir şekilde İslamlığından Müslümanlığından arındırılmaya çalışıldığı gibi söylemlerle Müslüman kesimin bir şekilde desteğini aldı. Belli bir süre sona bu sefer milliyetçi duyguları milliyetçi argümanları öne çıkararak milliyetçi kesimi de yanına aldığını görüyoruz. Bunu da işte vatan meselesi üzerinden ülke bekası, devlet bölünecek, millet bölünecek paranoyası yada bu söylemleri çok aşırı bir şekilde öne çıkarıp bunun üzerinden milliyetçi oyları çok hızlı bir şekilde konsole ettiğini gördük. MHP’nin söylemini de içerdiğini görüyoruz. Tabi bu toplumda ciddi bir kamplaşmayı, kutuplaşmayı getirmiş durumda. Toplum bölünmüş. AKP’yi destekleyenler AKP’yi desteklemeyenler diye çok temel bir şekilde iki temel kamp var. Evet belki AKP’yi desteklemeyenler içerisinde de farklılık var. AKP’yi desteklemeyen grubu, bir homojen grup olarak ifade etmemiz mümkün değil. Ama en nihayetinde toplumun iki ana kamp üzerinden bölündüğünü görebiliyoruz. Bir taraftan AKP’ye karşıt olduğunu söyleyip, Kürt sorunu gibi mesele olduğunda çok hızlı bir şekilde aslında o kampa geçebilen bir durumu da görebiliyoruz. Buradaki meselenin özü bu.
* Burada toplum nerede duruyor? Bütün bunların topluma yansıması nasıl?
Toplum kendisini savunmaya çalışıyor. Bu savunmayı da çeşitli biçimlerde yaptığını düşünüyorum. Belki bu gün bize büyük bir sessizlik gibi gelen, ‘ses çıkmıyor’ diye ifade ettiğimiz şeyin kendisi en nihayetinde AKP’nin topluma dair saldırılarını vardırabileceği yerin toplumda yarattığı kaygı ile ilgili. Şöyle bir şey çok yazıldı çizildi. Özellikle ablukalar sürecinde. 1915 bir Ermeni soykırımı gibi yeni bir Kürt soykırımı olabilir mi? Kürt halkına doğru topyekun bir saldırı gelişebilir mi? diye ciddi kaygılar vardı. Bu nedenle aslına toplum kendisini bir savunma hattında, en azından bütün bu saldırıları püskürtebileceği bir yerde konumlandırmaya çalıştı. Aslında bu sessizliği biraz böyle yorumlamak gerekiyor. Tabi ki diğer bir yönüyle de çok temel olarak en basit meselelerde bile cezaların çok yüksek olduğunu çok hızlı bir şekilde cezalandırma sisteminin devrede olduğunu görüyoruz. Basit bir twitten gözaltına alınabildiğiniz cezaevinde yatabildiğiniz bir süreci yaşıyoruz. Bütün bunların kendisi, bu şiddetin kendisi, hukuk eliyle gerçekleştirilen saldırının kendisi bir şekilde toplumun korkmasına ürkmesine içe büzüşmesine neden oluyor. En temel demokratik ifade biçimlerinden bile toplum yoksun durumda şuanda. Çok basit toplum, toplanma gösteri yapma, ifade hakkı, düşüncelerini açıklama, bir araya gelme, örgütlenme hakkından bir şekilde yalıtılmaya, çıplak bir şekilde ortada bırakılmaya, savunmasız kılınmaya çalışılıyor. Bunu da çeşitli biçimlerde gerçekleştiriyorlar. Burada AKP’nin çok güçlü araçlara sahip olduğunu görebiliyoruz. Birincisi devletin bütün imkan ve olanaklarına sahip, AKP-MHP ittifakından bahsediyoruz. Diğer yandan tek sesli bir medyadan bahsediyoruz. Bütün alternatif haber alma ve demokratik haber alma kanalları kapatıldı. Topluma tek bir kanaldan tek sesli olarak sürekli bir enformasyonun yapıldığı bir bilgilendirmenin yapıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bunun yarattığı bir anlamama hali bilmeme hali de çok yaygın bir şekilde yaşanıyor. Gerçeği manipüle etme her halde hiçbir dönem bu kadar yoğun olmamıştı. Toplum gerçek bilgiden ne yazık ki mahrum edilmiş durumda. Gerçek bilgiye ulaşamıyor. Gerçek bilgiye ulaşamadığı içinde düşüncesinin şekillenmesinde yanlış bilgi ya da bir şekilde dezenforme edilen bilgiyi esas almak zorunda kalıyor. Buda aslında temel bir tahribat alanı oluşturuyor. Bütün bunlarla beraber özellikle Kürdistan’da ki abluka süreçlerinde yaşanan şiddet, bu şiddetin bir şekilde görsel olarak yeniden ve yeniden üretilmesi süreçleri yaşandı. Özel sosyal medya aracılığıyla da yaygınlaşması insanlarda bunu yapan bir sistem bana ne yapmaz ki duygusunu çok hızlı bir şekilde geliştirdi. Bu aslında milyonların bir şekilde o şiddetten etkilenmesine o şiddetin hayatına yansımasını ürkmesini getirmiş durumda.
16 yıllık AKP iktidarının verdiği en büyük zarar nedir diye sorarsanız. Yarattığı toplumsal çürüme derim. Yalanın, hırsızlığın, arsızlığın mubah sayıldığı bir dönemden geçiyoruz.
En nihayetinde sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. İdeolojik olarak toplum dönüştürülmeye çalışılıyor. Eğitim, Diyanet, vakıflar, cemaatler aracılığıyla çok hızlı bir şekilde yeni bir toplum inşa edilmeye çalışılıyor. Bu toplumun içerisinde ne yazık ki bizim özlediğimiz bizim istediğimiz değerlerden hiç biri yok. Demokratik eşitlikçi, özgürlükçü kadın bakışının hakim olduğu doğanın ekolojinin savunulduğu bir haktan ziyade toplumsal biati esas alan lider kültünü esas alan, dindar ve kindar olarak ifade ettikleri yeni bir toplum yaratılmaya çalışılıyor. Bunu çoklu bir şekilde yapıyorlar. İkincisi toplum temelden bölünmüş durumda. 16 yıllık AKP iktidarının verdiği en büyük zarar nedir diye sorarsanız. Aslında yarattığı toplumsal çürümedir. Toplumsal tahribattır. Yalanın, hırsızlığın, arsızlığın mubah sayıldığı bütün toplumsal değerlerin yerle bir edildiği bir dönemden geçiyoruz. En insani, hukuki, vicdani taleplerin bile aslında yok sayıldığı bütün bunların aşağılandığı değersizleştirildiği insanlık adına biriktirdiğimiz, birlikte yaşam adına biriktirdiğimiz her şeyin aşağılandığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu bilerek isteyerek iktidar tarafından üretilen pompalanan ve yaşatılan bir şey.
* Dünyadaki toplumsal hareketler izlenildiği zaman büyük bir heyecan veriyor. Türkiye’de yaşadığımız bu heyecan aynı zamanda çetin ve zorlu bir süreci de beraberinde getiriyor. Önümüzde 8 Mart, 21 Mart, 31 Mart ve 1 Mayıs var. Yoğun bir süreç yaşanacak. Tüm bu süreçlerde bileşenlerle nasıl bir yol izleyeceksiniz?
Toplumsal hareketlilik dönemsel takvimler her zaman tüm örgütleri hareketlendiriyor. Özellikle 8 Mart Türkiye, Kürdistan ve tüm dünya kadın örgütlerinin ortak gündemi. Yine 1 Mayıs’ta aynı şekilde. Bunun üzerine 31 Mart yerel seçimleri de eklendi. Bütün bunları gördüğümüz zaman aslında çok dinamik bir sürece de girmiş durumdayız. Mücadelenin ve toplumsallığın en zirve yaptığı dönemlerden biri. Biz bütün bu süreçlere her dönem konjonktürel olarak tüm demokrasi güçleriyle ortak karşılamaya, örgütlemeye çok özen gösteriyoruz. Geçen yıl 8 Mart’, Newroz, 1 Mayıs tüm demokrasi güçleriyle ortak kutladığımız ve ortak alana çıktığımız tarihler. Bu yılı özel kılan bir yerel seçim takviminin olması ve toplumun bunun etrafında çok hızlı bir şekilde mobilize olması. Biz yerel seçimlerin tam da AKP-MHP faşizminin yenileceği bir kaldıraç olarak kullanılabileceğini düşünüyoruz. Bu seçim meselesiyle artan toplumsal ve siyasal hareketlilik aslında bize yeni imkanları da beraberinde getirecektir. Biz 24 Haziran seçimlerini aslında kendi meclislerimizin gelişimi için bir fırsat olarak değerlendirmiştik ve gerçekten sonuç aldığımız yerler de oldu. Seçim döneminde ortaya çıkan ilişkileri bir örgütselliğe çevirdik. Biz 31 Mart’ı da benzer bir şekilde değerlendirmeyi düşünüyoruz. Yerel seçimde birebir aktif yerelde çalışarak aslında demokrasi güçlerinin kazanması ve AKP-MHP faşizminin yenilmesi için emek harcayacağız. Aynı zamanda bütün bu ilişkilerin HDK meclislerinin kurulmasında, HDK’nin toplumsal mücadeleyi açığa çıkaracağı özneler olmasına da özel olarak öne vereceğiz. Bu anlamda ikili bir görev yürüteceğimizi ve ikili bir misyon üstlendiğimizi ifade edebiliriz. Mesele sadece seçim değil. Asıl seçim sonrasını gören bir hatta ihtiyaç var. 24 Haziran seçimlerinde de ifade edilmişti. Mesele 25 Haziran sabahını örgütleyebilmekti. Ne yazık ki bu konuda çok iyi bir sınav verdiğimizi söyleyemeyiz. Hem 24 Haziran günü için tüm muhalefet güçleri olarak sandıkların korunması, kontrol edilmesi ve olası hak gasplarında, şaibelerde buna karşı demokratik eylemliklerin, süreç, işletilmesi noktasında eksikliklerimiz oldu.
Mücadelenin daha da keskinleşeceği, yeni bir evreye geçeceği, uzun ve seçimsiz bir dönemde toplumsal mücadele kanallarının kendisine yol ve mecra arayacağı yeni bir döneme başlangıç yapıyoruz. Onun için biz 31 Mart’tan sonrasını bugünden konuşarak demokratik kitle örgütleri olarak, toplumsal muhalefet örgütleri olarak 31 Mart’a güç akıtacağız. Yığınak yapacak yol ve yöntemleri de tartışmak durumundayız. Ne olursa olsun mücadelemiz baki olacaksa, faşizme karşı her koşulda mücadele edeceksek en kötüsü de olsa yeniden toplumu mücadeleye sevk edecek dili, yöntemi üretmemiz gerekiyor. Bunu yapmak için elimizden gelen her şeyi yapacağız. Son olarak şunu söylememiz gerekiyor. Safların iyice netleştiği aslında arafta durmanın, ortada olmanın hiç kimseye yaramayacağı bir dönemden geçiyoruz. Ya faşizmin safında yer alınacak ya da faşizme karşı mücadele hattında olacağız. Bizler açısından faşizme karşı mücadele hattında buluşmak bugün bu noktada yol açan arkadaşlarımızın, yoldaşlarımızın yolunu takip etmek, onların seslerine, mücadelelerine katkı koymak çok önemli. Bu anlamda özellikle Türkiye’de yaşayan halklarımızın gerçek bir demokrasiyi, eşitlikçi, özgürlükçü bir toplumu çok özlediğini biliyoruz. Ancak bu kendiliğinden gelmeyecektir. Bunun için mücadele etmemiz, emek harcamamız, yol yürümemiz ve mücadele edenlerle yan yana durmamız gerekiyor. Bunu yaparsak başaracağız.