
Farklılaşma ve Kavuşmaya Karşı Kapatılma, Esaret ve Tecrit
- 09:02 4 Temmuz 2025
- Jineolojî
“Yarının aynı bugüne benzemesi, yarının sürprizlerinin evcilleştirilmesi, hayatın kontrol edilebilir ve hükmedilebilir olması, kısacası kapitalizm, ırkçılık, patriyarka ve devletin kendini aralıksız olarak yeniden üretebilmesi, ancak ve ancak esaret ve kapatılmayla mümkün oluyor. Yeniden üretimi kesintiye uğratabilecek her türlü aşkınlık ve işe yaramazlık ise tecrit ediliyor.”
Nazan Üstündağ
Birinci Bölüm
2013’teki büyük Newroz öncesi havaalanından Diyarbakır şehrine girdiğimde karşılaştığım, sonradan o da Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan ama bu terk ediş sonrası Kürt ve kadın devrimciliğini daha üst bir boyuta taşıyan can bir arkadaşım bana haberi vermişti: “Sayın Öcalan senden bahsetmiş.” O günden bugüne Abdullah Öcalan’ın hangi duygu hali, hangi akıl ve beden emeği, hangi arzu taşkınlığı ile tecriti böylesine güçle yıkabilme kapasitesine kendini kavuşturabildiğini düşünüyorum. Bana uzanarak benim kendimin de yıkmaya çalıştığım akademik tecritimi tuzla buz edebilecek, kaderimi değiştirip toplumsallaştıracak denli…
Başka bir sahneye gideyim: Doğu Beyazıt’a ilk gittiğimde, sanırım 22 yıl önceydi, dağların ve taşların rüzgarla farklı farklı oylumunun güneşle buluştuğunda, her rengi yansıttığını görmüş, anneme telefon etmiş, “Anne Allah var.” demiştim. Şimdi olsa sanırım “Anne özgürlük mümkün.” derdim.
Abdullah Öcalan yazılarıyla bana farklılaşma ve kavuşmanın her canlının özgürlük arayışı olduğunu öğretti. Güneş var olduğu sürece, farklılaşma itkisi ve kavuşma çekimi kaçınılmaz olarak doğamızın parçası, özgürlük arayışımızın temeli. Şimdi Doğu Beyazıt doğasını dünyanın özgürlüğe bağlılığının bir tezahürü olarak hatırlıyorum.
Abdullah Öcalan’ın tecritinin ve kendi tecritimizin aynı tarihsel koşulların ürünü olduğu saptamasını her zaman çok ciddiye aldım ben. Ve onun tecritini kırma mücadelesinin metodunu biraz olsun anlamayı da önemli büyüme alanlarımdan biri kabul ettim. Tecritin siyasi anlamı, arka planı, yarattığı güç ilişkileri Kürt siyasetçi ve düşünürler tarafından çokça analiz edildi. Bunlara katılıyorum ama ek yapmak istiyorum. Tecriti bir koparılma olarak yorumluyorum. İlişkiler içinde farklılaşma ve ilişkilere kavuşma diyalektiğini bütünüyle yok ederek insanı tutsak alıp cansızlaştırmaya bir yemin…
Sürgünde olanlar, cezaevinde olanlar, mahalleleri yok edilenler hepsi biliyor. Her canlı nihayetinde ilişkisiz bırakıldığında bir çeşit ölür. Tecrit yeni ilişkilerin de asla yeşertilememesini garanti altına alıyor. Kökünden kopartılmış, yeşerdiği toprağından kopartılmış, ama ne yeniden dikilmiş ne suya konulmuş; kurumaya bırakılmış ve kurutulduğu yerde ya unutulmuş ya yok olmuş ya süse döndürülmüş bir var oluş. Ama insan diğer canlılardan farklı var olma araçlarına sahip. Abdullah Öcalan bu araçları geliştirmiş biri. Dünyayla dolayımsız da ilişkiye girebiliyor. Kendine her zaman bir yeşerme alanı yaratabiliyor. Susuz kalmış bir ağaç gibi dallarını uzatarak kaynaklar buluyor. 2013-2015 arasında olduğu gibi dışarıdaki tecriti kırmak için konferanslar, partiler, örgütler önererek bir araya gelme yolları örüyor.
Dünyayla dolayımsız ilişkiye girebilmek, günün kötümserliğini aşmayı ve kendini taşkın bir arzuyla donatmayı gerektiriyor. Artık sizi alışkanlıklarınız, talepleriniz, beklentileriniz donatmıyor. Dünyayla dolayımsız ilişki kurma çabası sizi insanlık, canlı olmak, özne olmak, dünyanın farklı zamansallıkları ve mekânsallıkları ile buluşmak konusunda yeni bir bilince davet ediyor. Dünyayla dolayımsız ilişkilenebilmek için umudun sizin hayatınızdan, bedeninizden, ölümlülüğünüzden çıkıp insanlıkla, canlılıkla bir ilgi kurması gerekiyor.
Tecritin aşılabilmesi gerçekten de müthiş bir inanç ve sevgi gerektiriyor. Abdullah Öcalan’ın korkunç derecede umut sahibi olduğunu düşünüyorum. İnsanın farklılaşma ve kavuşma arzusuna, yani özgürlük aşkına müthiş bir inancı olduğunu düşünüyorum. Gündelik olaylar ve şahsi tecritinin ötesinde bir zaman ve mekânda yaşayabilmesini sağlayan inanılmaz bir merakı var. Başka ve bilmediğimiz bir geleceğin imkanına yıkılmaz bir sevgi, sadakat ve ciddiyetle bağlı olduğunu tahmin ediyorum. Böyle bir bağlılık insanı gündeliğin zamanından da tarihsel konjonktürün zamanından da çıkartır. Başka zamanların aktörü kılar.
Kürt kadınlarının mitolojik zaman dediği, Benjamin’in mehdinin zamanı dediği zaman halleri bunlar. Çok geniş zamanlar, tanımlanmış hiçbir sıfatın ömrü içine sıkıştırılamayan zamanlar. Abdullah Öcalan’ın kendini içine oturttuğu zaman böyle bir geniş evren zamanı. Kürt meselesini 5 dakikada çözerim cümlesini de sorunu basitçe çözülebileceği için değil de meselenin Kürtlerin, Kürt kadınların ve çocukların bu geniş zaman içinde aktörü olmalarının önündeki engellerin kolayca kaldırılabileceği düşüncesinde olduğu için kurduğunu düşünüyorum.
Ben Kürt halkından çok siyahlarla özdeşlik kurarım. Birçok sebebi var bunun. Kadınlığın bir kölelik sonrası durum olduğu konusundaki sosyolojik analizleri jineolojî ile ciddi anlamda kesişiyor. Ama daha kişisel bir şeyden bahsediyorum. Mesela benim dönebileceğim bir köküm yok. Anne tarafım sadece erkeklerin sürdürebildiği bir etnisite ve dinsellikten geldiği için etnisitemin tarihini ve dinimin sırlarını bilmiyorum. Babam köyden gelip kendini laik cumhuriyetin sınıf atlayan bir vatandaşı olarak, ailesini devlet ve şirket olarak kurduğu için de bir köküm yok. O anlamda bir mitolojik zamanım, mehdi zamanım yok içinde durabileceğim. Ama aynı siyahların edebiyatlarında, filmlerinde hatta şu sıralar gündelik hayatlarında kurdukları bir bilim kurgu-fantezi zamanım var. O bilim kurgu-fantezi zamanı dünyayı ve kapitalist modernitenin hayal gücümüzü yakalama ve tecrit etme biçimlerini duymamı sağlıyor.
Bu yazıyı Sri Lanka’dan yazıyorum. Dünyayla dolayımsız ilişkiler kurmaya hem zorlandığım hem de çalıştığım bir süreçte, sekiz ay sürecek, yeni bir duraktan. Kapatılma, esaret ve tecrit gibi sözcükleri düşünmek için iyi bir yer Sri Lanka. Nihayetinde bu sözcükler, sadece kendi bağlamımızı değil, küresel ve yerel boyutta iktidarın çalışma biçimlerini anlamak açısından da kilit roldeler. Üstelik kapitalist modernitenin dayattığı kapatma, tecrit ve esareti hem dış hem de iç dünyamızda tüm tezahürleriyle beraber anlamak, aynı zamanda dünyada verilen çoğul özgürlük mücadelelerini kavramsallaştırmak için de elzem.
Esaret ve tecrit yalnızlaştırıcıdır. Akışkanlığı parçalayan, bütünü parçalara bölen, ilişkiselliği kopartan bir görme ve yaşama biçimine hizmet ediyor. Enerjinin, ışığın, sesin büyüsüyle anlam verdiğimiz var oluşumuzu, zor kullanarak ayrıştırıp birkaç boyuta indirgiyor. Enerjinin, ışığın, ısının ve sesin her karşılaşmada dönüşerek yarattığı farklılaşmaları düşünün. Ancak engellemelerle karşılaşıp kapatıldıklarında, esarete alınıp tecrit edildiklerinde büyülerini yitirip işlevsel hale gelişini, sabit isimlerle anılışını hatırlayın. Bizler de evlere, hapishanelere, şehirlere, iş yerlerine, kapatıldığımız ölçüde büyümüzü yitiriyor, kapitalist modernitenin bize verdiği isimler altında donarak işlevselleşiyoruz.
Siyah bir fantezi yazarı olan N. K. Jemisin’in olağanüstü metaforlarla dolu bir üçlemesi var. Üçlemenin bir yerinde muhteşem bir şehir anlatılıyor. Her şey olağanüstü, çünkü asla bitmeyen ve her şeye yeten bir enerji bütün şehri sarmalıyor. Zaman içinde öğreniyoruz ki bu enerjinin kaynağı esir edilmiş, birer birer küçük bölmelere kapatılmış, tüm fonksiyonları makinelere bağlanmış ve tamamıyla işlevsel hale getirilmiş bir yerli halk. Kitabı okurken, köleleştirilmiş siyah halkın emeğiyle inşa edilmiş Amerika’yı, eve kapatılmış kadın emeğiyle yeniden üretilen iş gücünü ve bu iş gücünün her gün iş yerlerine kapatılarak ürettikleri sermayeyi düşünmeden edemiyorsunuz.
Jemisin, sanırım Ursula Le Guin’in hikayesinden esinlenmiş. O hikâyede de yine her şeyin güllük gülistanlık olduğu bir ülkede, ülkenin mutluluğunun bir bodrumda tecrit edilmiş ve tüm yaşam enerjisi makinelerle emilen bir çocuk sayesinde gerçekleştiğini öğreniyorduk. Bu hikâye sayesinde bir çocuğun esrarengiz hayal gücünün, dünyayı ve kendi varlığını test ettiği coşkulu beden hareketlerinin, nasıl ve hangi kapatmalarla davranışları önceden bilinebilir “bireylere” dönüştüğünü anmadan edemiyorsunuz.
Yarının aynı bugüne benzemesi, yarının sürprizlerinin evcilleştirilmesi, hayatın kontrol edilebilir ve hükmedilebilir olması, kısacası kapitalizm, ırkçılık, patriyarka ve devletin kendini aralıksız olarak yeniden üretebilmesi, ancak ve ancak esaret ve kapatılmayla mümkün oluyor. Yeniden üretimi kesintiye uğratabilecek her türlü aşkınlık ve işe yaramazlık ise tecrit ediliyor.
Queer teorisyen Jack Halberstam birkaç sene önce yazdığı bir kitabında bu konuyu doğa ve hayvanlar, vahşilik ve vahşet bağlamlarında ele almıştı. Kitap doğanın varlığa vaat ettiği sonsuz çokluktan ve queer imkanlardan bahsediyordu. Yaşamın kendimizi esiri kıldığımız kategorilerin zincirlerinden boşaldığında ve hayvan ve doğayla farklılaşma ve kucaklaşma içinde neye benzeyebileceğine dair kafa yoruyordu. En büyük tecritin insanın doğayı tecrit etmesi, en büyük esaretin insanın hayvanları esir alarak onları işlevselliğe indirgemesi ve evcilleştirmesi, en büyük kapatmanın da korunaklı evler ve kentler kurması olduğunu anlatıyordu.
Not: Yazının ikinci bölümü haftaya yayınlanacaktır.
Bu yazı, Jineolojî Dergisinin “TECRİT VE KAPATILMA” dosya konulu 33. sayısından kısaltılarak alınmıştır.