Klinik psikolog Banu Yılmaz: Cezasızlık toplumsal travmayı derinleştiriyor

  • 09:06 11 Aralık 2018
  • Güncel
ANKARA  - Türkiye’de yaşanan toplumsal travmaların etkilerinin ortadan kalkması için cezasızlığın önüne geçilmesi gerektiğini belirten klinik psikolog Banu Yılmaz, “Süreğen toplumsal travmaların etkilerinin ortadan kalkması her şeyden önce şiddetin sona ermesini ve korku ikliminden barış ve umut iklimine geçişi gerektirir. Yaşananların kabulü, özür ve telafi süreçlerinin devlet tarafından üstlenilmesi gerekir" dedi. 
 
Türkiye’de özellikle 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra Diyarbakır, Suruç, Ankara ve Antep’te, DAİŞ’in bombalı saldırıları sonucu çok sayıda kişinin yaşamını yitirdiği katliamlar yaşandı. Katliamlardan sağ kurtulanlar, yas sürecini yaşayamadığı gibi gelişen cezasızlık kültürüyle daha fazla travmaya maruz kaldı. Bunun yanı sıra Türkiye, geçmişten bu yana katliamların ve “faili meçhul”lerin yaşandığı bir ülke olarak toplumsal travmaların yoğun olarak yaşandığı bir hafızaya sahip. 
 
"Travma, toplumsal bellek ve yas" üzerine çalışan Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nden (DTCF) ihraç edilen akademisyen ve klinik psikolog Banu Yılmaz, travmanın toplumsal bir hâl alması ile yas sürecinin yaşanamaması üzerine konuştu. 
 
Travmanın süreğenliği
 
Travmaya bağlı bireysel ve toplumsal sonuçların açıklanmasında travmanın geçmişte bir noktada yaşanıp sona erdiğinin varsayıldığını belirten Banu, "Ancak bu kabul bizde olduğu gibi şiddet, çatışma ve katliamlar gündelik yaşamın bir parçası haline gelmiş olan insanların ve toplumların deneyimlerini ele almada yetersiz kalır. Travmanın süreğen olması, travmadan kaynaklı olarak ortaya çıkan tehlike ve tehdit beklentisini gerçekçi hale getirir ve bu beklenti genellikle korunacak ve ‘iyileşecek’ güvenli yerlerin olmadığı bir çevrede gerçekleşir" dedi.
 
'Zihin potansiyel gelecek travmalara odaklanır'
 
Süreğen tehdit ortamlarında yaşayanların genellikle geçmiş travmatik maruziyetler yaşamış olsalar da zihinlerinin birincil olarak şu anki ve gelecekteki güvenlikleriyle meşgul olduğuna dikkat çeken Banu, "Odak bu şekilde beklenen tehlike olduğunda, zihin geçmişte olup bitmiş olayın işlemesinden çok potansiyel gelecek travmalara odaklanmış durumdadır. Travmanın geçmişte kaldığı durumlardan farklı olarak şiddet, çatışma, insan hakları ihlalleri gibi farklı travmaların da yaşandığı durumlarda güvenlikle, gelecekle ilgili endişe yaşamamak olağan dışı olarak değerlendirilebilir" ifadelerini kullandı. 
 
‘Stres bozukluğu depresyon ve öfke belirtilerine neden olabilir'
 
Toplumsal travmaların yaşandıkları dönemlerde ve kuşaklar boyu binlerce insanı etkileyen, ağır insan hakları ihlalleri barındıran olağan dışı durumlar olduğunu dile getiren Banu, toplumsal travmaları şöyle açıkladı: "İnsan hakları sistematik olarak ihlal edildiğinde, bireyler, aileler, toplum ve kültür için kalıcı etkiler yaratır. Hak ihlaline uğrayan kişiler için ailesel, sosyal, kültürel kaynaklardan da mahrum edilme söz konusu olur. İnsan hakları ihlalleri, insanın bir başka insana yaptıkları nedeniyle ortaya çıktığı için doğası itibariyle kişiler arasıdır. Bu nedenle insan doğasına ilişkin olumlu temel inancı bozarak dikkatin olumsuz kişiler arası davranışlara odaklanması, güvende hissetmeme ve bağlanma sorunları gibi sonuçlar doğurabilir. İnsanın potansiyel olarak tehlikeli olduğuna ilişkin bir inanç insanlardan uzaklaşmaya neden olarak travma sonrası stres bozukluğunun kaçınma, depresyonun içe çekilme ya da öfke belirtilerine neden olabilir." 
 
'Faillerin cezalandırılması önemli'
 
Banu, kişinin kontrolünün olmadığı ya da kontrolünün kasıtlı olarak elinden alındığı travmalara sistematik olarak maruz kalması sonucu dünyayla etkileşim kurma yolunu etkileyerek psikolojik sağlığı bozabildiğini vurguladı. Banu, "Bireyin ya da grubun davranışsal ya da duygusal açıdan bağımsızlığını ya da kimlik duygusunu sarsarak başarısızlık, yetersizlik, yabancılaşma, benliği ve geleceği üzerine kontrolü kaybetme duygularına neden olabilir. Bu şekilde birey ya da grup kimliğinin toplumda statüsünü sarsarak öz saygı ve gruba aidiyeti zedeleyebilir. Bu kişilerarası süreç, kontrol algısı ve kimlik boyutları travma sonrası çevrede etkilidir. Örneğin; şiddete maruziyet durumunda güven duygusunun yeniden sağlanabilmesi için koşulların elverişli olması ya da güvenli ilişkiler kurulabilecek bağlamların devreye girebilmesi önemlidir. Travmanın ardından güvenliğin yeniden sağlanması, etkilenenlerin sağaltımı, faillerin cezalandırılmasına yönelik girişimlerin başlatılması gibi pek çok adım travma sonrası çevre ile ilişkili olabilir. 
 
Travma sonrası yas sürecinin çeşitli etmenlerle şekillendiğini ve aşama aşama ilerlediğini ifade eden Banu, kaybın biçimi, kaybedilenle ilişki, kayıp sonrası yaşananların, faillerin bulunması ve cezalandırılmasının yasın başlayabilmesi ve sağlıklı bir biçimde tutulabilmesiyle ilişkili olduğunu söyledi. "10 Ekim Katliamı’nda yaşananlar bu sürecin sağlıklı yaşanabilmesine izin vermekten çok uzak olduğu açıktır” diyen Banu, şöyle devam etti: “Beklenmedik olması nedeniyle kaybın aniliği, içerdiği şiddet nedeniyle travmatik olması, olay sırasında ve sonrasında yaşananlar nedeniyle yaşattığı öfkenin yoğunluğu, sorumluların cezasız kalması nedeniyle de güven ve adalet duygusunun kaybı gibi çok sayıda özelliğiyle 10 Ekim ve benzer olaylarda yasın başlaması ve yaşanması güçleşmektedir. Yası tam olarak tutulamamış kayıpların yaşamımıza gölge düşürdüğü, enerjimizi yuttuğu ve yaşamla bağlantı kurma yeteneğimizi bozduğu gerçeği, bu sürecin etkilediği yüzlerce insan olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda tablonun ağırlığını ortaya koyar." 
 
‘Yasın tutulamaması sorunları derinleştiriyor’
 
Türkiye'de özellikle son süreçte yaşamını yitiren çok sayıda insanın gömme hakkının elinden alınması ya da bazılarının kimsesizler mezarlığına gömülmesine değinen Banu, bu konuyu muğlak kayıp açısından ele almak gerektiğinin altını çizdi. Banu, "Muğlak kayıp, kişinin fiziksel olarak ortada olmadığı ancak ölüm sonrası ritüellerin gerçekleştirilememesi nedeniyle kişinin duygusal olarak varlığının devam ettiği durumları açıklamak için kullanılabilecek bir kavram. Türkiye’de kaybedilen yüzlerce insan var ancak bu konuda yapılmış bir çalışma henüz yok. Şu anda bir araştırma sürdürüyoruz, bulguları henüz elimizde değil ancak kaybın ‘belirsizliği’ -bedenin ortada olmaması- nedeniyle yasın tutulamamasından kaynaklı olarak çeşitli sorunların ortaya çıkmasının olası olduğunu söylemek yanlış olmaz" dedi. 
 
'Yaşananların devlet tarafından üstlenilmesi gerekir'
 
“Faili meçhul”lerin ya da cezasız kalan tüm insan hakları ihlallerinin, bu ihlallere maruz kalan kişilerin zihninde bir “adalet boşluğu” olarak temsil edildiğini söyleyen Banu, "Bu boşluğun kapanmaması yani adaletin sağlanmaması, yaşanan travmalara bağlı tepkilerin yatışmasını güçleştirir" diye konuştu. Süreğen toplumsal travmaların etkilerinin ortadan kalkması, her şeyden önce şiddetin sona ermesi, korku ikliminden barış ve umut iklimine geçişi gerektirdiğini vurgulayan Banu, "Geçmişte yaşananları yavaş yavaş kabul etmek, yalnızca fiziksel ve ruhsal yaralarla baş etmek değil aynı zamanda politik bağlamı onarmakla da ilgilidir. Bir başka deyişle, yaşananların kabulü, özür ve telafi süreçlerinin devlet tarafından üstlenilmesi gerekir" ifadelerini kullandı