'Gömülme hakkının engellenmesi toplumsal travmalara neden olur'

  • 09:02 29 Mayıs 2020
  • Güncel
ANKARA - Onurlu bir şekilde gömülme hakkının engellenmesinin sadece ölü bedeni değil, o kişinin anısını, değerlerini, sevdiği ve onu seven kişileri hedef aldığını vurgulayan sosyal psikolog Cansu Yumuşak, bu anlamıyla bireysel travmaların toplumsal travmalara dönüşebileceğini belirtti. 
 
Kürt kentlerinde, çatışmalarda yaşamını yitirmiş insanların mezarına yönelik saldırılar devam ederken, Kilyos’ta 2017 yılında Garzan Mezarlığı’ndan çıkarılan 282 cenazenin 261’inin üst üste kaldırıma gömüldüğü ortaya çıktı. Uzun süredir cenazelerin nereye götürüldüğünden haberdar olmayan aileler, yas sürecini yaşayamazken ardından gelişen saldırılar ve gömülme hakkının engellenmesi ile yaşadıkları acıya, her geçen gün bir yenisi ekleniyor. Gömülme hakkının engellenmesi, mezarlara dönük saldırıların hukuki, politik ve insani boyutunun ötesinde yarattığı psikolojik boyutu sosyal psikolog Cansu Yumuşak değerlendirdi. 
 
‘Görüntüler uzun bir sürecin sonunda gelinen noktaya işaret ediyor’
 
Adli Tıp incelemesi gerekçesiyle İstanbul’a götürülen cenazeler hakkında ailelerine gerekli bilgiler verilmediğine, sürece ilişkin bir açıklama yapılmadığına dikkat çeken Cansu, “Peki, bu süreci bilmek neden önemli?” sorusunu yönelterek şöyle devam etti: “Hayatını kaybeden kişinin kimliğinden bağımsız olarak, ölüm yani yaşamın sonlanması denilen olgu, tüm insanların ortak kaderine ilişkin bir gerçeklik. Hayatın son noktasından, her şeyin sona erdiği andan bahsediyoruz. Bu sonu, hem bireysel hem de toplumsal olarak kabullenmek için yas sürecine ve çeşitli kültürel seremonilere, ritüellere ihtiyaç duyarız. Nasıl ki bu son herkes için ortaksa, herkesin aslında diğer tüm kimliklerinin de ötesinde sadece bir insan olduğu ya da kişinin tüm kimliklerinin temelinde, hepsini onun üzerine inşa ettiği insanlığının olduğu gerçeği varsa, her insan da çok temel bir hak olarak onurlu bir şekilde gömülmeye layıktır.” 
 
‘Soruların yok sayılması siyasi otoriteye güveni temelden sarsar’
 
Defin hakkının ölüm gibi ortak olduğuna dikkati çeken Cansu, bu hakkın ihlâlinin ise hiçbir gerekçesi olamayacağını vurguladı. Cansu, “Hakkın neden ve nasıl ihlâl edildiğine, sürecin maksatlı olup olmadığına ve bu dönemde yaşanmış tüm sorunların ve ortaya çıkan stresörlerin tetiklediği psikolojik sorunların telafisinin nasıl sağlanacağına dair bir açıklamanın olmaması da göz önüne alındığında, tüm insanlara yapılandan ‘farklı’ bir uygulama olduğu algısı güçlenir. Neden farklı bir uygulama var? Neden en temel haktan bile mahrum edilecek bir şekilde defnedildiler? Bu soruların anlamlı bir yanıtı olamazken, soruların yok sayılması, soruların muhatabı olan siyasi otoriteye duyulan güveni temelden sarsar. Karşılıklı iletişim ve etkileşimlerde güven problemi, psikolojik açıdan sağlıklı bir süreç işlemesini imkânsız hâle getirebilir” diye konuştu. 
 
‘Kayıp sonrası yaşanan yasın 5 temel evresi vardır’
 
Ölü bedene eziyet etme, ölü bedeni gömmeyi, taziye kurmayı ve yas tutmayı engellemenin neden olabileceği travmalara değinen Cansu, sözlerini şöyle sürdürdü: “Hiçbir zaman bir insan sadece kendisinden ibaret değildir. Tüm sosyal bilimlerin de kabul ettiği gibi, insan toplumsal bir varlıktır. Bu yüzden bir insan hayatını kaybettiğinde ona dair her şey ortadan kalkmaz. O insanın yakınları, onu tanıyanlar, onun hayatını kaybetmesinin yasını tutmak hakkına sahiptirler. Bu hem bireysel hem de toplumsal bir ihtiyaçtır. Bir döngünün doğal olan ya da olmayan yollardan tamamlanmış olmasını anlamlandırmak, bu kayıpla baş etmek için işlenmesi ve aşılması gereken bir süreçtir. Kayıp sonrasında yaşanan yasın 5 temel evresi vardır: İnkâr, öfke, pazarlık, depresyon, kabullenme. Bu beş evre işlenip aşıldığında ve sonunda kabullenmeye erişildiğinde sağlıklı bir şekilde süreç tamamlanmış olur. Ancak bir kişinin ölüp ölmediğinden bile emin değilsek, cenazenin nerede olduğunu, teşhis edilip edilmediğini bile bilmiyorsak, ölümün ardından gelmesi gereken toplumsal kültüre uygun ritüelleri gerçekleştiremiyorsak bu sürecin sağlıklı bir biçimde tamamlanması da mümkün olmayacaktır.”
 
‘Kişinin mezarı kayıpla baş etmek için bir duraktır’
 
Bedenin teşhisine, kimliklendirmesine, kaybın kesinliğine dair resmi bir açıklamaya ulaşamamanın kişilerde inkâr evresinin sağlıksız bir şekilde uzamasına sebep olabileceğinin altını çizen Cansu, bilindik ve tanıdık bir sürecin devreye girmesi, cenazenin alınması, kültürel olarak uygun şekilde defne hazırlanması ve definin gerçekleşmesi gerektiğine vurgu yaptı. “Definin gerçekleştiği yer, yani kişinin mezarı kayıpla baş etme ihtiyacı içindeki ailenin ya da yakınların ihtiyaç duyduğu bir duraktır” diyen Cansu, şunları dile getirdi: “Özel günlerde mezar ziyaretleri, mezarı çiçeklerle, mezar taşlarıyla süslemek, bakımını yapmak, hayatını kaybeden yakınımıza ayırdığımız, ona vermek istediğimiz sevginin yeni bir formda sağlıklı bir şekilde başka bir kanala yönlendirilmesini sağlar. Her şeyden önemlisi, içinde bulunduğumuz kültürün bir parçasıdır bu. Herkes, bir yakınını kaybettiğinde, toplumsal bir destek görmeyi, kalabalıklaşmayı, bu zor olayı aşarken yalnız kalmamayı ve güvenebileceği, öngörebileceği bir sürecin olmasını bekler. Bu çok temel bir beklentidir. Geçmişteki öğretiler şimdi işlemeyince, bir şeyler olması gerektiği gibi olmayınca makine aksar, düz bir şekilde ilerlemesi gereken bu çizgi kırılır. Travma da bu kırılmadır. Beklenenin gerçekleşmemesidir. Olması gerekenin, en temel hakkın, yerine gelmemesidir.” 
 
‘Sistematikleşen hak ihlalleri toplumsal travmaya neden olur’
 
Sistematikleşen hak ihlalleri ile birlikte bireysel travmaların toplumsal travmaya dönüşebileceğini belirten Cansu, bu hak ihlallerinin bir iki kez değil, maksatlı bir şekilde sistematik olarak sürdürüldüğünde etkilerinin de derinleşeceğini vurguladı.  
 
‘Yasın ortaklaşması toplumsal hafızada yer tutmasını sağlar’
 
Toplumsal olarak paylaşılan ortak duyguların, kutlamaların, bekleyişlerin, ortak emek süreçlerinin, törenlerin, yasların nasıl işlendiği ve o toplum için ne anlama geldiği, toplumsal kimliğin önemli bir parçası olduğuna işaret eden Cansu, sözlerine şöyle devam etti: “Toplumsal hafıza ya da kolektif hafıza dediğimiz şey de aslında bu duyguların, bu anıların ortak anlamlarla beraber işlenmesi, beraber hatırlanması demek. Konumuz kapsamında, kayıp ve yas süreçlerinin birlikte işlenmesi, birlikte hatırlanması, yasın ortaklaşması bütün bu süreçlerin toplumsal hafızada ortak bir yer tutmasını sağlar. Bir olayı hatırlamak ne kadar acı verici olursa olsun, hafızaya yerleştirmek, işlemek ve anlamlandırmak ve bu anlamı kolektif bir şekilde paylaşmak iyileşme sürecinde belirleyici bir yere sahiptir. Yaşanan kayıptan, acıdan, yastan toplumun her kesimi, sistemin her parçası aynı derecede, aynı şekilde etkilenmeyebilir. Ancak birbirini anlamak ve bu etkilenmeye saygı duymak ve yan yana durabilmek, bütünleştirici bir etkiye de sahiptir.”
 
‘Toplumsal yüzleşme için kanallar açabilmek gerekli’
 
Birinin ya da toplumun bir kesiminin acısına, yasına karşı başka bir kesimin duyarsızlık veya öfke ile yaklaşması durumunda yardımlaşma, dayanışma, zor durumda güvende hissetme ve destek olma-olunma gibi kavramların yerini bulamayacağını ve eksik kalacağını belirten Cansu, bu eksikliğin iyileşme sürecini olumsuz etkileyeceğini belirtti. Kişilerin toplumsal ilişkilerinden güven olgusunu çıkarmak zorunda kaldıklarında ortaya çıkan duygu ve durumlarda; karmaşa, tahammülsüzlük, gerginlik, güvensizlik gibi birçok toplumsal gerilim doğuran şeyin kökeninde bu yalnız bırakma ve duyarsız kalma durumunun yattığına dikkati çeken Cansu, bu konuda atılması gereken adımları şöyle sıraladı: “Hâliyle, toplumsal travmaya dönüşen, kronikleşen bu güvensizliğin birincil ilacı da güven olmak durumundadır. Yaşanan adaletsizliklerin adını koymak ve aşmak, normal olmayan durumların anormal olduklarını kabul etmek, adalet sistemini düzgün işletmek, bu adalet sisteminin işleyişine destek verecek yapıların varlığı ve yaygınlığı, toplumsal yüzleşme ve onarım için kanallar açabilmek.”
 
‘Ölüye müdahale değerlerini ve onu sevenleri hedef alıyor’
 
Bir kişi hayatını kaybettiğinde, onun için sonun gerçekleşmiş olduğunu ve artık onun bedenine yapılan herhangi bir müdahalenin doğrudan ona değil,  anısına, değerlerine, sevdiği ve onu seven kişileri hedef aldığına dikkati çeken Cansu, “Psikolojik şiddet dediğimiz olgu, doğrudan bizi hedefe koymayan bazı eylem ya da söylemler, sevdiklerimize ya da değerlerimize zarar vererek de bizi inciteceklerini bilerek yapılır. Bu da apaçık bir şiddet türüdür. Duygu, düşünce ve davranışlarımızı zor yoluyla baskı altına almaya kontrol etmeye çalışır. Benliğimize, bizi biz yapan şeylere saldırır. Bu noktada, bize kim olduğumuzu, neden olduğumuz hâliyle de gerçek ve değerli olduğumuzu hatırlatacak toplumsal desteklerden mahrum kalırsak gerçek teslimiyet hâline yaklaşabilir, kendimizden vazgeçme noktasına gelebiliriz. Ancak, benliğimizi ve kimliğimizi saygıyla karşılayacak, yaşadıklarımızı anlayacak, karşılaştığımız anormalliklere bizimle birlikte tepki gösterecek bir destek mekanizması içerisinde olursak, bizi biz yapan şeylere daha sağlam bir şekilde tutunabiliriz” diye belirtti. 
 
'Şiddet faili tüm gücüyle konumlanırken karşı tarafı kalabalıklaştırmalı’
 
Şiddetin failinin, adalet terazisinin karşı tarafında tüm gücüyle konumlanırken, terazinin ait olduğu tarafını kalabalıklaştırma gerektiğine vurgu yapan Cansu, “Sadece bizimle birlikte mağdur kimliği taşıyanlarla değil, bu şiddete karşı olan herkesle beraber olabilmek, insani değerler adına, ortak insan haklarına sahip çıkanlarla beraber hareket edebilmek bu yüzden önemlidir. Anlayış sağaltır, kalabalık güçlendirir” diye konuştu.