İnsan hakları askıya alındı: Nefret tohumları eken bir politikayla karşı karşıyayız

  • 09:36 10 Aralık 2018
  • Hukuk
Rengin Azizoğlu
 
VAN - Bugün insan hakları kriziyle karşı karşıya olunduğunu belirten TİHV üyesi Sevim Çiçek, bu krizin savaş, göç ve ekonomik krizin yanı sıra her türlü etnik ve siyasal yapıyı birbirine düşman ettiren, nefret tohumları eken bir politikaya dönüştüğünü söyledi. Sevim, "Buna karşı bu karanlık günlerde yan yana dayanışarak, mücadeledeki ısrarımızı aynı kararlılıkta sürdürmemiz gerekiyor" diye belirtti.
 
Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu'nun İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ni ilan ettiği tarih olan 10-17 Aralık, İnsan Hakları Haftası olarak kabul edildi. 1948 yılında ilan edilen Beyannameyi, Türkiye 1950'de imzaladı ve 1954 yılında da yürürlüğe girdi. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ndeki maddelere bakıldığında insan hakları noktasında referans alınabilecek en önemli sözleşmelerden biri. Bildirge, insanın doğuştan sahip olduğu kişisel hak ve özgürlükleri tanımlar, her insanın yasa önünde eşit olduğu, işkence, kötü muamele ve onur kırıcı cezalara tabi tutulamayacağını ilan eder. Fakat günümüz açısından baktığımızda üzerinden 70 yıl geçmesine rağmen 1948'de ortaya konulmuş kriterlerin maalesef çok ötesinde hatta karşısında bulunduğumuzu görüyoruz. 
 
Son bir yıl içerisinde cezaevlerinde yaşanan hak ihlalleri, 2015 yılından itibaren Sur, Cizre, Nusaybin, Yüksekova ve Silopi'de ilan edilen sokağa çıkma yasakları sonrası kentlerde meydana gelen yıkımlar, halkın maruz bırakıldığı hak ihlalleri ve Cumartesi Anneleri eylemine yapılan saldırıları Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) üyesi Sevim Çiçek değerlendirdi.
 
'80 darbesini aşan hak ihlalleriyle karşı karşıyayız'
 
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nde en temel haklar olan yaşam hakkı, işkence yasağı, kölelik ve zorla çalıştırma yasağı, özgürlük ve güvenlik hakkı, adil yargılanma hakkı, yasaya dayanmayan ceza verememe ilkesi, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi hakların net bir şekilde belirtildiğini söyleyen Sevim, Türkiye'nin bu sözleşmeye imza atmış olmasına rağmen günümüzde en fazla ihlal edilen hakların da bunlar olduğu gerçeğiyle karşı karşıya olunduğunu söyledi. Sevim, "İmzaladığımız sözleşmedeki en temel insan haklarını bile askıya alan, tam tersi uygulamalar ve hukuksal düzenlemelerle karşı karşıyayız. Son bir yılda hak ihlallerine ilişkin çok ciddi artış olduğunu gözlemlesek de geçmiş yıllardan bugüne baktığımızda Türkiye'nin hak ihlalleri noktasında sicilinin çok da parlak olmadığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. 1980 askeri darbesiyle toplumsal, kitlesel çok yoğun hak ihlallerinin ilan edildiği dönem olmasına rağmen günümüzle karşılaştırdığımızda 80 darbesi döneminde yaşanan hak ihlallerini aratan bir durumdayız" diye konuştu.
 
'İnsan haklarını askıya alan bir iktidarla karşı karşıyayız'
 
Günümüz itibariyle bir insan hakları krizi ile karşı karşıya olunduğunu ifade eden Sevim, bu krizin savaş, mülteciler, göç, ekonomik kriz, her türlü etnik ve siyasal yapıları birbirine düşman ettiren, birbirinin acısını anlamayan, insanların arasına nefret tohumları eken bir politikaya dönüştüğünü kaydetti. Sevim, devamında şunları dile getirdi: "Yaşanan insan hakları ihlallerinin temel sebebi de bu politikadır. Çatışmadan beslenen, demokrasiyi, insan haklarını askıya alan bir iktidarla karşı karşıyayız. Daha da kötüsü iktidar bu yönlü pratiklerini her mecrada çok rahat bir şekilde ifade ediyor. Bunları böyle değerlendirdiğimiz zaman en temel yaşam hakkı, barınma hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü hakkı askıya alındığı gibi yaşanan 10 Ekim katliamının, Suruç katliamının anmalarına baktığımız zaman insanların yaslarını yaşamasına, cenazelerini gömmesine izin verilmeyen bir dönemden geçtik. Tüm bu toplumsal travmaların etkileri ileriki dönemde karşımıza çıkacak."
 
'Cezasızlık failler için cesaret vericidir'
 
Hak ihlallerinin yanı sıra bu ihlalleri yapan faillerin de yargı tarafından "ödül" gibi cezasız bırakıldığını ifade eden Sevim, Türkiye'de cezasızlığın hatta faili koruyan ve ödüllendiren kararların bilinçli olduğunu kaydetti. Sevim, "Yargıçların bu tür davalarda elinin titrediğini, hiçbir zaman faille ilgili doğru, adaleti tesis edeceği bir karar vermediğiyle defalarca karşılaştık. Örneğin Bolu Tugay Komutanı General Yavuz Ertürk 11 köylünün gözaltına alınıp kaybedilmesine ilişkin ailelerin başvurusu üzerine dava açılmıştı. Açılan bu dava üzerine Meclis İnsan Hakları Komisyonu gözaltında kaybedilmenin Yavuz Ertürk'ün yetkisi ve bilgisi dahilinde olduğuna ilişkin bir karar almıştı. Daha sonra bu dava AİHM'e taşındı ve Türkiye sorumlu tutuldu. 2004'te bu 11 kişinin cenazesi bulundu. Fakat Diyarbakır'da görülen dava Ankara'ya sürgün edildi. İnsan Hakları Komisyonu'nun raporu, görgü tanıklarının ifadeleri ve AİHM'nin kararına rağmen Ankara yeterince delil olmadığı gerekçesiyle Yavuz Ertürk'ü beraat ettirdi. Bunun gibi birçok dava var. Devletin en yetkili ağızlarından yapılan, insan hakları suçlarını meşrulaştıran, destekleyen açıklamalarla da karşı karşıyayız. Bu da failler için cesaret verici bir durumdur" diye konuştu. 
 
'İktidar bu yasaları koyarak suç işliyor'
 
Türkiye'nin iki yıl boyunca Olağanüstü Hal (OHAL) ile yönetildiğini hatırlatan Sevim, OHAL döneminde insan haklarına aykırı yüzlerce kanun çıkarıldığını ve bunların birçoğunun kalıcı hale getirildiğini söyledi. Her ne kadar OHAL'in kalktığı söylenmiş olsa da 7145 sayılı yasa ile OHAL'in sürekli ve kalıcı hale getirildiğini kaydeden Sevim, "7145 sayılı yasaya baktığımız zaman, öyle yetkiler veriliyor ki örneğin valiler bir kişinin kente 15 gün giriş çıkış yapmama kararını alabiliyorlar veya belli saatlerde sokağa çıkma yasağı ilan edebiliyor. Yasaya göre gözaltı süreleri dörder günlük olmak üzere toplam 12 güne kadar uzatılabiliyor. Mahkemede tutuklu itiraz süresi dosya üzerinden 30 günde bir olmak üzere 90 güne kadar çıkarılmış durumda. Bu uygulamalara baktığımız zaman OHAL döneminde bile gözaltı süresi 4 gün iken kaldırıldığını söylediğimizde gözaltı süresinin 12 güne çıkarılması suçtur, ihlaldir. Hem Anayasa ile çelişki göstermektedir hem de Türkiye'nin imza attığı uluslararası sözleşmelerin birçoğuna aykırıdır. İktidar bu yasaları koyarak suç işliyor" dedi
 
'Cezaevleri bu haliyle kapalı kutu gibi'
 
Cezaevlerinde yaşanan hak ihlallerine de değinen Sevim, özellikle son dönemde gelen başvuruların kaygı uyandırdığını dile getirdi. Sevim cezaevlerinde yaşanan hak ihlallerini şu şekilde özetledi: "Birçok cezaevinde tutsakların açlık grevine ya da ölüm orucuna başladığı bilgisi geliyor. Yine birçok cezaevinde hijyen koşullarının olmadığı, sağlığa erişim hakkının engellendiği, açık görüşmelerde işkence, çıplak arama, sürekli koğuş baskınları, havalandırmanın üzerinin tel örgülerle kapatılması gibi durumlar yaşanıyor. Van için bilgi vermek gerekirse bağımsız odalardan oluşturulan sağlık ekipleri ya da gözlemci heyetler için yapılan başvurular cezaevi müdürlerince reddediliyor. Yani cezaevleri bu haliyle kapalı kutu gibi. Avukatlar, tutsak yakınları aracılığıyla bize gelen bilgiler var. Ancak içeride ne olup bittiğini gözlemleme şansına sahip değiliz. Bu çok kaygı verici. Kurumların bir araya gelerek bir şeyler yapması gerekiyor, cezaevlerinde yaşanan insanlık onuruna aykırı uygulamalara bakıldığında bu artık kaçınılmaz boyutlardadır."
 
'Bakanın açıklaması faili meçhulü aklayan bir açıklamadır'
 
Galatasaray Meydanı'nda yaptıkları eylemin 700'üncü haftasında engellenen Cumartesi Anneleri'ne  yönelik saldırıların  kabul edilemez  olduğunun altını çizen Sevim, "Cumartesi Anneleri'nin eylemi bir onur eylemidir. Türkiye'nin en uzun soluklu en barışçıl eylemidir. Cumartesi Anneleri gözaltında kaybettirilen yakınlarının akıbetini öğrenmek istiyorlar. Son dönemde yaşanan müdahale bir utanç kaynağıdır. Cumartesi Anneleri'nin yakınlarıyla ilgili birçok dava AİHM'e taşındı. AİHM'de sonuçlanan bu davalarda devlet ihmalinin olduğu ortaya çıktı ve Türkiye mahkum edildi. Buna rağmen tamamlanmamış yas dediğimiz şey, ailelerin çocuklarının akıbetini öğrenmek istemelerinin önüne gaz, cop, kalkan gibi şeylerin çıkarılması kabul edilebilir bir şey değildir. Bunun üzerine İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun Cumartesi Anneleri eylemine polisin yaptığı müdahale sonrası yaptığı açıklama ne akla ne de vicdana sığar. Yapılan bu açıklama aslında faili meçhulü aklayan ve koruyan bir açıklamadır" ifadelerini kullandı.
 
'Yıkım ve abluka dönemi tarihin en karanlık noktası'
 
Sevim, Sur, Cizre, Nusaybin ve daha bir çok ilçede sokağa çıkma yasaklarıyla başlayan sürece değindi. Sevim, kentlerin bombardıman altına tutulduğu, her türlü hakkın ihlal edildiği, yaşam hakkının hiçe sayıldığı, insanların beyaz bayraklarla evlerinden çıkmak zorunda kaldığı halkın korkunç günlere tanıklık ettiğini söyledi. Sevim, "Sur'da, Cizre'de, Silvan'da, Nusaybin'de, Yüksekova'da insanlığa sığmayan şeyler yaşandı. Yaşanan bu katliamı, bu zulmü unutmamak ve doğru noktadan açığa çıkarmak gerekiyor. O dönemde 1 milyondan fazla insan bu şiddete maruz kaldı. Yüzbinlerce insan evini bırakıp çıkmak zorunda kaldı. Yüzlerce insanın cesedi birbirine karıştı. DNA'yla bile kimin kim olduğunu tespit edemediğimiz burumlarla karşı karşıya kaldık. Bu tarihin en karanlık noktası, en büyük utanç abidelerinden birinin yaşandığı bir dönemdi" sözlerini kullandı. 
 
'11 ilde en az 47 ilçede 268 günü aşan sokağa çıkma yasakları'
 
TİHV olarak o dönemde kentlerde yaşanan bu travmalarla ilgili olarak heyet yollayıp raporlama yaptıklarını dile getiren Sevim, raporlarda insanların yaşam hakkının, barınma hakkının, sağlığa erişim hakkının, beslenme hakkının bile olmadığını tespit ettiklerini vurguladı. Sevim, "Toplam 11 ilde en az 47 ilçede 268 günü aşan sokağa çıkma yasakları ilan edildi. Daha korkuncu insanların cenazelerini gömmesine izin verilmedi. Yaralılar hastaneye götürülemedi. O dönem 'Sağlık için koridor aç' diye yola çıkan bağımsız hekimlerin şehirlere girilmesine izin verilmedi ve daha sonra bu hekimlere dava açıldı. Ambulansla yaralıları almaya giden sağlıkçılar vuruldu. Yaşam hakkı ihlal edilen insanların kim tarafından nasıl neden vurulduğuna dair bir rapor yok, bir bilgi yok, faillerle ilgili bir açıklama yok. Daha korkuncu bu dönemde işlenen suçlarla ilgili olarak faillerin yargılanmayacakları açıklanarak cezasızlık gibi bir ödül verildi" diye belirtti.
 
'AİHM çok da bağımsız değil'
 
AİHM'den çare bekler duruma düştüklerini söyleyen Sevim,  bunun nedeninin ise, iç hukukun tükendiğini, gidilebilecek başka bir hukuksal alan olmadığından AiHM'e gidildiğini belirtti. Sevim, "Buna rağmen şunu belirtmek gerekir, son dönemde Roboski gibi özyönetim süreçlerindeki bireysel başvurularda çıkan kararlar AİHM'in çok da bağımsız olmadığı gerçeğini gözler önüne seriyor. En son Selahattin Demirtaş'ın tutukluluğuna ilişkin verilen kararın bağlayıcı olması ve Türkiye'nin bu kararı uygulamak zorunda olması gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda şu an için AİHM reddedebileceğimiz ya da vazgeçebileceğimiz bir noktada değil" dedi.
 
'Mücadeledeki ısrarımızı sürdürmemiz gerekiyor'
 
Tüm bu yaşanan insan hakları ihlallerine rağmen yaşanan bu karanlık günlerin sonsuza kadar sürmeyeceğini kaydeden Sevim, hak ihlalleri yapan herkesin bir gün ihlallerin bedelini ödeyeceğini ve cezasını çekeceğini vurguladı. Sevim, "Biz bunun için mücadele ediyoruz. Bu yapılanların kimsenin yanına kalmaması mücadelesi bizim sürekli olarak vereceğimiz mücadeledir. Bu dönemde önemli olan bu tür hak ihlallerinden etkilenen tüm kurum ve kişilerin bir araya gelerek dayanışmayı ve mücadeleyi yükseltmesidir. Bu kötülük ve kötücülük hali mücadeleyle bertaraf edilecek. Elbet bu günlerden çıkacağız, ancak bu dönemde yan yana dayanışarak mücadeledeki ısrarımızı aynı kararlılıkta sürdürmemiz gerekiyor" dedi.