
Kürt sorununda son viraj: Barış mı, çözülme mi?
- 09:01 14 Temmuz 2025
- Güncel
Dilan Babat-Melek Avcı
HABER MERKEZİ - 1999’da Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla Barış Grubu olarak Türkiye’ye gelen ve cezaevinde kalan Yüksel Genç, “ 90’larda Kürt sorununu çözemeyen kendisi çözüldü, 2004’te sorunu çözmeyen 80 yıllık rejim çözüldü” diyerek, Kürt sorununu çözümsüz bırakan bütün iktidarların kaybettiğini vurguladı.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’ta yaptığı tarihi “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”, Kürt sorununda yeni bir dönemin kapısını aralayan stratejik bir adım oldu.. Bu çağrıyla birlikte, Kürt sorununun şiddet sarmalından çıkarılarak siyasal ve demokratik yollarla çözülmesi hedeflendi. Abdullah Öcalan’ın bu tarihi çağrısının ardından PKK, 5-7 Mayıs tarihinde 12.Kongresini topladı ve örgütün feshedilmesi yönünde karar alarak dünya kamuoyuna güçlü bir mesaj verdi. Bu karar, PKK’nin silahlı mücadele yerine siyasal-demokratik mücadeleyi tercih ettiğini somut bir şekilde ortaya koymasına rağmen, bu süreçte devlet kanadından beklenen adımlar gelmedi; çözümün önünü açacak siyasal, hukuki ve toplumsal düzenlemeler yapılmadı.
Bu sessizliğe rağmen Abdullah Öcalan, bulunduğu İmralı Cezaevi’nde 9 Temmuz’da ikinci bir çağrı yaparak barış ve demokratik çözüm iradesini bir kez daha net bir şekilde ortaya koydu. Bu çağrı yalnızca Kürt halkına değil, Türkiye toplumuna ve demokratik kamuoyuna yapılmış bir çağrıydı ve tarihi sorumluluğu bir kez daha hatırlattı. Abdullah Öcalan’ın bu ikinci çağrısının hemen ardından PKK, 11 Temmuz’da Silemanî’de düzenlediği törenle silahlarını imha ederek tarihe geçecek bir adım daha attı. Bu adım, örgütün barışçıl çözüm konusundaki kararlılığını ve iyi niyetini dünyaya ilan eden bir eylem niteliğini gösterdi.
1999 yılında Abdullah Öcalan’ın çağrısı ile barışın devreye girmesi için PKK’den doğru Türkiye’ye gelen 8 kişilik Barış Grubu içerisinde yer alan Sosyopolitik Saha Araştırmaları Merkezi Koordinatörü Yüksel Genç ile Abdullah Öcalan’ın mesajlarını ve geldikleri süreçten bu yana yaşananları konuştuk.
“Bütün bu gelişmeler gerilla için çok yeniydi. Evet, gerilla askeri bir güç olmakla beraber sosyal ve siyasal bir güçtü. Siyasal ya da sosyal dönüşümle beraber çok büyük zorlanmalar yaşamayabilirdi.”
*1999 yılında bir süreç başlatıldı. O tarihi anda neler yaşandı? O dönemin ruhunu bugünden nasıl okuyorsunuz?
1999’da gerillada bir grubun silah bırakacağına dair bir çağrı duyduğumuzda pek çoğumuz şaşırdık. 99 koşulları çok özel koşullardı; hareketin lideri, uluslararası komplo ile Türkiye’ye esir verilmişti. Hareket içerisinde komplonun yarattığı etki çok büyüktü. Gerilla, bu komploya cevap verebilmek için çok fazla sayıda sansasyonel eylem planları sunmaya başladı. Herkesin, biraz da duygusal olarak, liderini esir almış bir ülkeyi varlık-yokluk hanesine taşımak gibi bir duygusu vardı. Gerillada, liderin komplo sonucu esir düşmesine yönelik öfke seli, çok büyük bir şiddet dalgasını gerilla tarafından mümkün kılmaya dair bir motivasyon yaratırken, Türkiye’de de Kürtlere yönelik kimi linçler organize edilmeye başlandı. İlk defa Türk ve Kürt toplumu ciddi anlamda karşı karşıya getirildi. Bu durum, Kürt meselesinde, Türkiye özgürlüğünde şiddetin alabildiğine büyümesi ve yayılması, pek çok kaybın anlamına gelecek bir konjonktürdü. Bir tür “dehşet dengesi” demek mümkün. Gerillanın öfkesi o noktadaydı; bu şiddeti korkunç büyütme olasılığı olan koşulları durduran ise İmralı’da olan Sayın Öcalan oldu.
Sayın Öcalan, Türk-Kürt meselesinin silahla çözülemeyeceğini; siyasal, demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözülebileceğini ve yeni bir paradigmaya geçileceğini o dönem savunmalarıyla hem ilan etti hem de savunmalarının içerisinde “demokratik cumhuriyet” adı altında çözüm paradigmasının yeni çerçevesini ortaya koymaya çalıştı. Ayrıca ortaya çıkmış olan şiddet dengesini aşağıya çeken çok büyük girişimlerde bulundu. O dönemde gerillanın öfkesini dindirecek tek şey Sayın Öcalan’ın kendisiydi, o da bu rolü çok güçlü oynadı. Hızla silahlı mücadelenin bitmesini, PKK’nin görevinin ve sorumluluğunun bittiğini, Kürt sorununun siyaseten çözülmesi gerektiğini; demokratik cumhuriyet üzerinden eşit yurttaşlık, bazı yerel özerklik haneleri, güçlendirilmiş yerel yönetimler bazlı modellerle ve cumhuriyetin kuruluşundan bu yana eksik olan demokratikleşmenin tamamlanmasını, ayrıca iki yüzyıldır şiddet üreten bir meselenin kulvarını dışarıya çıkarmaya dair çok güçlü tezler sundu. Bunu örgütüne de dinletebilmeyi başardı. O koşullarda, otoritesini devlet sınamak istese bile örgüt, liderini bir otorite kabul edip dinledi. Sayın Öcalan’ın çağrısı ile beraber Kuzey Kürdistan hattında bulunan militanlar ve gerilla güçleri, hiçbir güvence ve pazarlığa sahip olmaksızın Türkiye sınırları dışına çıkılmasına karar verdi. Örgüt bunu yerine getirdi ve bunun maliyeti çok ağır oldu, çok sayıda gerilla yaşamını yitirdi. Sayın Öcalan’ın esareti ve barışa yönelik çağrıları, dönemin iktidar gücünün örgütün yenilgisi ve tasfiyesine bir gerekçe getirmeye çalışmasına neden oldu. Buna rağmen örgüt, bütün öfkesine ve anlam vermekte yaşadığı güçlüğe rağmen liderinin çağrısına uydu. Sayın Öcalan ikinci bir çağrı yaptı; sadece güçlerin çekilmesine yönelik değil, PKK’nin silahları bırakabileceğini ve siyasal, demokratik araçlarla Kürt meselesinin çözümüne dönük bir yönelim içerisinde olabileceğini göstermek açısından yine iyi niyet adımı olarak, hiçbir güvenceye sahip olmaksızın bir grup gerillanın Türkiye’ye barış ve demokratik çözüm için bir heyet olarak gelmesini istedi.
Bütün bu gelişmeler gerilla için çok yeniydi. Evet, gerilla askeri bir güç olmakla beraber sosyal ve siyasal bir güçtü. Siyasal ya da sosyal dönüşümle beraber çok büyük zorlanmalar yaşamayabilirdi. Bağımsız Kürdistan paradigmasından demokratik cumhuriyete geçmek, demokratik cumhuriyetle Türkiye’nin ortak inşası pozisyonuna gelmek ve bunu yapabilmek için en büyük fedakârlığı adapte olması, sindirebilmesi için çok büyük çabalara da sahip oldu. Tüm bu süreç içerisinde tartışmasız lideri ne derse onu yaptı. Esir koşullarda olan liderinin elinin zayıflamaması için çok özen gösterdi. Özgüvenin bir tezahürü olarak da onunla paralel davranmaya çok özen gösterdi.
“Türkiye’ye gelmek için 1 Eylül’ü belirlemiştik; hem Dünya Barış Günü anlamı taşıması hem de Kürt meselesinde güçlü bir adımın atılması için.”
*Abdullah Öcalan bir çağrı yaptı. O çağrıyı duyduğunuz da neler oldu? Gerillada nasıl bir atmosfer oluştu?
Türkiye’ye silahlarıyla beraber bir grup gerillanın gelmesi çağrısı duyurulduğunda, doğrusu pek çoğumuz şaşırdık. Savaşmaya ve savaşarak devrim yapmaya gelmişsiniz; motivasyonunuz bu, ama şimdi silahlarınızı teslim ederek barış ve demokratik çözümü konuşacaksınız. Bu konu, gerilla için çok hassas bir konuydu. “Teslimiyet ve silahları bırakma” kavramı, o döneme kadar devrim başarıya ulaşıncaya kadar düşünülen bir şey değildi. Bununla birlikte, liderlerinin çağrısına yanıt vermek isteyen, liderlerini boşa düşürmek istemeyen ve yeni paradigmayı anladığı kadarıyla pratiğe dökmek isteyen binlerce gerilla, bu çağrıya yanıt vermek için raporlar ve mektuplar yazdı. Çağrıya yanıt vermek isteyen öneri raporlarının içerisinden 8 kişilik bir grup seçildi. O grubun içerisinde ben de yer aldım.
Genel motivasyonumuzda, Sayın Öcalan’ın ortaya koyduğu yeni paradigmaya duyduğumuz inanç da vardı. Bu seçilen grubun, yeni paradigmayı anladığı kadarıyla inanç duyduğu gibi, sürecin konjonktür ve politik gerekliliğini algılayarak bunun bir gereklilik olduğunu anlaması; bununla birlikte liderine duyduğu derin güven ve inanç ile çağrıyı bir görev, gerillayı da bir görev insanı olarak tarif etmesi, tüm bu süreç içerisinde Türkiye’ye gelmek için hazırlanmamızı sağladı. Türkiye’ye gelmek için 1 Eylül’ü belirlemiştik; hem Dünya Barış Günü anlamı taşıması hem de Kürt meselesinde güçlü bir adımın atılması için. Ancak Türkiye kanadı, Güney’deki otoriteler, Irak ve BM’ye ait organlar dahil hiçbiri, Barış ve Demokratik Çözüm Grubu’nun Türkiye’ye sağ salim getirilmesine dair bir rol üstlenmediler. Bir nevi kendi başımıza kaldık.
“Örgüt merkezinden getirdiğimiz mektuplar vardı. Bu mektupları Genelkurmay Başkanlığı’na, Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a ve Meclis Başkanlığı’na teslim etmek üzere getirmiştik.”
*Grup seçildi ve sizde yer aldınız? Grubun geliş süreci 1 Eylül olarak düşünülmüştü? Neden yetişilmedi?
Kendi olanaklarımızla gitmek istediğimiz halde, savaşın bitmesini istemeyen Türkiye ve bölgesel güçler (İran) vardı. Bu yapılar, geçiş yapabileceğimiz tüm sınır hatlarında operasyona çıktılar. “Arazi taramasında ele geçirilen 8 terörist” olarak sunulmak isteniyorduk. Bu operasyonlar nedeniyle gelişimizi bir süre ertelemek zorunda kaldık. Günün sonunda şuna karar verdik: Hepimiz gerillayız, bir gerilla nasıl eylem yaparsa biz de barış eylemi yapacağız. Eylemi başarıya ulaştırana kadar sağlam ve güvende kalmanın tedbirini kendimiz kişisel olarak alacaktık. Biz bir barış eylemcisiydik.
Dünya bunu duyduktan sonra hiçbir şeyden sorumlu olmayacağımız, çağrıya yanıt vermenin esas görev olduğu duygusu çok hakimdi. Kendi olanaklarımızla bir tür barış eylemi yapar gibi, silahlarımızı alıp Hakkari’nin Şemdinli ilçesine bağlı Gelyaşin köyüne doğru yola çıktık. Yola çıkarken dünya basınına haber verdik; tek tedbirimiz buydu. Dünyanın, böyle bir grubun bu niyetle yola çıkmış olmasını bilmesi önemliydi. Biz bir barış grubuyduk, bir saldırı olduğunda herhangi bir refleks göstermeyecektik. “Yeter ki dünya bunu bilsin, yeter ki bu adımın atıldığını öğrensin.” dedik ve bu, barışın fedai eylemi gibi bir şeydi.
Yola çıkışımız dünya basınında anında yayıldı ve biz de biraz rahatladık, görevin bir kısmını tamamlamış olduk. Köye yaklaştığımızda elimizde telsizle askerlerle bağlantı kurmaya çalıştık. Barış grubu olduğumuzu, silahlarımızı yanımızda getirdiğimizi, kendilerine barış heyeti olarak geldiğimizi ifade ettik. Köye ulaştığımızda binlerce askerin tepelere yerleşmiş olduğunu gördük. Bizim için görev tamamlanmıştı; askerlere yaklaşmıştık ve dünya bu durumu duymuştu. Yola çıkarken, bu yürüyüşü tamamlayamadan yaşamımızı yitirme olasılığı olduğunu biliyorduk ve bu olasılığı göze almıştık. Ortalama ihtimalle tutuklanacağımızı düşünüyorduk. Askeri birlik içerisinde koca bir tugay bizi karşıladı. Oradan bir binbaşı geldi, adının Ümit olduğunu söyledi. “Bize yaklaşın.” dedi. Biz de kayanın ardından çıktık. “Silahlarınızı indirin.” dedi. Silahlarımızı yanı başımıza indirdik. Patlayıcı ya da benzer bir şey olup olmadığını sordu, olmadığını söyledik. Sözümüz sözdü, itimat ettiler. Etrafında Kayseri Tugay Komutanı Galip Mendi vardı, onun ekibine ve genel koordinasyon ekibine “Komutanım gelin, sıkıntı yok.” dediler.
Neden geldiğimizi anlattık; barış ve çözüm grubu olduğumuzu, gerillanın silah bırakacak kapasitede olduğunu, sürece doğru yaklaşılırsa gerillanın silah bırakabileceğini göstermek istediğimizi, iyi niyet ve tutum izlenirse buna göre silah bırakıp siyasal bir yapı olarak dönüşmeyi önüne koyacağını ifade ettik. Artık sorumluluğun onlarda olduğunu belirttik. Bizimle ilgili sürecin değerlendirilmemesi halinde 20 yıl da geçse varılacak noktanın yine bu olacağını, ancak süren savaşın Kürt ve Türk gençleri arasında ciddi can kayıplarına yol açacağını, toplum arasında ciddi uçurumlar yaratacağını, psikolojik bariyerlerin yükseleceğini ve çözümün çok daha travmatik bir hal alma riskini barındırdığını ifade ettik. Kayıp zamanın ortaya çıkaracağı duygusal, maddi ve manevi yüklerin ağır olacağını belirttik.
Bizimle ilgili süreç, devlet mekanizmasında görevlendirilmiş kesimlerle barış grubu arasında bir görüşme sürecine dönüştü. Gözaltı süreci dört gün sürdü. Dört günlük süreç, resmi gözaltı olarak tarif edilse de, o dönemin OHAL koordinatörü, askeri ve valilik yönetimi ile Ankara’dan devlet adına geldiğini söyleyen gruplarla; ne yapmak istediğimizi, barışçıl ve demokratik çözümden ne kastettiğimizi, Kürt sorununun çerçevesini nasıl tarif ettiğimizi konuştuk. Örgüt merkezinden getirdiğimiz mektuplar vardı. Bu mektupları Genelkurmay Başkanlığı’na, Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a ve Meclis Başkanlığı’na teslim etmek üzere getirmiştik. Bu mektupların iletilmesi vesilesiyle geldiğimizi ve niyet beyanımızı ifade ettiğimizi belirttik. Bu süreç, kapalı örgüt-devlet mekanizması arasında fiili bir görüşme süreci niteliği taşıdı.
Ancak günün sonunda devlet mekanizması bu sürece ve bizim adımlarımıza çok hazır değildi. Sürecin ortaya çıkardığı olanakları bir zafer ikilemi içerisinde tariflemek isteyen, mevcut iktidarın ve siyasal rejimin devamını sağlamaya çalışan, karşılıklı çatışmayı sürdürmek isteyen, çözüme yanaşmayan bir profil ile karşılaştık. Günün sonunda, tüm arkadaşlarımız “örgüt üyeliğinden” hapis cezası aldı. Cezamız bitene kadar Muş Cezaevi’nde kaldık.
*Tutuklandıktan sonra ne oldu? Süreç sizin tutuklanmanızın ardından sona mı erdi?
Bizden sonra Sayın Öcalan süreci bitirmedi. Bizim tutuklanmış olmamız, örgütü geri çekmedi; ne örgütü ne de Sayın Öcalan’ı. Hemen ardından, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda, Avrupa’dan gelip cumhuriyetin demokrasiyle taçlanması ve dönüşümün sağlanması için rol almak istendi. Kürt meselesinin bu konudaki mihenk rolünün tariflenmesi amacıyla PKK kadrosu çağrıldı. O grup da bizim gibi tutuklandı.
“Bu süreç içerisinde hiçbir gelişim ve değişim yapılmadı. Dönemin askeri ve etkili vesayet rejimi ile 80 yıllık Türkiye’de hakim olan Kemalist ağırlıklı ideolojik form, bu sürecin gerekliliklerini yerine getirmeye hiçbir şekilde yanaşmadığı gibi, tüm yapılanları kendisine sunulmuş bir “lütuf” olarak görmeyi tercih etti.”
*1999-2009 arasında Abdullah Öcalan’ın iyi niyet çağrılarına karşı devletin tavrı neden hep duvar oldu? O adımların devlet tarafından sürekli itilmesini bugün nasıl değerlendiriyorsunuz?
1999-2004 arası, Türkiye’nin Kürt meselesinde en az kayıp yaşadığı süreçlerden biridir. “Negatif barış ortamı” dediğimiz bu ortam, tüm unsurlarıyla örgütün çabalarıyla sağlanmıştı. Bu geçen 5 yıllık süreç içerisinde devletin yapması gereken şey; örgütün silahsız mücadele sürecine hazırlanmasına dönük yasal, siyasal ve bürokratik dönüşümleri yapmak ve koşulları, Kürt meselesine alan açacak, Kürtlerin varlığına alan tanıyacak bir biçimde düzenlemek, ortak demokratik cumhuriyetin kurulmasına ilişkin eksik düzenlemeleri gerçekleştirmekti.
Bu süreç içerisinde hiçbir gelişim ve değişim yapılmadı. Dönemin askeri ve etkili vesayet rejimi ile 80 yıllık Türkiye’de hakim olan Kemalist ağırlıklı ideolojik form, bu sürecin gerekliliklerini yerine getirmeye hiçbir şekilde yanaşmadığı gibi, tüm yapılanları kendisine sunulmuş bir “lütuf” olarak görmeyi tercih etti. Lideri esir durumda olan, silahsızlanma tartışmalarının getirdiği kırılmayı yaşayan, geri çekilirken çok fazla kadrosunu kaybetmiş bir hareket; giderek silahsızlanmayı örnek göstermeye çalışan ancak kendi iç tartışmalarına sürüklenen, tasfiye olacak bir hareket formülasyonu üzerinden zamanın uzatıldığı ve çözümün çürütüldüğü bir yönelim içerisine girildi.
Bu sürecin sonunda şöyle bir durum ortaya çıktı: Kuşkusuz, hem Türkiye toplumu hem de PKK çok zorlandı. Ancak dönüşmemekte, çözüm üretmemekte ısrar edilmesi, 80 yıldır Türkiye’de hakim olan vesayet rejiminin ve anlayışının çözülmesine vesile oldu. Çözüme yanaşmayan dönemin iktidar aklı, çözülmek ve tasfiye olmak zorunda kaldı. Yerine, 28 Şubat post-modern darbesine karşı yapıldığı iddia edilen yasal İslamcı kanat, Türkiye’de önce hükümet, sonra iktidar olarak giderek Türkiye rejiminin aktörleri ve yeni rengi olmaya başladı.
“Kürt meselesini o gün çözmeyen, zamana yayan, girişimleri bir tür tasfiyeden başka türlü okumayan ve demokratikleşmeyen bir Türkiye hakikati vardı.”
*1999-2009-2015’ten bu yana Kürt sorunu çözümü için adımlar atıldı ama sürekli tıkandı ya da zamana yayıldı. Bunu nasıl görmek gerekiyor?
Kürt meselesini o gün çözmeyen, zamana yayan, girişimleri bir tür tasfiyeden başka türlü okumayan ve demokratikleşmeyen bir Türkiye hakikati vardı. Bugün de aynı noktada ısrar edilirse, ortaya çıkmış koşulları iyi niyet adımlarını sürece yayarak ve bir tasfiyenin parçası olarak okumayı tercih ederse, 80 yıllık cumhuriyet rejiminin ve askeri vesayetin kaderinden kurtulamayacağını da bilmek durumundadır.
Bunu, hayatın bize gösterdiği deneyimler üzerine söylüyorum. AKP iktidarı kendisini o dönemin siyasal rejiminden farklı tanımlıyor; ancak aksine, şimdiki Orta Doğu koşulları mevcut iktidarın Kürt meselesini çözmesini zorlayan daha güçlü ve farklı bir atmosfere sahip. Ara konjonktürlerin iktidar lehine bükülmesini beklemek yerine, ana paradigma ve Orta Doğu’da ortaya çıkmış yeni düzenlemeler ile sürece daha güçlü girilebilecek bir biçimde Kürt meselesinin çözümü ve karşılıklı dönüşüm, Türkiye’nin yüzyıllarını kurtarabilecek bir imkândır.
PKK’nin, onca zamandır iyi niyet adımlarını; bozulmasına ve büyük operasyonel karşılıklara rağmen tek taraflı ateşkes süreçlerindeki ısrarı, bu iyi niyet adımlarının bir parçasıydı. 2013-2015, en kritik süreçlerden biri oldu. 99’dan bu yana devam eden sürecin çok kritik aşamaları yaşandı; ancak tüm bu süreçlerde devlet ne kadar değerlendirmek istemediyse, iktidar ve statükosunu kaybetmek istemeyen güçlerin bazı yönelimlerine ne kadar mahkûm kaldı ise, örgüt içerisinde de kuşkusuz Sayın Öcalan’ın 99’daki paradigmal değişikliğinin ve silahsız, siyasal-demokratik çözüm paradigmasının stratejik olarak algılanması ve buna uygun dönüşümlerin yaşanmasına dair çok güçlü eğilimler ve yönelimlerin olduğunu söylemek de o kadar kolay değildir.
Örgüt, 99 ve 2004 sürecinde dönüşebilmek, siyasal bir yapının içerisinde olabilmek için çok ciddi eğitim tartışmaları, toplantılar, örgütsel form değişimlerine gitti. O yıl PKK’yi lağvetti. KADEK’ten, Kongra Gel’e kadar en son KCK’ye kadar ulaşan siyasal çabaları, giderek siyasal ve sivil alanda örgütlenme çabaları, halk meclis çabaları hepsi bu paradigmayla ilgiliydi ama son tahlilde 99’dan bu yana sunulan paradigmanın kendisi stratejik olarak gereklerine uygun aynı güç ve cesaretle davranılmadığının bir sonucu ki bugün içinde olduğumuz savaş sarmalı ve Kürt meselesinin şiddet dışı yöntemlerle çözülebilmesinin koşullarının PKK’den doğru tamamlanabilmesinin sorunları ve sonuçları ortaya çıktı. Sayın Öcalan’ın 27 Şubat’tan beri müdahale ettiği ve paradigmal değişiklik olarak yeniden şekillendirdiği silahsız mücadele ve demokratik Türkiye ve Orta Doğu perspektifinin kendisi bu 26 yılda örgüt, Kürt siyasal tarafından ıskalanmış, yaşanmamış, cesaret gösterilmemiş dönüşüm sancılarına yapılan bir müdahaledir.
“Sayın Öcalan’ın görüntülü kaydı, çok tarihsel bir kayıttı. 27 Şubat çağrısının bir devamıydı, evet; ancak videolu kayıt, bu tarihsel süreci pençeleyen çok daha güçlü bir viraja işaret etti.”
*Abdullah Öcalan’dan tarihi videolu çağrı geldi, “Komisyon kurulmalı” dedi. Demokratik Toplum Manifestosu’nu nasıl okumalı, neye işaret ediyor?
Kürt meselesini, Kürt meselesi üzerinden ortaya çıkmış olanakları, samimiyet ve iyi niyet adımlarını araçsallaştıranlar kaybediyorlar. Eğer bir hegemonya üretimi ya da statükoyu sağlamlaştırma arayışı içinde iktidar bunu bir “lütuf” olarak görürse, geçmişin kaybedenleri gibi yeniden kaybetme olasılığıyla karşı karşıya kalırlar. Sayın Öcalan’ın görüntülü kaydı, çok tarihsel bir kayıttı. 27 Şubat çağrısının bir devamıydı, evet; ancak videolu kayıt, bu tarihsel süreci pençeleyen çok daha güçlü bir viraja işaret etti. 27 Şubat’taki stratejik değişikliğin çok güçlü ve pratik olarak devamına dair çağrılar, adımlar ve pratik bazı önermeler içeriyordu. Sürecin, Kürt siyasal hareketi tarafından istikrarlı bir şekilde, sürekli güçlendirilerek ve pratikleştirilerek devam etmesine dair güçlü ve cesaretli adımları göstermesi önemliydi.
26 yıl sonra Sayın Öcalan, hem Türkiye toplumuna hem Kürt halkına hem de hareketine birebir seslenme olanağı yakalamış oldu. Sayın Öcalan’ın seslenmesi, hem Türkiye toplumu hem de Kürtler açısından çok önemli bir psikolojik bariyerin aşılmasına vesile oldu. Türkler açısından “kötü bir Öcalan” ve sürece dönük güvensizlik mitinin kırılmasına; Sayın Öcalan konuştuğunda kıyametin kopmadığının ve Türkiye’nin demokratik geleceğine dair çok güçlü, açık vurgulara sahip biri olduğunun görülmesine yol açtı. Türkiye toplumu açısından psikolojik eşiğin aşılmasına, Sayın Öcalan’ın süreçleri geliştirirken dahil olabildiği noktalarda iki tarafın ne kadar ilerleyebileceğine ve Sayın Öcalan’ın sürece ne kadar sağlıklı katkı sunabildiğine dair merak, ilgi ve spekülasyonlara karşı bir dönemin kapanmasına neden oldu. Sayın Öcalan’ın görüntülü çağrısının yarattığı psikolojik motivasyon, toplum nezdinde çok önemli bir yer tuttu.
Üçüncüsü; Kürt siyaseti açısından da Türkiye ve dünyanın tartıştığı biçimde, sürecin niteliklerinin ve nasıl devam edeceğinin birebir ana müzakere gücü tarafından ifade edilmiş olması önemliydi. Çerçevenin, Sayın Öcalan’ın söylemleriyle sunulmasının getirdiği eşik çok önemliydi. Bu eşik, pratik yönelimlerin daha güçlü, daha sağlıklı, yaygın ve hızlı yapılmasına vesile olacaktır.
Sayın Öcalan’ın görüntülü video mesajı, kısa ama çok kıymetli ve tarihsel içerikler taşıyordu. Bunlardan birincisi; Sayın Öcalan, “silahsız, siyasal ve demokratik mücadeleyi stratejik olarak yürüttüklerini” ve bu ilkenin gerçekleşmesi için herkesin pratik sürece katılımını istediğini ifade etti. Bu, bütün çevrelerin pratik olarak davet edilmesi anlamında çok değerli bir mesajdı. İkincisi; silahsızlanma dahil süreçlerin yürütülmesi konusunda devlet ile aralarında müzakereler olduğunu birinci ağızdan ilan etti. Üçüncüsü; bu süreci kendi özgür iradesiyle geliştirebilecek motivasyona ve ortama sahip olduğunu belirtti.
Dördüncüsü; sadece silahsızlanma sürecinin değil, Kürt meselesinin çözüm zemininin sağlanması konusunda devlet mekanizmasına atıf yaptığı ifadeleri dikkat çekiciydi. Meclis komisyonunun kanunen kurulmasını istemesi önemliydi. İktidar, meclis komisyonunun kurulmasını geciktirdiği gibi, şimdi de komisyonun PKK’nin “silahsızlanma sürecini” takip eden inisiyatifsiz, etkisiz bir yapı olarak görülmesini sağlayacak yönelimler içerisindedir.
Oysa meclis komisyonu, sadece silahsızlanma sürecinin sağlanması ve bununla ilgili mevzuat düzenlemelerinin takip edilmesi için değil, aynı zamanda süreci başlatacak Türk-Kürt ittifakını ve Türk kimliği dışında kalan kimliklerin tanınmasını sağlayacak yeni bir toplumsal birlik ve sözleşmenin zeminini kuracak, anayasa öncesi bir ara geçiş yapısı olarak değerlendirilmekte. Sayın Öcalan’ın mesajları, taraflara pratik sorumluluk, biçilen rol ve beklentilerle ilgilidir.
“90’larda Kürt sorununu çözemeyen kendisi çözüldü, 2004’te sorunu çözmeyen 80 yıllık rejim çözüldü.”
*Süleymaniye’de silah imha töreni gerçekleşti. Peki silahlar sustuğunda asıl yolculuk nasıl başlayacak? Bizi nasıl bir süreç bekliyor?
Ekim’den bu yana takip ettiğimiz süreç, aslında Kürt meselesinin iki yüzyıldır bir türlü içinden çıkaramadığı şiddet diyalektiği ile ilgili oldukça stratejik ve geri dönülmez adımlarından biri olarak okunabilmeli. Bu çaba, Kürt meselesinin şiddet dışı bir mecraya taşınmasının en önemli somut adımlarından biridir. 1993’ten bu yana PKK’nin iyi niyet adımları olarak ortaya koyduğu pek çok davranış, karşılık bulmasa bile, tüm bu iyi niyet adımları Kürt siyasal hareketinin başka kulvarlara taşınmasına, meşruiyet alanlarının genişlemesine, uluslararasılaşma gibi süreçlerin kurulmasına ve Kürtlerin siyasallaşarak bazı kazanımlar elde etmesine dair işaretler taşımaktadır.
1999’u dönemin askeri vesayeti tanımadı ama Kürt hareketi ve Kürt meselesi, hiç olmadığı kadar siyasetin konusu haline geldi. Uzun yıllar sonra Kürtler, Ankara’da temsil alanlarını güçlendirdiler, yerel seçimlerde belediyelerini oluşturabildiler. 2009-2013-2015 süreçlerini devlet değerlendirmedi ama Kürtler, hiç olmadığı kadar bölgesel ve uluslararası meşruiyet ve kazanımlar elde ederek siyasallaşmanın içerisine girdi. Bu süreç bozulsa bile Kürt hareketinin ve Kürt meselesinin meşruiyet ve kazanım alanlarının parça parça yükselmesine neden oldu.
PKK’nin silah bırakmasının ardından devletin icracı gücü adım atma konusunda diretebilir; ancak mevcut rejimin, kendilerinden önceki rejimlerin yaşadığı kaderden azade olmayacağını düşünüyorum. Orta Doğu’da ortaya çıkan yeni dengeler ve paradigmal şekilleniş içerisinde güçlü yer almayan bir Türkiye’nin, Kürt meselesinin tüm çabalarına rağmen şiddet sarmalından çıkarmak istemeyen bir Türkiye rejim profili ile Orta Doğu’da uzun süreli şiddet dalgasının, krizlerin ve buhranların parçası olmaktan kurtulamayacağı açıktır.
Örgütün attığı adımın karşılığını yasal, anayasal, bürokratik, toplumsal ve psikolojik bağlamlarıyla devlet ve devletin icracı gücü karşılar ya da karşılamaz; karşılarsa lehine olur, değerlendiremezse çözülme aşamalarını toplumsal olarak yaşayacaktır. 90’larda Kürt sorununu çözemeyen kendisi çözüldü, 2004’te sorunu çözmeyen 80 yıllık rejim çözüldü. Bugün Kürt sorununu çözmeyen ya da dönüşüme girmeyen çok daha geniş bir devletsel çözülmenin olmayacağını kim iddia edebilir? Sayın Öcalan’la yapılan görüşmelerde bunun çok farkında olduklarını görüyoruz.
“Silahların yeniden konuştuğu, 2004-2015 sürecinin yeni versiyonlarının ortaya çıkmaması için, başta Türkiye ve dünya olmak üzere demokratik sivil yapıların ve siyaset yapıların şiddete karşı savunma gücü olarak örgütlenmesi gerekecektir.”
*30 kişilik PKK’li grup silahlarını imha etti. Bundan sonra devlet adım atmazsa PKK nasıl bir yol alacak?
Devlet adım atsa da atmasa da PKK, bir siyasallaşma hareketi olarak ve Kürt meselesinin siyasal ve demokratik çözümünü sağlayacak bir yapı olarak dönüşümünü gerçekleştirecek ya da toplumsal dönüşümün bu şekilde oluşmasına dönük gerekli katkı ve fedakârlıkları yapacaktır. Siyasallaşma ve siyasal alanlar üretecek; Türkiye’nin Kürt meselesini şiddet bağlamında kırmaya yönelik tutuculuğuna karşı pek çok siyasetin parçası olacaktır.
Buna rağmen şiddet sarmalı yükseltilirse ve Türkiye, atılan adımlara karşılık imha odaklı bir yaklaşım sergilerse ne olur? Bu soruyu hep birlikte düşünmemiz gerekiyor. Özsavunma süreci işleyecektir; fakat buna gerek kalmaksızın, Kürt hareketinin silahsızlanma ve siyasallaşma çabasının kendisi, dünya ve bölge sivil toplum yapısına, demokratik güçlerine kendi güvenliğini sağlama sorumluluğunu da yüklemiştir. Silahların yeniden konuştuğu, 2004-2015 sürecinin yeni versiyonlarının ortaya çıkmaması için, başta Türkiye ve dünya olmak üzere demokratik sivil yapıların ve siyaset yapıların şiddete karşı savunma gücü olarak örgütlenmesi gerekecektir.”