
Abdullah Öcalan’dan tarihi ön perspektif: 7 başlıkta yeni dönem
- 11:02 4 Haziran 2025
- Güncel
HABER MERKEZİ – Abdullah Öcalan, PKK’nin 12. Kongresi’ne gönderdiği ön perspektifte, kadın merkezli toplumsal yapının nasıl parçalandığını tarihsel, mitolojik ve ideolojik boyutlarıyla ele aldı. Kadının tanrıça olduğu dönemin “karşı devrimle” sonlandığını vurgulayan Abdullah Öcalan, “Toplumsal sorunsallık sınıfla değil, kadının köleleştirilmesiyle başlar” dedi.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın tarihi Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nın ardından PKK, 5-7 Mayıs tarihlerinde 12. Kongresi’ni toplayarak, fesih ve silahlı mücadeleyi sonlandırma kararı aldı. Abdullah Öcalan, PKK’nin 12. Kongresi için 2 ayrı belge hazırlayarak sundu. Serxwebûn gazetesi, 521’inci ve son sayısında Abdullah Öcalan’ın 25 Nisan’da kaleme aldığı 21 sayfalık belgeyi yayınladı. Abdullah Öcalan, giriş ve 7 ana başlıktan oluşan tarihi ön perspektif belgesinde, yeni dönemin teorik-politik ve tarihsel temellerini ele alıyor.
"Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak" başlığı ile sunulan tarihi perspektifinin tamamı şöyle:
“Giriş
Oturumumuz bir ön konferans gibi gözüküyor. Çalışmamıza şöyle bir başlık atmak istiyorum: ‘Kürt varlığında ve Sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak.’
Bu çok zorlu ve tarihi bir çalışma olacak. Yeniden yapılanmaya doğru giderken sorunu farklı başlıklarda ele almaya ihtiyaç var. Bu başlıkların her biri derinlikli analizler gerektirir. Zaman alacaktır. Aceleye getirmemiz de doğru olmaz. Bununla birlikte ‘giriş’ ana metnin ruhunu verir. Ana başlıklarda bir kavrayış yaratmaya yeterli olur. Giriş’i bu formatla ele alacağız. Arkadaşlar da bu taslağa dayanarak Kongre süreçlerini ele alabilirler. Çünkü çalışmanın tamamı 1 ayı bulabilir. Bu da süreci geciktirebilir, sıkıntıya sokabilir.
Kürtlerde varlık bilinci ve farkındalık konusuyla başlamak istiyorum. Hani o meşhur ‘Kürtler var mı yok mu?’ Varlarsa ne kadar var olabildiler? Ve daha da önemlisi varoluş ile özgürlük ne kadar iç içedir ve birbirlerini ne kadar olanaklı kılarlar?’ yaklaşımları vardı. PKK Kürt varlığını kanıtlama ve özgürlüğün kapısını aralama hareketidir. Ve bu noktada tıkanma var işte. Yıllar sonrası dönem biraz bunu ifade ediyor. Bunun için daha yakın bir geçmişe bakış atalım. Örneğin geleneksel Kürtlükle son etkili iki kalkışma yani iki ayaklanmanın sembol önderleri Şeyh Sait ve Seyit Rıza’nın idam sehpasındaki son sözlerini nasıl yorumlayabiliriz? Bunu biraz açabilirim. Bu geleneksel Kürtlüğün yok edildiğini ifade ediyor. Bu sözlerin anlamı bu. Geleneksel Kürtlük demek geleneksel Kürt varlığı demektir. Ve o Kürt varlığının son iki önderi idam sehpasında bitişi ifade etmişlerdir ve bir miras bir anı bırakmışlardır. Neydi Şeyh Sait’in sözleri: “Hani savcı bey vaat etmiştin, birlikte bir ziyafet çekecektik. Kuzulu muzulu ne oldu?” diye bir soru soruyor. Bu dini gaflettir, çünkü dindar bir Nakşi şeyhidir. Aslında hazin bir trajik yanılgının ifadesi oluyor, o sığındığı ideolojinin ne kadar yanıldığını ortaya koyuyor, bunu yüzüne vuruyor.
Seyit Rıza’nın da işte benzeri, “Ben sizinle baş edemedim, bu bana ders olsun; ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun” sözü daha anlamlı bir sözdür. Bu söz hem kandırılmayı ifade ediyor. Hem de son anda teslimiyeti dayatmışlar, “teslim ol idamdan kurtul.” “Hayır teslim olmam bu da size dert olsun” diyor. Gerçekten dert kaynağı olarak bırakıyor Dersim’i… Bunu ifade ediyor. Sonuçta iki gelenek de hem Nakşi geleneği hem Alevi geleneği ya da Sünni Alevi geleneği; aslında her ikisi de uydurma. Kapitalist modernite, ulus devletçilik ideolojik olarak gelişirken, Kürt inkarı temelini bu iki kavramla atıyorlar. Böyle bir uydurma Alevilik inşa ediliyor, 19.yüzyılın sonu ve 20.yüzyılın başlangıcında. Bu iki aldatmacayla bir Kürt geleneksel varlığı yok ediliyor aslında, özü bu ama hala izleri çok çarpıcı. Hem Bingöl hem Dersim somutunda yaşanıyor. Ve bu önderler aslında bunu ifade etmiş oluyorlar, idam sehpasında olması çok önemli. Bir ölü gerçekliği ifade ediyor, hasta değil, yaralı da değil, ölü bir gerçeklik.
Bununla bağlantılı bir ara dönemi Kadı Muhammed, Mustafa Barzani, Kasımlo, Celal Talabani şahsında yaşanan bir ara dönem. İşte bu dönem hangi gerçekliği ifade ediyor? Evet bir gerçekliği ifade ediyor. Bildiğimiz geleneksel feodal diyoruz, geçiş diyoruz, oradan bize kadar gelen içinde yarı burjuva yarı aristokrat kişilikler. Burjuva diye kastettiğimiz 2. Dünya savaşından sonra ve günümüzde halen varlığını sürdüren bir dönem yani aslında İslam’daki kapitalistleşme, burjuvalaşma… Böyle bir dönem yaşandı mı, yaşanabilir mi? Ama var. Böyle bir kapitalizmi, milliyetçi bir varlık ve milliyetçiliğin temelli bir bilinç var. Temsilcilerden belli. Zaten Kadı Muhammed’in bir devlet olma geleneği var. Barzani’nin hala bir devlet olma deneyimi yaşanıyor. Buna Talabani de ortak. Ama döneme damgasını vuran bir Kürt ulus devlet henüz yok veya ne kadar çabalansa da şüpheli. Olsa da ne kadar yerel bir olgu son derece tartışmalı ve en önemlisi de bize karşı çıkartıldı bu son Kürt federe devlet olayı. Bizzat Türkiye Cumhuriyeti’nin olmazsa olmaz destekleri temelinde gelişti, aslında bir varyant oluşum. Devrimci hareketi tasfiyenin bir aracı olarak öne sürüldü 92’den itibaren. Önce Federe parlamento sonra diğer organlar. İşte silahlı kuvvetler o bildirileri bunların yardımıyla atıyorlar teslim olmamız için çok çarpıcı bir gerçekliktir. Bu ara bir dönem... yani Kürt milliyetçiliği, Kürt sermayesi, biz ilkel komprador burjuvazi diyoruz, bazıları daha gelişmiş olabilirler, Diyarbakır merkezli, Erbil merkezli, Süleymaniye merkezli hatta Mahabat merkezli. Ama bana göre bunlar son derece geçici yapay karşı devrim öğeleri olarak, tasfiye aracı olarak dayatılan aygıtlar oluşumu. Hem ideolojik içeriği böyle hem pratikleşmesi böyle.
Bir de aranın arası bir dönemden bahsediyoruz. Aranın arası dönem bize kadar gelecek olan dönemdir. Bunun temsilcileri veya ifade edicileri olarak işte Sait Elçi, Sait Kırmızıtoprak, Süleyman Mouni kardeşler hatta Siraç’ı da dahil ettim, edebiyatta Cigerxwin, müzikte de Aram Tigran. Bunları nasıl anlamlandırmalıyız. Bunlara yurtsever diyoruz. Kimilerine sosyalist de diyoruz. Modern hepsi, dürüst yani bir işbirlikçilik yaptıkları yok. Karşı güçlerin iradesi değiller, aygıtı değiller, sesi değiller. Ama çok bireysel kalmışlar, çoğu imha olmuş bu işbirlikçiler tarafından. Kendilerini anlamlandırmakta güçlük çekmişler, yaşatmakta güçlük çekmişler ve hepsi komploya kurban gitmişler, en önemlisi de sürgünde ölmüşler. Bir sürgün gerçeklikleri var. Ama tabi bizi de biraz etkilemişler. Yani nereden bakarsan bak bizim protolarımız bunlar. Benim kendi açımdan da söylüyorum bunlar proto Apocu bir gerçeklik olarak gözüküyorlar. Böyle bir anlam biçmek istedim bu aranın arası döneme.
Daha sonra girişimizi bizimle ilgili olan kısmı, 20.yüzyılın sonu ile 21.yüzyılın ilk çeyreğine damgasını vuran kendi gerçekliğimden bahsediyorum. Bir Apo gerçekliği var bu açık, ne inkar edilebilir, ne de abartılabilir. Tabi bu Apo gerçekliği veya hakikati nasıl yorumlanmalı. Hayal ve gerçeklik olarak neyi ifade eder?
‘Apo dönemi’ Önderliksel karakteri itibariyle çok az anlaşıldı. Anlaşılmıyor. Önderlik Gerçeği diyorsunuz ama nedir bu gerçeklik, anlamıyorsunuz. Halk dağılmış, felç edilmiş, anlama gücü yok. Kadro donanımsız. Elli yıldır Kürtlerin şaşkınlığı Mesihçiliği bu gerçeklikle bağlıdır. PKK’de Önderliksel gerçekleşme Kürt tarihinde bir dönüm noktasıdır. En az Kürt uyanışı diriliş devrimi kadar önemlidir. APO gökten inan bir mesih değil; emekle, toplumsal gerçekleşmeyle kendisini yaratan bir Önderliktir. Kürt- Kürdistan tarihinde sosyalist önderliğin inşasıdır. APO bir önderlik inşası bir kişi kültü inşası değil, kolektif önderlik inşasıdır.
Önderliksel çıkış sürecinde Kürtlük dağılmış, geleneksel önderlikle iflas etmiş, Kürt düşünceden düşürülmüştü. Böyle bir ortama gelişmiş olmasına mucizevi anlamlar yüklenmiş olması anlaşılırdır. Fakat artık yeter! 50 yıldır doğru anlaşılmayı bekliyorum. Anlatıyorum, anlatıyorum sonra yine anlatıyorum. PKK’de Önderlik gerçeğini anlamamak, PKK’yi anlamamak, özgür Kürdü, Kürdistan’ı anlamamak demektir. Gerilikte ısrar etmek demektir. Bunun için gelişmiyor, Önderleşmiyorsunuz. Sizi Önderlik gerçeğinin bir parçası haline getirmek için 50 yıldır amansız bir emek ve mücadele içindeyim.
Önderlik gerçeğini doğru anlamadan, kendini gerçekliğe yatırmadan bırakın topluma öncülük etmeyi, kendiniz yürüyemezsiniz. Nitekim kendinizi dahi taşıyamıyorsunuz. Muazzam bir söylem ve eylem gücüm var. Bunları size sunuyorum, zorla vermeye çalışıyorum, yine almıyorsunuz. Kendinizi bir çözümsüzlük olarak dayatmakta ısrar ediyorsunuz. Neden? Bu önemli tabi çünkü ciddi bir iş. Şu anda APO gerçeği hem bir süre durum olarak hem de an olarak tarihe damgasını vurmuş ve öyle gidiyor. Ve geldik işte PKK’deki açmaza ve buna bir çözüm bulmaya; yani bu fesih meselesine. Şu an hala her an yaşadığım durum…. Evet burda bir anın tekrarı var, yaratım değeri fazla yok, bir sıçrama yapmak gerekiyor. Bir eşik atlamak gerekiyor. Tuhaftır, bizim tarafımızdan değil, bizzat benimle amansız ve her an idamım için her şeyi yapan bir Türk, dönemin Türk duyarlılığının partileşmiş hatta proto parti devletin en yetkili sesi ve eli olarak Devlet Bahçeli açtı bu yeni dönemi. Yani bizimle amansız savaş önderi olarak Bahçeli DEM heyetine bunu bizzat söylüyor. “Ben bütün ömrümü buna adamıştım ama şimdi yeni bir dönemi başlatmak istiyorum.” Bu da bana göre, bu barış ve demokratik toplum çözümüne açık bir çağrı ifadesidir. Hem bir barış çağrısı hem tutarlı hem de demokratik çözüm içeriği olan bir barış çağrısı. Gelişmeler biraz bunu da gösteriyor. Ve buradan çıkartacağımız tek sonuç ancak savaşanlar barışabilir. Yani ikincil üçüncü güçler değil de ara güçler müttefikler değil de bizzat savaşın sorumluluğunu taşıyanlar ancak barışın sorumluluğunu üstlenebilir. Çünkü barış en az savaş kadar ciddi bir olay. Ve böyle ciddi bir olayın sorumluluğunu da onun bir numaralı taşıyıcıları sahiplenebilir. Dolayısıyla gerçekçi, bu savaşı devlet yürütüyor. Devlet bu savaşı bir barış denemesi olarak yeni bir başlangıca dönüştürme gereği duyuyorum. Bu seslendirildi son altı ayda. Biz de isabetli olarak bu elin havada boş bırakılmaması, bu sese karşı duyarsızlık gösterilmemesi gerektiğine kani olarak anında yanıt verdik. Ki bu savaşımın bir numaralı sorumlusu, yürütücüsü olarak sorumluluk duyduk ve yanıtı da gecikmeksizin verdik. Bu da kamuoyu ile paylaşılmıştır. İfadesi de şöyledir; savaşanlar ancak barışı gerçekleştirir. Diğer muhatapların barışı gerçekleştirme gücü olamaz. İkincildir ya da yardımcıdır. Esas inisiyatif bu işin öncülüğünü yapanlardır. Böyle bir rotaya girdi, bu da bana göre sağlıklı bir yöntemdir. Bu yöntem temelinde başlangıcı biraz daha boyutlandırdık ve devlet denetiminde bu toplantımızla programını hazırlıyoruz. Nasıl bir demokratik toplum bunun yoğun çabası içindeyiz. Bu eşikten atlamak istiyoruz. Nedir bu, savaş ve ayrılıkçı çatışma sürecinden barış ve demokratik bütünleşme, Türkiye Cumhuriyeti’yle özellikle. Diğer devletlerle ise Irak, İran, Suriye devletleri içinde benzer süreçler devreye girecektir. Türkiye’nin inisiyatifinde olması da bana göre hem aklın gereği hem gerçekliğin ifadesi oluyor. Öyle olması gerekiyor, öyle oluyor. Dolayısıyla bu atılan adım oldukça ciddiye alınabilecek bir adım. Her ne kadar belli bir zorlanmaya uğrasa da doğru bir adıma benziyor. Atlanacak mı bu eşik tamamen yaratıcı çabalar bunu mümkün kılabilecek. Bu temelde yeni dönemi yedi ana başlık halinde sunmayı deniyorum. Bu yedi ana başlığı neden seçtim, nasıl seçtim? Tartışıyoruz.
1- Doğa ve anlam
Belki çok az akla gelebilecek Doğa ve Anlam veya Doğanın Diyalektiği ile başlamak istedim. Ne ifade edilmek isteniyor bununla. Biraz daha açmaya çalışayım. Anlam bir ilişkiselliğe ve paylaşıma işaret eder. Karakteristik olarak ortaklaşmacı, toplumsal bir kavramdır. Anlam her şeyden önce bir şeyin anlamıdır. Varlıktan bağımsız bir anlamdan söz edilemez. Peki anlam nasıl oluşur? İnsan doğayı dinleyerek anlam gücünü geliştirir. İlk öğrenme tarzının mimetik olması bundandır. İnsan doğayı dinleyerek doğadan dönüştürür.
Toplumsal tarih boyunca doğayı dinleyerek öğrenme yöntemi giderek zayıflamıştır. Çünkü simgesel dil ve analitik zihin geliştikçe insan doğayı kendi kavramları ile tanımlamıştır ki, insanın doğaya yabancılaşması sonucu doğurmuştur ve bu yabancılaşma kapitalist modernite sürecinde zirveleşmiştir. Her dönemin hakim düşüncesi, o dönemin hakikati oluyor. Yani bir dönemin hakim düşüncesi varsa, o dönemin hakikati olarak kabul ediliyor. Bir gerçeklik var onun bir ifadesi var ve o ifade de bir düşünceyi ya da hayali ifade ediyor. Mesela mitik düşüncenin hakim olduğu o döneme mitik dönem diyoruz. Yani tamamen hayallerle ifade edilen bir dönem. İnsanlığın yaşadığı en uzun dönem. Milyonlarca yıl bir mitik dönem yaşandı. Hatta mimetik yanı ağır basan, bir hayvanların o taklitçi sezgileriyle iç içedir… Bu milyonlarca yıla mimetik dönem diyoruz. Mimetik ardı sıra mitik düşünce gelişti. O büyük ölçüde neolitik, yukarı neolitik, mezolotik, dönem hakikatidir. Toplumsal karşılığı klan kabile toplumudur. Bitki ve hayvanların evcilleşmesi denilen aslında bir yeni kültür bir yeni yaşam biçiminin ilk defa yaşandığı bir dönemin ifadesi oluyor. Mimetik yani hayvan sezgilerini aşan bir düşüncedir mitik düşünce. Tamamen hayallerle ifade ediliyor. İnsanda bir sembolik düşünce gelişiyor. Hayvandan düşünce bağlamında bir ayrışma var, simgesel düşünce sadece insana özgür bir düşünse. İnsan hayvandan simgesel düşünce ile ayrışır. Mimetik düşüncede sembolizm yoktur, taklit vardır. Taklit bir düşünce midir değil midir, tartışılır. Hayvanda zihin olabilir ama o düşünce durumu değil. Mitik dönemin düşüncesi bu anlamda simgeseldir. Mitik dönemin düşünce dünyası masallardır, biraz ötesinde tek tanrılı din dediğimiz veya ona benzer bir dinsel düşünce var. Aşağı yukarı günümüze kadar bir dini düşünce dini anlamlandırma aşaması söz konusu. İkisi de Ortadoğu insanlığın beşiği dediğimiz bugünkü Yukarı Mezopotamya kaynaklıdır. Hem mitik ve hem dinsel düşüncelerin beşiği bu Dicle -Fırat vadileridir.
Mitler toplumsallaşmanın gerektirdiği anlam örüntüleridir. Toplumsal yaşamın maddi-manevi ihtiyaçlarını karşılayan bir imgelem olarak toplum kurucu rol oynarlar. Bu yönüyle klan toplumsallaşmanın zihin gücü hakikati oluşturucudur. Büyük ekolojik döngü, yaklaşık 15 bin yıl önce sona eriyor. Orda yeni bir iklimsel dönem başlıyor. Bu, neolitiği imkan dahiline sokuyor ve yeni bir dönem başlıyor. İnsan varlığı da burada önce dili icad ediyor, simgesel düşünceyi kabul ediyor. Uygarlığa, devlete sıçrama yapıyor.
Bu dönemin düşüncesi doğayı ifade eder mi, doğa için biçtiği anlam var mı? Aslında var gibi gözüküyor. Örnek olarak İslam’ı alırsak her şeyin bağlandığı bir Allah kavramı var. Allah işte evreni kuşatan, an be an her şeye hükmeden, an be an her şeyi yaratan varlık olarak Allah’ın tanımı yapılır. Hatta tanımlanmazlığı ifade edilir. Bir imandır, ifade edilemez diye sunulur. İslam demek bu demektir. Aslında bu bir aşamadır ve bu çok çarpıcı bir aşamadır insanlık tarihinde. İslam’ın bu kadar etkili olmasının nedeni de budur. Felsefe ile mitolojik düşünce arası bir düşüncedir İslam. İslami düşünce ne tam felsefedir ne tam mitik düşüncedir. İkisine de şiddetle karşıdır, Gazali’de ifadesini bu bulur. Eğer bir ekol olarak bahsedeceksek, ki hakim ekoldür Gazali, bir yandan Avrupa’da zafere giden bilime yol açan felsefeye kapıları kapatır. Diğer yandan kelamı geliştirir, ama kelam demek felsefe demek değil. Diğer yandan mitolojik çağı da kapatır. Ve böyle yepyeni bir İslam çağı doğar. Çok etkilidir. Çağa damgasını vurmuştur. Hem Hristiyanlığı hem Tevrat’ı hem Hint Çin dinlerini, geriletmiş kendisine bir alan açmıştır. Neden? Çünkü önemli bir aşamadır. Felsefe ile mitoloji arasındaki dönem olmazsa olmaz bir dönemdir, ona bir peygamber gerekiyor. Hz. Muhammed’de onu ifade ediyor. Hani Allah’ın 99 sıfatı var denir ya. 99 sıfat öteki olarak anlam bulan her şeydir. Evren felsefedir aslında. Bunun ön aşamasıydı. 99 sıfat bir felsefedir. Bir programdır. Modernitenin felsefi öncülü, bilim felsefesinin öncülü. Bundan ötürü çok etkilidir. Hıristiyanlığa göre. Fakat açmazı da kendi içinde, çünkü kendi içinde modern felsefeye geçişin kapısını kapatmış. Meşhur İbni Rüşt ve Gazali çatışması biliniyor. Batı ise Gazali, İbni Rüştü mahkum ederken, batı düşüncesi İbni Rüştü esas alır ve geliştirir. Bildiğimiz felsefi ve bilimsel devrimi yapar, İslam ise ona tamamen kapalı kalır. Ve batı üstünlüğü batı yükselişi başlar. İslam ile mitik düşüncede ve hatta Tevrat dini olarak (ki buna Museviler diyoruz) ondan daha çok hakikati ifade eder ama çok ısrarcı olduğu için gerek Hıristiyanlıktaki yeni açılımlar gerek mitolojideki katı inanç yaklaşımı iki yönlü bir baskı yaratır. Kapalılık İslami müthiş tutucu güç haline getirir. 15. Ve 16. Yüzyıllar tutuculuğun zirve yaptığı yıllardır. 9 -10. yüzyıllar İslam’da bir Rönesans dönemidir, bir rönesanstır, bütün dünyayı etkiler. Ama 15. 16. Yüzyılların muazzam bir tutuculaşma dönemidir ve fiilen İslam biter. Bunun somut ifadesi Safavilerde, Babur Hindistan’ında ve İstanbul merkezli Osmanlılarda büyük bir tutuculuk başlar ve o tutuculuk zaten bir yüz yıl sonra 17. ve 18.yüzyıllarda ömrünü tamamlar. Bana göre İslam 18.yüzyıllarda da bitmiştir. Hayatiyeti kalmamıştır, ondan sonra istismar edilmiştir. İngilizler bu İslamı istismar eder ve bildiğimiz o cihan egemenliğine, küçük bir adadan küresel bir hegemonyaya ulaşırlar. Bu İslam’daki tutuculukla bağlantılıdır. Bunu niye belirtiyorum. Buna biraz da Hıristiyanlık dahil ettim. Çünkü Hıristiyanlıkta batı üstünlüğü başladı. Hıristiyanlıkta yaşanan o reformasyon islamda olmadı.
Şiilik bunu denedi yapamadı. Batıda reformasyondan aydınlanmaya geçildi. Rönesans da bununla bağlantılı, Reform, Rönesans, aydınlanma batının zihinsel üstünlüğünü mümkün kıldı, başarılı kıldı. İşte 18. Yüzyılda Fransız Devrimi, İngiliz Sanayi Devrimi, Fransız Politik devrimi bildiğimiz küresel çağda 19. Yüzyılda zirve yaptı. 20. Yüzyılda bu zirveyi sürdürdü şimdi yepyeni bir aşamaya geçiliyor. Neden bunları belirtiyorum? Hani geçmişi doğru yorumlayamazsak geçmiş veya gelenek doğru anlamlandırılamazsa günümüzü anlayamayız, günümüzü anlamadıktan sonra zaten gelecek anlamlandırılamaz. İslam hele Kemalizm her ne kadar pozitivist düşünceyi egemen kılmanın adıysa da şu anda muhafazakar düşünce İslam’ı hakim kılmaya çalışıyor. Batıda pozitivizm aşılırken Türkiye’de muazzam bir tutuculuğa dönüştü. İslam’ın esamesi okunmuyor. İşte beş milyonluk İsrail karşısında 300 milyonluk Arap İslam’ı nefes bile alamıyor. İslam bundan sorumlu tabi. Bunlara rağmen hala biz İslam’lıcılık taslıyorsak burada bir bit yeniği var. Bunu doğru anlamak için bunları belirtiyorum. Hatta Hristiyanlık mı egemen Müslümanlık mı gibi bir soru var. Yüzde 99 Hristiyan egemendir. Bunları doğru ifade etmek gerekiyor, gerisi dilenciliktir. Batının kavramlarıyla batıya karşı İslam’ı savunuyorlar. Böyle İslam savunması olmaz. Batı felsefede bilimde teknikte olağanüstü üstün, sen onun kalıntılarından, kenarından köşesinden yararlanmak istiyorsun. Ve bunu da dilencilik biçiminde yapıyorsun. Bunun çok başarı şansı olmadığı, son Gazze olayında ortaya çıktı. Saldırı yapıyor İsrail’e. Senin saldırı yaptığın İsrail dünya hegemonu. Sonra da ona karşı BM, AB bilmem insan hakları komisyonundan yardım diliyor. Yardım dilediğin kurumlar İsrail’in damgasını vurduğu kurumlardır. İsrail’i hakiki düşman ilan etmişsen o kurumlardan dilencilik yapmayacaksın. Tutarlı isen, milleti aldatmak istemiyorsan, yapma. O hegemon güçtür. Ya hegemona boyun eğersin ya hakiki bir savaş yürütürsün. Bu Türkiye’de yapılmadığı için düşünceler karma karışık ve yine sermaye vurgun yaparak kendini katlayarak, bu çatışmadan egemenliğini güçlendiriyor. Buna dikkat çekmek için ben bu bölümü açtım. Bunu anlamak tabi günümüzü doğru anlamakla bağlantılı. Bu aydınlatıcı oluyor, sanırım bunu fazla açmaya gerek yok.
2- Toplumsal doğa ve sorunsallık
Doğa ve anlam, felsefi düşünceyi biraz güçlendirmek için bazıları merak edebilir. Bu merak haklı bir merak çünkü bilim merakla başlar. Bu merakı doyurmak ona bir yol açmak için de bana göre öteki olarak veya doğanın diyalektiği gibi bir felsefi düşünceye ihtiyaç var. İşte bu bilimin bütün ortaya serdikleri, fizik, kimya, biyoloji bağlamında ne varsa aynı şey felsefe adına hatta mitoloji adına serilen ne kadar düşünce varsa onları süzerek bir sonuç çıkarmak ihtiyacı duydum. Spekülatif bir düşüncedir, öyle mutlak doğrudur demiyorum. Doğa öteki gerçekliği anlaşılmaya değer. Evren de diyebiliriz buna. Hala anlaşılmayan birkaç husus var. Büyük patlama deniliyor. Bu büyük patlama nedir, büyük patlamanın öncesi ne vardı? büyük patlamayla evren 13 milyar yıllık bir gelişme diyorlar. Bu pek akla yatkın gelmiyor. Giderek fizik bilimi temelinde art alan ışıması diye bir düşünce geliştiriliyor. Patlama sırası veya patlama öncesi… doğal olarak insanın aklına gelir, bu patlama öncesinde bir evren var mıydı yok muydu? Bu patlama bir iğne ucunun milyar katı kadar küçük bir varlıktan başlıyor bugünkü evren oluşuyor.
Şimdi bizim galaksimiz Samanyolu’nun 200-300 milyar yıldızı var. Her yıldızın etrafında onlarca gezegen. Ve bir de milyarlarca galaksi. Bunun bir iğne ucundan doğması açıklama gerektirir. Bilim buna kuantum fiziği ile yanıt bulmaya çalışıyor. İşte kesintisizlik ilkesi ‘hem hem de’ mantığı böyle. Bütün bunlarla şu var. O kaba materyalizm dönemi yaşandı. O materyalizm iyi ki aşıldı. Evren hiç de öyle söyledikleri gibi değilmiş. İşte o güneş merkezli evren teorisi, daha sonra samanyolu, şu anda kara delik etrafında bir de kara madde var, karanlık enerji… şimdi bu kavramlar daha da çoğalacak. Parçacıklar işte en küçük parça atom dendi, sonra baktılar atomun birçok parçacığı var, elektronla, protonla, nötronla izah ediliyor. Onların da parçacığın parçacığı var. Bir tanrı parçacığı çıktı. Velhasıl bu böyle gidiyor.
Niye bunu söylüyorum. Demek ki materyalist açıdan da idealist açıdan da henüz katı gerçekler yok. Yüzde yüz o doğru, yüzde yüz bu doğru yok. Belli ki insan zihninde bir gelişme var bir patlama var. Hakikat arayışı devam edecek. Bu iyi bir şeydir, hakikat arayışına insan zihninin açık olması umut veriyor en azından. Hem özgürlüğe umut veriyor hem yaşama umut veriyor. Özgür yaşama… onu geliştirmek bana göre doğru bir şey. Hatta böyle bir düşünce tarzı bizi toplumsal doğanın izahına götürür. Biliyorsunuz işte ikinci başlıkta bunu ifade etmek istiyorum.
Genelde doğa ve anlam konusunda benim şöyle bir değerlendirmem var. Hegel de bununla çok uğraşmış. Hegel anlamı doğanın kendisinde bulur. Geist dediği evrensel ruh, evrensel tin aslında beynin dışında bir gerçeklik. Varlık da bir gerçekliktir. Anlam varlığın içindedir. İnsan beyni tarafından üretilmiyor. Bir nevi idealizmde denir buna. Hegel idealizmi diyorlar. Bir gerçeklik payı da yok değil. Marks bunun tam tersini ifade eder. Yansıma olarak ifade eder düşünceyi. Zaman insan beyninde olup biten bir şeydir. Bunu dışa yansıtır ve düşünce olur. Biraz buna terstir. Anlamın kendisi doğadadır. Burada bir felsefi tartışma var devam ediyor. Bu tartışmaların devam etmesi iyi bir şeydir. Materyalizm ya da idealizm diye dondurmak doğru değildir. Bu ikilem yanlışa götürür, götürüyor. Dolayısıyla diyalektik düşünce bunun aslında katı dogma haline gelmesini engelliyor.
Diyalektik düşünmenin faydası diyalektik adı üstünde ikilem anlamına geliyor. Ari dilinden geliyor. Diyalektikte bir’in anlam kazanması ikiye bağlıdır. İki biri akla getirir. Bunu düşünceye uyguladığımızda işte düşünce maddeyi gerekli kılar. Bu sürüp gider. Bu faydalı bir şey veya bir açık kapı bırakıyor. Diyalektik düşüncenin tersi metafiziktir. Metafizik bir düşünce biçimi ama diyalektik kadar başarılı değil. Diyalektik daha başarılı. Yalnız onu geliştirmek gerekiyor ve gelişiyor da. Demin söylediğimiz doğanın izah edilmesi bu biçimiyle diyalektik düşünce sayesinde olmuştur.
Şimdi buradan hemen toplumsal doğa ve sorunsallık adlı başlığa geçiyorum. Evet toplum da bir doğadır. Ama buna ikinci doğa diyorlar. Doğrudur. Bana göre de toplumsal doğa ile büyük farklılaşma var. En temel özelliği düşünce esnekliğidir. Doğadaki düşünselliği tartışmıyorum. Ama toplumsal doğa düşünce ile örülen bizzat insanın önce simgesel sonra bilimsel, felsefi, dini bütün düşüncelerini temeline yerleştirdiği bir doğadır. Toplumsal doğa bir taş değil, bir bitki değil, bir hayvan değil. Düşünce temelli oluyor. Toplumsal doğanın böyle bir farkı var. Toplum dedin mi hemen akla düşünce gelir.
İşte Atina felsefesi toplum ile gelişti. İşte batı bilimsel düşünce ile gelişti. Londra, Amsterdam ikilemi diyelim, bir Atina ve Isparta ikilemi, o da felsefe ile mesafeyi açtı. İslami düşünce en verimli dini düşünce olarak mesafe kaydetti. Bunların hepsi toplumun değişik aşamaları. İşte Sümer toplumu mitolojinin zirvesi, Sümer toplumu bu kadar ilk’li kılan devletli toplumun beşiği olmasıdır. Ve yukarı Mezopotamya’da Dicle ve Fırat’ın olduğu mümbit verimli toprağın yarattığı mitsel bir düşüncedir ve orada zirve yapmıştır. Tanrı ve tanrıçalar dünyası çok çarpıcıdır ve buradan alınan kavramlar daha sonra geliştirilmiştir. Buradan alınan kavramlar kuranı üretmiştir. Kurandaki düşüncelerin büyük bir bölümü buradan alınmıştır. Atina felsefi düşüncesinin de büyük bir bölümü buradan alınmıştır. Kuzeyde, Avrupa o zaman vahşet döneminde. Atina, hem Medya’daki Zerdüşt felsefesini hem de Mısır’daki dini düşünceyi alır. Babil’e gelmeyen aydın yoktur. Hepsi Mısır’ı, Babil’i ve Medya’yı hatta Persepolis’i görmüşlerdir. Aldıklarını bir senteze dönüştürmüşlerdir. Demokrasi düşüncesi de buradan alınıyor aslında. Ve işte Grek ve Helen dediğimiz uygarlık adımı atılıyor. Bir de toplumsallık işte ilk çağ toplumu dediğimiz Marksizim’deki ‘toplumun barbarlık aşaması veya ilkel dönem’ denilen dönem ve ardı sıra kölelik kurumu gelişiyor.
Şimdi buna geçmeden önce de bu toplumsallığın genel tanımını verdik. Ama bu nasıl gelişti? Biliyorsunuz, toplumsal gelişme Sümer mitolojisinde nasıl izah edilir? Dinde (ki üç tek tanrılı dinde de Adem babadan Havva anadan nasıl yaratıldığı açık yazılıyor. Hatta beş bin yıl diyor. Kendilerine göre bir tarih de veriyorlar. Tamamen dini inançla bağlantılı. Bilimsellik hatta Atina düşüncesi bunlarla arayı açtı. Dolayısıyla yeni bir toplumu yaratıp zirveye çıkardı. Kapitalizm aldı başını gidiyor. Batı kökenli düşünce hem hegemonik düşünce hem de maddeleşmiştir. Maddi bir güç haline gelmiştir. Ama bir nokta karanlıkta kalıyor. Nedir o? Bu toplumsal doğa nasıl oluştu? Ve kim oluşturdu? Toplum sadece bir araya gelen insanlardan müteşekkil bir oluş değildir. Toplum bir araya gelen insanların ürettiği ve etrafında ortaklaşarak kendilerini kolektivite üzerinden gerçekleştirdikleri bir değerler sistemidir. Tüm toplumsal oluş ve yapılanmaların kurucu, taşıyıcı, geliştirici unsuru anlamdır. Toplumun kendinden başka öznesi yoktur. Toplum oluşun öznesi de nesnesi de yine toplumun kendisidir. Ve bu oluş ucu açık bir karakter arz eder. Başka bir ifadeyle toplum kurulan, yıkılan ve yeniden kurulan bir fiil halidir.
Nihayetinde bu toplumsal doğayı insan oluşturuyor. Toplumsal doğa insan türünün etrafında oluşan bir gerçekliktir. Hayvanlarda topluluk haline yaşar. O ayrı. Mimetik bir zihniyet olduğunu söyledik. İçgüdülerle, taktikle oluşan bir şey. Evet insanda da içgüdü var. Taklitçi eğilim hayvandan kalmadır. Beyinin en alt tabakası hayvandan kalmadır. Küçük beyin dediğimiz o içgüdüden sorumludur mitik düşünce ama mimetik düşünceyi aşıyor. Onunda beyinde temsili orta beyin dediğimiz kısımdır. Onun sorumluluğunda insan insan oluyor. Mitik düşüncenin geliştiği insan aslında orta beyinle yaratılan insandır. Tabi bunlar hep iç içedir. Öyle bıçakla keser gibi basamak basamak yükselmez. Hepsi iç içe. Müthiş bir evren var. Peki insan türünde kim ondan sorumlu olur?
İşte burada kadın devreye giriyor. Daha da dikkat çeken bir şey erkeklik-dişiliğin nasıl meydana geldiğidir. Bu da tabi biraz kafa karıştırıyor. Ben fazla incelemedim. Ama bilebildiğim kadarıyla önceki varlıklar tek hücreyi biliyorsunuz, miyoz bölünme, her hücre sadece bölünüyor. Bir’inden iki çıkıyor. Böyle bir çoğalma biçimi biliyoruz. Henüz ortada erkek dişi diye bir bölünme yok. Ve bu devam ediyor, milyonlarca yıl.
En son tespit edebildiğimiz kadarıyla canlının ikiye bölünmesi dişil ve eril olarak 300 milyon yıl öncesine dayanıyor. Bunları felsefi olarak konuşuyoruz. Böyle bir dişil eril bölünme neden oldu? doğanın diyalektiği dedik ya diyalektik bundan sorumlu. Her şey ikilemlidir. Enerjiden madde nasıl doğdur, parçacıklar nasıl farklılaştı? Evet atomda da parçacıklar var parçacıklar olmasa atom zaten olmaz. Madde enerjiye nasıl dönüşür? Madde yani o görünen şeyler, yıldızlar maddeleşmiş enerjidir. Einstein’in formülü E=MC^2 enerjinin maddeye dönüşümü formülüdür. Formülün önemi burada konunun anlaşılmasını mümkün kılmasından geliyor. Dişil eril olayı da bunun bir uzantısıdır. Evrendeki gelişmeye aykırı bir şey değil. Onun bir uzantısı olarak bir dönem artık yavaş yavaş tek varlıkta ikilem yerine ayrı varlıklarda bir birleşme. Eril varlık türüyor, dişil varlık türüyor ve biri ikiye bölüyor ve ikiden tekrar bir birlik…. Giderek derinleşmiş bir eril derinleşmiş bir dişil varlık gelişiyor.
Bu aşağı yukarı üç yüz milyon yıl öncedir. Hem bitkilerde böyle gelişmeler oluyor hem de hayvanlar aleminde. Bazı hayvanlar ısıyla bağlantılı olarak hem dişi oluyor hem de erkek. Dolayısıyla bu katı bir şey değil, dönüşebilir, diyalektik bir gerçekliktir. LGBT biliyorsunuz büyük bir tartışma konusu. Hem eril hem dişil özelliklere (hermafrodit) sahip böyle çok sayıda kişi var. Hatta ameliyatla kendini ya erkek yapıyor ya dişi. Böyle ameliyatlar yaygın olarak gerçekleşiyor. Bunda dikkat çeken nokta dişi eril arası aşılmaz bir uçurum olmamasıdır. Tabi ki bunun felsefi sosyolojik yanı çok farklı. Bunun ahlaki boyutu var, topluma yansımış hali var. Bunlar diyalektik düşünce ile aşılabilir.
Burada kadının rolüne girmek istemiyorum. Eril dişil ayrımı mucizevi bir şey değil, doğanın diyalektiği gereği bir şey. Bir üstünlük arz etmiyor. Dişil olmak bir üstünlük değil veya eril olmak kutsallık değil. Bunlar özel bir sonuç çıkarılacak bir olay değil. Doğanın diyalektiği gereği bunlar olacak, oluyor. Nitekim biz buna farklılaşma dedik farklılaşma olmazsa yaşam olmaz. Yaşamın anlamı farklılaşmayla bağlantılı. İşte tek bir kişi hem nasıl dişil hem eril olacak? Yaşayamadıkları günümüzde belli. Hermafrodit adam hem eril hem dişil nasıl oluyor? Geleneksel ahlak bu kişileri mahkum ediyor. Ama bana göre bu bir sorundur. Operasyonlarla erkeklik yönü öne çıkabilir, kadınlık tercihi öne çıkabilir, ikisi de değerlidir diyelim. Doğa seni ikiye ayırsa bu ikiye ayrılmayı bir özgürlük imkanı, bir farklılık olarak göreceksin o farklılığın anlamı var. Dişilin de anlamı var erilin de. Toplumda da bu vücut bulmuştur, mühim olan bunları karşıt hala getirmemektir. Karşıt hale getirme işte sorunun başlangıcı oluyor.
Şimdi toplumsal sorunsallık böyle başlıyor. Biri der eril üstündür diğeri der dişil…. Böyle şeyler toplumsal doğada sorunsallık konularıdır. Dişil üstünlük evet arada gelişecek onu biraz anlatalım. Diğeri de karşı tez olarak yükseldi, üstün olan erildir dedi. Ve sonuçta korkunç felsefeler oluştu, büyük bir sorun oldu. Toplumsal sorunsallık uygarlık sonrasında devletle başlıyor demiştim. Ama şimdi öyle görünüyor ki devletle değil, çok daha öncesinde, 30 bin yıl önce gelişmiş. Ve sonuçta eril kadınla benzeşmeyecek olağanüstü bir yapılanma kadında ve erkekle sanki dağlar kadar farkı olan bir tip kişilik gelişti. Dikkat edilirse erkeklik kromozomları ile kadınlık kromozomları arasında küçücük bir fark var. Çok küçük bir farktır. Sonuçta düşünce dediğimiz şey insana özgüdür ve düşüncenin erkeği kadını yok. Düşünce bu ikilemleri tamamen aşan bir özelliktir, hatta siyasi alan, erkeğe özgü siyasi alan, kadına özgü siyasi alan saçmadır. Tamamen insana özgüdür siyaset alanı. Bunu daha da yaygınlaştırabiliriz. Ekonomiye, sanata, hatta dine kadının dini, erkeğin dini gibi ayrımlar yapıldı ama buna temel bir gerçekliktir diyemeyiz. Erkeğe özgü düşünce, kadına özgü düşünce bunlar kesinlikle sorunsallığı ifade eder. Hatta sorun bile değildir, sorunsallıkta çakılıp kalmadır. Hatta diyalektik düşüncenin inkarıdır. Feminizm kadına özgü düşünce, bunun karşıtı erkekliktir, erkeklikte de sadece erkekliğe dair düşünce iki tutucu alandır, katılaştırıyorlar aslında. Yani böyle bir katılık doğada yoktur, doğadaki diyalektik topluma yansır, toplumdaki diyalektik de yaşamı mümkün kılar, farklı yaşamı, yaşam farklıdır. Fark yaşamı ifade eder. Yaşam da farklılaşarak zenginleşir. Donmuş karşıt bir ikilem uçurum demektir. Bu uçurumda vuruşlar, aile cinayetlerinin altında da bu gerçeklik var. O cinayette şey edenin bakış açısında kadın donmuştur, kadın mutlak kadın, erkek mutlak erkek ama diyalektik bir düşünce akışı oldu mu birisi diğerine mutlaka ihanet eder. O onu vurur diğeri onu vurur. Buradan kaynaklanıyor sorunun temeli. Bu da dediğim gibi müthiş bir sorunsallık anlamına geliyor. Bunu aşmak gerekiyor.
Bu ana başlık altında sorunsallığı doğru koyduğuma inanıyorum. Biz devlet bağlamında kent-köy ayrımı dedik, sınıf ayrımına dayandırmak istedik, bu yetmiyor…. Var da böyle sınıftan kaynaklanan sorunsallık var, devlet komün sorunsallığı var, bunları işleyeceğim bunlar ciddi gerçekleşmeler esas sorunsallık toplumda eril dişil öğenin çatışmasıyla başlıyor. Eril dişil düşünce tutuculaşınca gözü görmez hale geldikçe kendini temel gerçeklik…. Önce bunu kadında görüyoruz. Kadın tanrıça çağı…. Aslında bunu bir çağ arkeolojik araştırmalarda bunu biraz gösterir. Son otuz bin yıldaki o tanrıça figürleri, böyle bir çağın yaşandığını gösterir. Bütün Avrasya’dan batı Avrupa’ya kadar Ortadoğu’dan Afrika’ya kadar böyle bir dönemin yaşandığı tespit edilmiş.
Peki bu tanrıçalık ne anlama geliyor, tabi çıkardığımız biraz önce anlatmıştık geçen gün şimdi kadın doğuran bir varlık artık bunu tartışmaya da gerek yok, doğum kadında gerçekleşir, insan türü olarak kadındaki doğru değişiktir, iyi anlamak gerekir, bütün incelemeler şunu gösterir, bitkilerin çoğalması kolay, ilk hücrenin bölünmesi kolay gerçekleşir, hayvanlardaki doğum biliyorsunuz, yavru doğar 24 saat içinde ayağa kalkar. Bütün hayvanlarda bu böyledir. Bazıları uzun bazıları kısa sürelidir ama kolay bir doğum, kolay bir büyüme, bırakırlar altı ay baktı mı bırakırlar hayvan varlığını sürdürür. Fakat insan türüne geldiğimizde enteresan bir durum doğuyor, zor doğum yapıyor ve o da yetmiyor 5-6 yıl ana desteği olmadan yalnız yaşayamıyor. Yani hayvanda 24 saat insanda 7 yıla kadar çıkıyor. Bu neyi gerektiriyor. Ananın etrafında bir toplumsallık gerektiriyor. Çünkü erkeğin ne olduğu belli değil. Yavrunun erkekle ilişkisi diye bir olgu yok ortada. Kadın ile erkek ilk defa nasıl karşılaştılar? İnsanda da hayvanda da bir cinsel güdü var. Cinsellik güdüsü, tıpkı açlık güdüsü gibi temel güdülerdendir. Güdüler bilinçtir, canlılık işaretleridir. Açlık hissi olmazsa doyum olmaz, dolayısıyla yaşam olmaz, cinsel güdü olmazsa üreme olmaz, üreme olmayınca yaşam olmaz. Bunu anlıyoruz. Baba kim? Aslında önce baba yok. Hatta cinsellik kiminle kurulmuş, nasıl kurulmuş konusunda bir bilinç yok, sadece bir güdü var.
Kültür insan türünde ortaya çıkan bir bilinçtir. Bu, önce kadında başlıyor, çünkü çocuğu doğuran kadındır. Daha sonra tek tanrılı dinlerde de Havva Adem’in kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Sümer mitolojisinde de bu bölüm uzunca anlatılır. Yahudilerde bunu Tevrat’a koymuştur. Tevrat’tan da Kuran’a geçmiştir.
Doğuran kadın çocuğu büyütmek zorunda. Beslemek zorunda, beslemek içinde toplayıcılık yapmak zorunda. O da muazzam emek ve çaba gerektiriyor. Yaklaşık iki milyonluk tarihten bahsediyoruz. Bu Afrika Rif Vadisinde başlamış, daha sonra Ortadoğu’da bu yoğunlaşmış. Gerçek kültürleşme ise Toros-Zagros vadilerinde gerçekleşir. İnsan burada insan oluyor, kadın burada kadın oluyor. Bunu biraz açacağız. Kadın demek ki çocuğu büyütecek, çünkü çocuğun kendinden doğduğunu biliyor. Kadın muhtemelen birlikte büyüdüğü kız veya erkek çocuk olarak nasıl birbirlerini tanıyorlarsa, ana kadın da kardeş olarak, kız kardeş olarak bir iki tane dayı, teyze gibi akrabalarını tanıyordur. Bir de kültür başlıyor bununla 7 kişilik, 10 kişilik, 15 kişilik. Sayı 20’yi geçmiyor. Bunlar bir arada bir klan oluştururlar. Klan toplumsallaşma tarihinin ilk örgütlenme formudur. Klan, ana etrafından oluşan bir kültürdür.
İşte bu da gırtlak yapısı da elverişli hale gelince, yaklaşık 3000 yıl önce, dil denilen olay da oluşur. Dil denilen olayda yaklaşık 3000 yıl önce oluşuyor. İşaret dilinden ses diline geçiş gerçekleşiyor. Mitik düşünce, simgesel dil de sonuçta Verimli Hilal dediğimiz bu coğrafya da ortaya çıkıyor. Muazzam bir kültürel patlama halinde bir uygarlığa dönüşüyor. Köy- kent onunla birlikte devlet-sınıf gelişiyor. Mühim olan toplumsal doğanın kadın etrafında gelişiyor olmasıdır. Kadın etrafındaki toplumsal doğa Sümer toplumuna kadar hatta tarih verirsek iki bin yıl öncesine kadar egemen bir kültürdür. Egemen bir kültür olarak ana tanrıça kavramı ortaya çıkıyor. Heykelciklere, hala var olan tapınak kalıntılarına yansımıştır. Gılgamiş, Babil, Enuma Eliş gibi mitolojik destanlarda çok açık anlatımları var. Dolayısıyla vardığımız sonuç kadın merkezli bir toplumsallaşmanın var olmasıdır. Ve bir de dişil ve eril öğelerin tutuculaşmasına dayalı sorunsallaşma var. Bunun da temeli burada çok güçlü atılmış. Bütün arkeolojik kanıtlar hayvan ve bitki evcilleşmesinin burada başlamış olduğunu gösteriyor. Marx’ın zamanında bunlar yoktu. Sümer toplumu araştırmaları daha ortaya çıkmamıştı bu nedenle onu suçlayamayız.
Marx sınıflarla başlatır tarihi. Oysa sorunsallığın başlangıcı sınıfla değil, kadın toplumsallığı etrafında gelişir. Bilebildiğimiz kadarıyla bu sorunsallık da uygarlıkla sonuçlanır. Bu sorunsallık uygarlık toplumuyla sonuçlanır. Kentin doğuşuyla sonuçlanır ve burada da kadının damgası vardır. Uruk ilk kenttir, ilk devlettir, ilk sınıftır aslında. Gılgamış destanı bunun bütün ipuçlarını veriyor. Büyük bir savaş olduğu için destana girmiş, insanlığın ilk yazılı destanıdır ve bu ilkin içinde yüzlerce ilk var. İşte sınıf, yaratım, devlet yaratımı, erk yaratımı, müthiş başlangıçlardır. Burada Uruk kendinin kurucu tanrıçası İnanna’dır. Ninna kelimesi de her halde oradan geliyor. Dolayısıyla bu kadın merkezli tanrıçalık o yükselişi ifade ediyor. O dini, tanrıça dinini ifade ediyor. Kutsallığı o derece gelişmiş ki, Gılgamış gibi biri tiril tiril titriyor. Bereket törenlerinde açık bir cinsel töreni de var. Mitoloji yazarı bu kutsal evlilikleri müthiş bir tören olarak tarif eder. Ve o birleşmeyi gerçekleştiren güçlü erkek ertesi gün öldürülüyor. Birçok kültürde böyle bir durum var. En son Azteklerde de yakala nan delikanlıların hepsi kurban ediliyor. 1500’lere kadar bu kültür birçok tarafta uygulanıyor. Bir bakire ile bir ay veya bir yıl gibi kısa bir sürenin ardından öldürülüyor ve ciğeri de yeniliyor. Azteklerde korkunç bir gelenek var. İspanyollar orayı fethettiği dönemde halen orada senede böyle binlerce genç erkek kurban ediliyordu. Hem de tapınakta ve bu başka yerde de böyle.
Bunun temeli tanrıça dininden kaynaklanıyor. Tanrıça kendisiyle kutsal evliliği yapan kişinin öldürülmesini sağlıyor. Bunun da sosyolojik açıklaması şudur, tanrıça yerini erkek tanrıya bırakmak istemiyor. Bunu açıklıkla söyleyebilirim bu tez benim. Böyle kutsal bir evliliğin bir gereğidir diyor. Kitaplar öyle yazıyor ama kadın yerini bir erkek tanrıya bırakmak istemiyor. Ne kadar sevgilisi olsa da, Dimuzzi İnanna’nın sevgilisidir ama onu öldürüp yerin altına gönderiyor. Kural öyle. Neden? Çünkü kadın yerini bir erkek tanrıya bırakırsa başına ne geleceğini biliyor. Nitekim Babil destanın da bunun gerçekleştiğini görüyoruz.
İnanna 4000’lerde Uruk sitesinde mutlak bir güç iken, mutlak tanrıça ve kutsal evliliğin bütün görkemini sürerken, Gılgameş bile köşe bucak kaçmaya çalışıyor. Ölümsüzlük arayışı bununla ilgilidir. Hayret ediyorum benim gibi bir çaresiz bunu tespit etmişse onca bilim adamı niye tespit edememiş şaşıyorum. Evet bu ölümsüzlük arayışının anlamı şudur, erkek canını kurtarmak istiyor. Çünkü Uruk sitesi tanrıçasının o dine göre bir sürü erkek rahipleri var. Tanrıça dediğim bir kadın yönetici var, tapınakta ona bağlı rahipleri var, içlerinden istediğini alıyor, onunla kutsal evliliği yapıyor, ertesi günde adamı öldürüyor. Öldürüleceğini bildiği için Gılgamış kaçıyor’ beni seçme’ diyor. Birinci kaçış planı var, ikinci kaçış planı var, her seferinde yakalayıp getiriyorlar. Ama sanıyorum çarpıcı bir gerçeklik yaşanınca canı bağışlanıyor. Nasıl bağışlanıyor bilmiyorum, araştırmadım. Canı bağışlanması müthiş bir olay olduğu için Gılgamış destanı vücut buluyor. Gılgamış’ın farkı artık öldürülen bir erkek olmaktan çıkmasıdır. Öldürülen bir erkek olmaktan çıktıktan sonra bu destan vücut buluyor. Ve taşlara kazınıyor, tuğlalara yazılıyor, bugüne kadar gelen bir erkeklik çağı başlatılıyor. M.Ö. 4000’lerden M. Ö. 2000’lere Babil hükümranlık dönemine kadar egemenlik yavaş yavaş erkeğe geçiyor. Bu sefer tersinden erkek bu yüce kadın tapınağını alıyor. Gılgamış Enkidu’ya (ki büyük ihtimalle o dağlardaki proto Kürt oluyor) bir fahişeyi gönderiyor. Bir destandır ama bir fahişe üzerinden erkeği elde etme kültürü de vardır. Ne yapıyorlar? Allayıp pulluyorlar. Zaten tapınağı var biliyorsunuz en seçme kadınlar tapınaktadır.
Uruk sitesinde bir kadın tapınağı var, bunu günümüzün kerhanesine benzetebiliriz. Tapınaktan kerhaneye bir dönüşüm söz konusudur. Musakkaddim evet ismi de var. Bu erkeğe dayalı toplumsallaşmadır. Halen de öyle değil mi? Çok çarpıcıdır, saflarımıza kadar sızmalar oldu. PKK’yi bölüp parçalamak için böyle özel kadınlar yollandı. Çok çarpıcıdır. Bunları biz yaşadık, ben bile belki yaşamış olabilirim. Böyle bir gerçeklik var. Şu anda da çok yaygın. İşte örgütün başına musallat etme, hatta örgütün kendi kendini lağvetmesi bu olgu etrafında gerçekleşiyor. Bir tarihsel temeli elbette bu topraklarda var. Enkidu Zagroslardan getirilmiş, güçlü erkek diyor, muhteşem en az Gılgameş kadar güçlü. Hatta o olmadan Gılgamış yaşayamıyor. Hakim kenti koruyan adam. Destanda var. Muazzam övgüler var. Ölünce Gılgamış da kendini öldü biliyor. Nasıl öldüm nasıl başıma bu felaket geldi diyor. Anlatılan trajik bir destandır. Ama özü şudur, bu kadın üzerinden dağdaki adamın kontrolünü ele geçirmedir. Kadın tapınağı musakkaddime dönüşmüş, Gılgamış artık krallığa geçiyor hem tanrı hem kral. Kendine bağlı bir erkek ordusu oluşturmak için nasıl ki Kürtlerden asker devşiriliyorsa bu yolla ağırlıklı olarak kadın evi üzerinden getirip o dağlıyı götürüyorlar, tapınaktaki fahişe ile birleştiriyorlar. Adam iki üç günde dağılıyor, darmadağın oluyor. Bir daha asla dağa çıkmam diyor. Çünkü fahişeye alışıyor.
O gün bugündür toplumu baştan çıkaran, kadını fahişeleştiren, erkeği de en kötü duruma sokan bu kurumun temeli böyle atılmıştır. Gılgamış destanın özü de bu… bunu niye anlatıyorum. Sorunsallık dedik ya kadın ve sorunsallıktır. Bu gerçeklik ana başlık altında incelenebilir. İnkara gelir mi, hala etkisi yoğun yaşanıyor. Erkek nasıl erkekleşti bunu anlattım. Tanrıça nasıl erkek dinine dönüştü, bunu anlatmaya çalışıyorum. Gılgamış’ta korkunç, Enkidu da biten proto Kürttür. Böyle çok kaba ve genel tarif ediyorum. İsteyen bunu derinleştirebilir ama özü bu benim için kadına dayalı toplumsallık, buna dayalı erkek kadın çekişmesi, kadın tanrıça erkek tanrı, işte Tevrat’ta yeri var, İncil’de yeri var, rahip rahibe İslam’da ise harem kurumu Osmanlıda zirve yapmış. Muaviye’de zirve yapmış. Hıristiyanlıkta zirve yapmış. Yahudilikte de ev, aile denilen olgunun kökü Tevrat’tadır. Tevrat’ı açın bakın kadın nasıl eve kapatılmış. Eve kapatılmanın tabi Zerdüşt temelini atmış. Yahudiler Babil’de onu Zerdüşt’ten alıyorlar. Müthiş bir aile kurumunun temeli böyle atılıyor. Eve kapatılma, evlenme… yani evlenme eve kapatılma anlamına geliyor. Gelin allanıp pullanıp eve kapatılır.
Kadın bitki topluyor, erkek avlanıyor, canlıyı öldürüyor. Savaş bir canlıyı öldürmektir. Hayvan öldürmek cinayettir. Kadının bitki tohumları etrafında toplumsallığı oluşturması bambaşka bir olay. Erkeğini öldürerek kendini güçlendirmesi bambaşka bir olay. Bunu daha da açacağım. Birisi şu andaki katliamcı topluma dönüştü birisi hala toplumu ayakta tutmaya çalışıyor. Dolayısıyla toplumu ayakta tutma kültürü kadın etrafında gelişen bir sosyolojiye dayanır. Savaşı esas alan yani ganimeti esas alan toplum erkek ağırlıklı toplumdur. Onun işi gücü artık değerdir. Marx bunu sınıfsallaşmaya bağlar, oysa hiç gerek yok. Bir artık değer imkanı oluşmaya başlarsa kadının etrafında bir bitki toplumu, bir besin artırımı olursa erkek buna göz dikiyor. Hayvan da avlıyor ama bir de kadının topladığı besinlere el koyuyor. Hem besine el koyuyor, hem kadına el koyuyor, hikâye böyle başlar. Bir taşla iki kuş vuruyor.
Evet, kadın toplum geliştirmiş ev kurmuş. Kadın yavrularını besliyor, bir kadın klanı var, bir kadın toplumu var. Tanrıça durumuna gelmiş 30 bin yıl insanlığı idare etmiş. İşte avcı erkek ki özel bazı birlikleri, erkek kardeşliği diye bir kulüp oluşturmuş. Erkek kardeşliği kulübü o kulüp de birkaç ahbap çavuştur. Avcılar grubu oluşturmuş önce hayvanları vurur, başarılı olursa şölen yapılır. Ama bir bakıyor ki kadın buğday, arpa, mercimek ekiyor ve neolitik dediğimiz toplumu böylece köy kurarak geliştiriyor. Ev kuruyor. Kurar, çünkü yavruları besleyen ve koruyan o, kardeşleri var teyze olarak ve dayı olarak. Çocukları var ve bu bir klan. Ama üretiyor, icat ediyor. İnanna Enki’ye diyor ki ‘benim yüzlerce Me mi sen hırsızladın’ bu şu demek yüzlerce yaratım sanatı var, kurumu var, aslında bunların yaratıcısı bendim ve şimdi sen bunları sahipleniyorsun. ‘Ben yarattığım diyorsun ve yalan söylüyorsun’ diyor destanda Enki’ye. ‘Bunları ben yarattım sen el koyuyorsun’ diyor. Bu mitolojik ifadesi ile ben kendime özgü bir tarzda dedim. Bunu daha da geliştirdim. İşte Gılgameş destanının çözümlemesini de böyle yaptım. Sorunsallığa gelince, erkek bu avcı kulübüne dayanarak bu kadın toplumsallığına saldırıyor. İşte sorun öyle başlıyor. Doğru mu doğru. Alın alıntıları, Urfa başta olmak üzere görüyoruz. Çok yaygındır. Güçlü erkek evlilik olayı ile her gün öldürüyor.
Tuhaftır, hatıralarımı çok anlatmak istemem ama bir tanesi aklıma geliyor. Hala aklımda biz bacı kardeş olarak bir eşeğimiz vardı. Yük ve ot bindiriyorduk. Hala tarlası da aklımda. Bir yetmezlik çıktı. Eynê bacıma hatırladığım kadarı ile bir dayak atma olayım vardı. Buradan da söylenen bir sözü vardı ‘senin gücün ancak bana yeter’ dedi. Aklımda kalmış ve her halde biraz güçlüydüm ondan. Ve iş yapmayı yeterli ve doğru yapmadığı için bir el kaldırma olayı olduğunu hatırlıyorum. Tuhaftır Eynê benim ziyaretime bile gelme ihtiyacı duymadı. Fatma bacı hala yaşıyor. Ama bu hiç bu oralı bile değil. Kendine bağlı bir dini mi var? Düşüncesi mi var? Yarı deli bir kadın olarak yaşadı. Çok enteresan, çok acı bir yaşamı da olabilir ama beni hiç aklına getirmedi bir kardeş olarak. Pek derin bir sevgisi oluşmadı. Acaba o dayak ile ilgili olabilir mi? Belki de onu düşünmeye başladı. Araştıracağım bir gün.
Durum şu; yani şu an zaten yaygın yaşanıyor, canı sıkıldı mı kadını öldürüyor. Bugün kent köy ayrımı da yok. Urfa, İstanbul ayrımı da yok. Belki İstanbul’da daha fazla. Şu anda müthiş bir sorundur aile sorunu. Bence bu evlenmekten ve evlilik biçiminden kaynaklanıyor. Kutsal aile hikaye. Öyle kutsal aile falan yok. Eve kapatmak ile kadın muazzam bir kölelik atmosferine alınıyor, dayanamıyor. Patlıyor, çatlıyor ve erkek de vuruyor. Gazeteler bunun haberiyle dolu. Binde bir kadın vurmaz ama binde dokuz yüz doksan dokuz erkek kadını vurur. Kim inkar edebilir. Ortada. İkiyüzlülük yapmaya gerek yok, sonuç olarak bu sorunsallık buradan doğuyor. Sınıfsallıktan doğmuyor. Kadın erkek ilişkilerinden doğuyor. Sorun mu? Evet hem de temel bir sorun. İşte Gılgamış destanında ipuçlarını aradık. Sümer toplumunda temellerini aradık. İşte daha sonraki o devlet, kent ve sınıf ayrımında zirve yaptı. Tevrat’ta var. Kuran’da da dolu dolu örnekler var. Göbeklitepe’nin üstünün kapatılması da bir erkek eylemi olabilir. Bir düşünce olarak bu erkek egemenliğinin bir oyunu da olabilir. Ama kesin bir şey diyemem. Ben bunun üzerine bir spekülasyon bile yapmam. Göbeklitepe yaygın bir kültürdür. Dicle ve Fırat arasında 200’ü aşkın kalıntı var. Karahantepe’de bir erkek üstünlüğü bir cinsel organ üstünlüğü kadar bariz yansıtılmış. Böyle heykelleri var. Bu erkek heykelleri Hindistan’a ve Mısır’a taşırılıyor. Bir erkek üstünlüğüne geçiş var. Ama bu geçiş en 30 bin yıl kadın etrafında bir toplumsallık gelişiyor, üretim patlaması oluyor. Yukarı Mezopotamya’nın flora ve faunası çok zengin. Elini sallasan bitki zenginliği var. Karacadağ etrafı böyle. Arpa, buğday Karacadağ etrafında kültüre alındı. Koyun ve keçi burada evcilleştirmeye alınıyor. Yağmur ile beslenen bir bölge. Dünyanın diğer yerlerinde bu çok sınırlı. Burada yağmur ve toprak müthiş uyum gösteriyor. Ve böyle bir bitki ve hayvan patlaması gelişiyor. İnsanlar Afrika’dan geliyor ve burada yoğunlaşıyor. Bitki, hayvan bol. İstediğin kadar avcıda istediğin kadar toplayıcı da olabilirsin. İkisi de oluyor. Birisi kadın etrafında birisi erkek etrafında. Sonuçta ne olur, çatışıyor. Erkek avcı ve elinde silah. Çatışma obsidyen, çakmak taşıyla oluyor. Silahlar Göbeklitepe etrafında hala var. Obsidyen ticareti yapılıyor. En kıymetli ticarettir. Obsidyen silahtır aslında. Çünkü keskin bir silahtır. Bu keskin bıçak erkeğin elinde bir avcı aletidir ve onunla herkesi kesiyor. Kadın bu üstünlük karşısında yeniliyor. Adam küçük bir kulüp, beş on tane ahbap. Elinde obsidyen bıçağı var nereye giderse öldürüyor. (Ben bile dayımı çok severim ve benim için çok değerlidir. Halalarımı tanımam. Ana soy üzerinden teyzelerimi iyi tanırım) Ana soylu toplumda ananın kardeşi olarak dayı klanda etkilidir. Demek ki bu ana soylu toplum özelliğinin korunmasıdır. Bu karşı devrimde ana soylu toplum büyük bir darbe yiyor.
Hem elinden ilk değerler alınıyor hem de erkek çocukları ve kadını köle gibi çalıştırıyor. Kadın ise kutsal evlilik töreniyle erkeği öldürüyor. Tıpkı Gılgamış destanında erkeğin öldürülmesi gibi, kökü oraya kadar gidiyor. Korkunç. Kutsallaştırma eylemi kadın için sevgilisi bile olsa öldürtüyor. Neden? Çünkü biliyor başına gelecekleri. Bu felaketin başına gelmemesi için öldürmesi gerekiyor. Özü bu. Tarihsel materyalizm bu. Bizim Marksizmden alabileceğimiz en faydalı düşünce bu. Diyalektik materyalizm bunu böyle açıklar. Ama erkek de artık kadının bu hükümdarlığına Sümer toplumunda son verir. Sümer toplumu erkek egemenlikli bir topluma geçiştir. Ve kadının köleleşmesi ile bu geçiş tamamlanır. Bu geçiş sağlandıktan sonra Babil destanı, Enuma Eliş destanı var. Okuyun, bunu çok çarpıcı göreceksiniz. Buradaki destanların içeriğini din haline getiren İbrani toplumudur.
İbrani toplumu Tevrat’ı Enuma Eliş destanından almıştır. Tevrat’a geçirmiştir. Tevrat=Enuma Eliş destanın İbrani kabilesinde geçirdiği dönüşüm hem manevi hem de maddi dönüşümdür. Bu dönüşümün adı, anlam ifadesi olarak Tevrat’tır. Tevrat’tan da İncil doğar, Kuran doğar. Bunu da kimse yadsıyamaz. Sonuç eve kapatılmadır. Büyük bir ihtimalle Zerdüşt büyük bir katkıda bulunuyor. Adam cinsel organlarını da kutsuyor. Fallokrasi yaşanıyor. Adam kendi cinsel organını tanrı yerine koyuyor. Halen Hindistan’da da yaşanıyor. Ama öncesinde kadın tanrıçadır. Mühim olan bu. ‘Sadece ben değil cinsel organım da tanrıdır ve sen tapacaksın’ diyor. Ve nitekim öyle kitaba da geçmiş. Tevrat’ta da açık anlatılmış. Bizi ilgilendiren bu işin kavramsallaştırılmasıdır. Kavramsallaştırma kısmı önemli. Bu işi din haline getirir. Şimdi de öyle. Batı’daki bu modern hastalıkları da ortaya koyacağız. Sonraki aşama mülkiyet aşamasıdır. Kaldı ki evdeki durumda böyle eve kapatılma tehlikeli bir ideoloji, büyük bir sorun, ben de dedim ya toplumda sorun böyle başlar. Toplumda asıl sorun budur. Bu sınıfı doğurur devleti doğurur. Ki erkek bunların hepsini yapar. Erkek aristokratik devrim yapar, burjuva devrimi yapar, ama hepsi kadının köleliği etrafındadır. Ve devlet olur, devlet haline geldikten sonra erkeği dizginleyecek başka bir güç yoktur. Sınırsız gücü ifade eder devlet. Erkek damgalıdır. Kadın özgürlüğünün temelini biz attık. Nasıl gelişir? Ben kendi şahsıma kadınlara saygımın bir gereği olarak özgürlük önce düşüncede başlamalı dedim. Nasıl istiyorsanız öyle yaşayın dedim. Eğer gücünüz varsa tabi. ‘Ya bırak bu kadınlar ve erkekler sevişsin, sevgili olsunlar’ diyorlar. Olabilmeyi becerebiliyorsanız olun, ben bunun önüne sınır koymuş değilim ki. Ama başına gelenlerden de ben sorumlu olamam. Değil mi? Benim tek yapabildiğim özgürlük penceresi açmak ama bakıyorsunuz her taraf bağlanmış. Hangi erkeğe gidersen, evlilik temelinde yola çıkarsan mülkiyet duygusu müthiştir. Yani bu eşitlik sağlanmış olmaktan çok uzak hala. Bir yerde darbesini yiyeceksin. Ayrılsan bile tek başına nasıl yaşayacaksın? Ekonomiyi yaratan kadın şimdi nan’a muhtaç değil mi, erkeğin eline muhtaç değil mi? Çok çarpıcı. Erkek çalışmadı mı, kadın aç. Halbuki ekonomiyi yaratan kadın. Eko-nomi biliyorsunuz Helence bir kelime, ev geçimi anlamına gelir. Kelime anlamı ev işidir. Yani ev geçindirme bilimi. Bu kadının işi. Yakın çağda kadının ekonomiyle ilişkisi sıfırlanmıştır. Şu anda kadının elinde herhangi bir ekonomi var mı? yok Ekonomi şu anda şirketlerin erkeklerin mutlak egemenliğinde. Ben bunu söyleyince herkes hayret ediyor. Buna J.J.Rousseau dikkat çekiyor. Enteransandır. Adam Smiths’te de bu vardır. Şaşırıyorlar. Erkek egemenliğine ekonomik geçiş batı kökenlidir ve müthiş geçmiştir.
Daha önce Ortaçağ’da, ilkçağda kadının elinde epey ekonomi var. Ama kapitalizmde o imkan tamamen ortadan kalkıyor. Şirketlerin eline geçiyor. Para ile finans şirketleri erkek tekelindedir. Kadının para üzerinde, ekonomi üzerinde hiçbir ağırlığı olmadı gibi bütünüyle erkeğe bağlanmış. Paranın, bütün tekniğin, merkezi bilimin hepsi erkeğin elinde. Peki kadın ne hale geliyor? İşte ben ona ‘kafeste öten bülbül’ veya ‘erkeğin evdeki süsü’ diyorum. Kadın bedeni şu anda sadece bir mülkiyet konusu değildir. Kapitalizmin hizmetinde kullanılmayan saçından tut bacaklarına, ruhuna, sesine kadar tüm varlığı mülkiyet konusudur. Reklam kadın bedeni üzerinden yürümüyor mu? Bu dehşet verici. Bedeninize sahip çıkacaksınız. Erkeğin bütünüyle denetlediği beden sizin bedeniniz. Nasıl yapacaksın? Senin bütün sınırını o belirlemiş, saatini o belirlemiş. Para vermezse aç bırakıyor. Tabloyu daha da karanlık hale getirmek istemiyorum. Bütün bunlar sağlanmış. Misal ben ne dedim, sosyalizm kadının özgürleşmesinden geçer. Hayret ettiğim nokta Marks dahil, adam karısıyla yaşamak için elbisesini satıyor. Kapitalizm en büyük kitabını yazanı, eleştirmeni geçinemiyor, karısını çocuklarını geçindiremediği için ceketini satıyor. ‘bu kitabı yazayım da gelir getirsin bu evliliği kurtarayım’ diyor. Şimdi sosyolojinin kurucusu bunu derse vay başımıza gelen! Böyle Marksizm mi olur? olmuş maalesef biz de taptık. Bir peygamber gibi ele aldık. Aşmaya çalışıyoruz, durum vahim. Kadın zaten bitti gitti. Lenin’de de Mao’da da Stalin’de de öyle. Kadın korkusundan yaşayamıyor. Lenin bu konuda büyük çaba sahibidir, onu suçlamıyorum. Stalin de kadını mülkleştiriyor, eve kapatıyor. Yani öldürmese de ölmekten beter ediyor. Bunu demek istiyorum. Biraz akıllı olduğu şey bu erkeği öldürmek. Bende de bu eğilimler vardı. Demin söyledim. En azından kendimde yaşadığım deneyimler var. Arkadaşım, en değerli arkadaşım, mutlaka öldürmemi istiyordu. Ona karşı temkinliydim. Onun ile on yıl boğuştum. Fakat temkinliyim. Bırak ne olacak ne yapacak işte anlattım hikayesini. Ve kaçtığında benim için müthiş bir kurtuluştu. Beni ben yapan bu ayakta kalış tarzım. Herkes ayıplarken ‘ya adamın karısı kaçtı’ diye insan üzülür veya öldürürken ben ‘kurtuldum’ dedim.