‘Doğayı sermayeye açmak, yaşam hukukuna aykırı’

  • 09:09 22 Eylül 2024
  • Ekoloji
 
Melike Aydın 
 
MUĞLA - Türkiye’de ekoloji mücadelesinin, sermaye odaklı projeler ve baskıcı yöntemlerle bastırılmaya çalışıldığına dikkat çeken Akademisyen Beyza Üstün, “Ekolojik yıkım, faşizan rejimin bir parçası olarak meşrulaştırılıyor. Doğayı sermayeye açmak, yaşam hukukuna aykırı” dedi. 
 
Son yıllarda, Türkiye’de ekoloji mücadeleleri, baskıcı rejimlerin ve sermaye odaklı politikaların giderek artan saldırılarıyla karşı karşıya kalıyor. Doğal alanların enerji, madencilik ve inşaat projelerine açılması, kapitalist krizlerin derinleşmesiyle daha da şiddetlenirken, bu süreç ekolojik dengenin hızla bozulmasına yol açıyor. HES projelerinden taş ocaklarına, orman tahribatından su kaynaklarının özelleştirilmesine kadar birçok uygulama, sermaye birikimini artırmak adına doğanın ve yerel halkların yaşam alanlarını tehdit ediyor. Bu gelişmeler, yalnızca doğayı değil, aynı zamanda toplumsal yaşamı da derinden etkiliyor ve ekoloji mücadelesi, baskıcı yöntemlerle bastırılmaya çalışılıyor.
 
Baskıcı yöntemlerin uygulandığı yerlerden biri olan Artvin’in Hopa ilçesinde yaşam savunucusu Reşit Kibar’ın katledilmesi, ekoloji mücadelesindeki şiddetin giderek normalleştiği yönünde yorumlanırken, şirketlerin ve onlara koruma sağlayan devlet kurumlarının rolü, yaşam savunucuları tarafından eleştiriliyor. 
 
Hopa’da yaşananları, baskıcı rejimin ekoloji mücadelesindeki yansıması olarak gören Akademisyen Beyza Üstün, değerlendirmelerde bulundu. 
 
Katliamın, faşizme evrilen rejimin toplumsal yansıması olduğunu belirten Beyza Üstün, toplumsallaşan faşizmin meşrulaşması sonucunda şirketlerin her türlü zulmü rahatlıkla uygulayabildiğini ifade etti. Beyza, "Bu sistem çok oturdu, zihniyet çok oturdu. Hakim olan zihniyetin, doğru ya da yanlış demeden uygulanması en ürkütücü durum. Hem Hopa'da hem de Narin cinayetinde, bugüne kadar uygulanan sistemin en küçük hücreye kadar vuku bulması olarak okumak lazım " şeklinde konuştu.
 
‘Kapitalizm ulus devletlere görev yükledi’
 
İktidarın yönetemediği siyasi krizler içinde olduğunu belirten Beyza Üstün, kriz anlarında ilk yapılan şeyin, planlanmış projelerin faşizan yöntemlerle hayata geçirilmesi olduğunu ifade etti. Siyasi ve kapitalist krizlerin ürettiği süreçlerin iç içe geçtiğini ve ülke politikalarının bu şekilde şekillendirildiğini vurgulayan Beyza, "2000'li yılların kapitalizm krizinde doğrudan kültürel ve doğal varlıkları sermaye birikimine dahil etmeye çalıştılar. Bunu stratejik olarak kurguladılar. Yenilenebilir enerji sistemleri, sürdürülebilir kalkınma stratejisi, suyun metalaşması... Kapitalizm, ulus devletlere bunu görev olarak yükledi" dedi.
 
‘Krizler derinleştikçe daha çok şiddet uygulanıyor’
 
Türkiye’nin kapitalizmin taşeronluğunu üstlendiğine dikkat çeken Beyza, 1992’den bu yana alınan kararlarla doğal alanların sermaye birikimine dahil edilme sürecinin, krizler derinleştikçe daha da şiddetlendiğini vurguladı. Beyza, Türkiye’nin ekolojik ve politik kriz yaşarken, 2009’da Dünya Su Kongresi’ne ev sahipliği yaptığını hatırlatarak, hemen ardından alınan kararlarla suların şirketlere devri mekanizmasının işletilmeye başlandığını ve derelerin en az 49 yıllığına şirketlerin kullanımına verildiğini belirtti.  Beyza şöyle devam etti: "Bu süreçte, vadilerdeki orman ekosistemleri ve tarım alanları, krizden çıkış adı altında inşaat, enerji, tarım ve madencilik sektörlerine açılıyor. Bu alanlar, tüm yasal düzenlemeler ve yöntemlerle meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Bir yandan Hidroelektrik Santralleri (HES) inşa edilirken, diğer yandan dağlarda madenler ve taş ocakları açılıyor, arama ruhsatları veriliyor. Bu şekilde hem yer altı hem yer üstü kaynakları ve su havzaları sermayenin kullanımına sunuluyor. İstedikleri kadar yeni yasalar ve yönetmelikler çıkarsınlar, bu uygulamalar yaşam hukukuna ve doğanın diyalektiğine aykırı, meşru değil." 
 
‘Bakanlıklar ve yetkileri bölündü, sıra su havzalarında
 
Her müdahale edilen yerde halkın yaşam alanlarını korumak için mücadeleye başvurduğunu belirten Beyza, buna karşılık AKP-MHP iktidarının ekoloji örgütlerine asker ya da polisle saldırdığını dile getirdi. 2011 Genel Seçimi öncesinde iktidarın tabiat varlıklarının metalaştırılması yasasını çıkarma çabasına karşılık örgütlerin Ankara’ya yürüdüğünü hatırlatan Beyza, "2011’de, seçimin hemen arifesinde Çevre ve Orman Bakanlığını ikiye ayırdılar: Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Orman ve Su İşleri Bakanlığı olarak. İki ayrı bakanlığın yasalarını çıkardılar. Ancak tüm bu meşru olmayan inşaat, maden ve enerji yatırımları için gerekli izinleri Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) onayını Çevre Bakanlığı'na verdiler. Bununla da kalmayarak, doğal alanların kentleşmesi veya mevcut kentlerin yeniden üretilmesi için tüm yetkiyi bu bakanlığa devrettiler. Plan yapma yetkisi de tanıdılar. Orman Bakanlığı ise, başka bir bakanlık gibi görünmesine rağmen, bu üretimlerin yapılacağı orman, su havzaları ve tarım arazilerini sermaye birikimine açmak için yetki devri yaptı. Şirketlere, ‘bunu yapabilirsiniz’ onayı verdiler. Orman vasfını 2-A ve 2-D olarak ayırdılar. Şimdi de su havzalarını 'korunabilir' ve 'korunamaz' diye ayırıyorlar" sözlerini kullandı.
 
‘Savaş araçlarıyla saldırdılar’
 
Ekoloji mücadelelerine yönelik ilk saldırının, yasa dönüşümünün hemen ardından 2011’de gerçekleştiğini söyleyen Beyza, ilk müdahalenin Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Artvin’e geldiği gün Hopa’da, Derelerin Kardeşliği Platformu’nun HES eylemi sırasında Metin Lokumcu’nun katledilmesiyle gerçekleştiğini ifade etti. Beyza, “Sorun, ekoloji mücadelesinin bir ölümle tanımlanması değil. Metin ve dostları, ‘ölçüm için geliyorlarsa buraya gelecekler’ diyerek ölçüm cihazlarına izin vermiyordu. Bu, ekoloji mücadelesinin adım adım üretildiğini gösteren bir mücadele alanıydı. Sert bir şekilde karşılandı. Ardından Gerze mücadelesinde köylülerin üzerine iş makinelerini sokmak üzere savaş araçlarıyla saldırdılar. Sonrasında orada yaralanmalar yaşandı ve tutuklanmalar başladı. Köylüler adli kontrol şartı ile, evlerinden kilometrelerce uzak bir yere imzaya çağrıldı. Bu, bir baskı oluşturma yöntemi olarak kullanıldı ve kolluk güçleri daha sert müdahaleye zorlandı. Pembelik Barajı’na karşı nöbet tutan arkadaşlarımıza devlet ilk defa saldırdı. Saldırganlara hiçbir şey yapılmadı; helikopterlerle indiler. Mücadele edenler ise tutuklandı ve köyden çıkma yasağı verildi. Devletin şiddeti nasıl örgütlediğini, şiddeti devletten bağımsız görenlerin, devletin bu siyasi zihniyetini nasıl toplumsallaştırıp ördüğünü zaten görüyorsunuz” diye belirtti. 
 
‘Bana biat edeceksin diyorlar’
 
Yasal olmayan alanlarda her zaman mafyanın türediğini ifade eden Beyza, "Nerede siyasi iktidarlar çürüyüp yasaları ortadan kaldırıyorsa, yaşam hukukuna bu kadar aykırı bir süreçte herkes eline silah alabilir. Büyüknohutçu ailesi de taş ocağına itiraz ettiği için katledildi. Devlet, yönettiği halkları korumakla yükümlüdür ama Sur’u, Cizre’yi biliyoruz. Deprem bölgesindeki rezerv alan müdahalesine, Akbelen’de kömür madenine karşı çıkanlara yapılanlara bakınız. Şirketlerden yana tutum alıp halka zulmetmek bir rejim haline geldi. İster mafya rejimi, ister tek adam rejimi, ister faşizmin kurumsallaşması deyin, böyle bir rejim içinde mafyatik örgütler kendilerini haklı görerek saldırılarını yürütüyor. Narin cinayetinde de, Bekir Şişman olayında da bunu örtmeye çalıştıklarını görebilirsiniz. Dursun Ali'yi tutukladılar, çünkü isyan ediyordu. Ya yaşam alanını alırım ya da seni öldürürüm, ama benim dediğim olacak, bana biat edeceksin diyorlar. Çürümüş, zulme dayalı, hegemonyayı ilke edinen ve barışı düşünmeyen bir sistemle karşı karşıyayız" diye kaydetti. 
 
‘Halk şirket-devlet halini görüyor’
 
Devletin siyasi krizden çıkmak için Birleşmiş Milletler (BM) Kongrelerinde, Avrupa Birliği (AB) üyelik taleplerinde ve COP İklim Zirvelerinde görev almak istediğini, ancak yine de siyasi krizi toparlayamadığını ve bu nedenle daha fazla saldırganlaştığına işaret eden Beyza, “Çünkü itiraz edenler, 'buradan başka yere git' demiyor; sistematik bir rejim saldırısı olduğunu görüyorlar. Devletin halktan yana değil, şirketlerden yana tutum aldığını halk görüyor. Devlet adeta bir şirket-devlet haline dönüştü” sözlerine yer verdi. 
 
‘Cankurtaran’daki mesire alanı Yeşil Yol’un parçasıydı’
 
Projelerin günübirlik olmadığını, Cankurtaran’a yapılmak istenen mesire alanının 2015’te Doğu Karadeniz Kalkınma Planı (DOKAP) çerçevesinde masaya yatırıldığını kaydeden Beyza, “Burası turizm alanına açılacak deyip, yeşili kodlayarak başlattıkları bir sürecin devamı. Yeşil Yol Projesi, yaylaların ve kışlakların, tüm canlılara ait olan yaşam alanlarının sermayeye açılmasıydı. Cankurtaran’da 800 metre rakımda bir mesire alanı yapılması planlanıyor, ancak gördük ki Yeşil Yol Projesi'ni Samsun’dan Hopa’ya kadar parça parça uygulamaya başladılar ama tamamlayamadılar. Tamamlayabildikleri yerler ise ya bir maden işletmesinin ya da rüzgar enerji santrallerine (RES) giden yolların kesişim noktalarında yer alıyor” diye konuştu. 
 
‘Ekonomiyi toparlayamıyorlar’
 
Ormanın yok edilmesi, sulara el konulması ve yer altı katmanlarının parçalanması nedeniyle yurttaşların Cankurtaran’a şirketlerin girmesini engellemeye çalıştığına değinen Beyza, Reşit Kibar’ın da bölgeyi korumak isterken mafya benzeri bir taşeron firma tarafından katledildiğini ifade etti. Beyza, taşeron sistemiyle iktidarın emek sömürüsünü dayattığını ve çalışma güvenliğinin bulunmadığını vurgulayarak, "Devlet, öldürenlere müdahale etmiyor; öldürülenin savunduğu yaşamı savunanlara müdahale ediyor ve Dursun Ali'yi tutukluyor. Bu durum kurumsallaştı. Artık her şekilde istediğini öldürebileceğin ve öldürmenin engellenemediği bir rejime dönüşmüş durumda ve bu durumu giderek artırıyorlar. Çünkü artık ekonomiyi toparlayamıyorlar. Ya vergileri ve parasal cezaları artırıyorlar ya da doğal alanlarda hangi köşe kaldıysa, hangi sermaye birikimi olursa olsun, ona ihale ediyorlar" dedi. 
 
Batı Kurdistan’a sessiz kaldı 
 
Devletin, Batı ile Kurdistan’ı ayrıştırarak, Kurdistan’a güvenlik adı altında müdahalede bulunduğunu ancak aslında Mezopotamya Havzası'nda politik hegemonya kurmaya çalıştığına işaret eden Beyza, “Batı bu duruma sessiz kaldı. Oraya bir tanım getiriyor ve terör alanı ilan ediyor. Bu ayrıştırmayı siyasal ayrıştırmaya dönüştürünce, ırkçılık ile besledi. Diğer mücadele alanlarında da ayrışma var. Birbirimizi ne kadar öteki gördüysek, sistem bunu çok iyi kullandı. Hem ayrıştırdı hem de kendisine onay verenleri biraz oyalayıp diğerlerine baskıyı artırdı. Kürdistan’daki şiddet, 90’lardan beri süregelen insansızlaştırma sürecinin bir parçası. Dolayısıyla Batı’nın bu duruma uzak kalması, oradaki uygulamaların rahat sürdürülmesine ve Batı’da ‘bu sorun bize gelmeyecek’ algısının oluşmasına neden oldu. Ancak böyle olmadı” diye devam etti. 
 
RES yapılan yerlerde mücadele yalnız bırakıldı
 
Batı’da da ekolojiye saldırı başlayınca, daha liberal bir aklın devreye girerek bu sefer ırkçılıkla ayrıştırılan yerleri kapitalist kavramlarla ayrıştırdığını söyleyen Beyza, “Müdahalelere, ‘ona itiraz edin ama bunu yapalım’ diyerek yol gösterdiler. Halk nükleere hayır derken rüzgar enerjisine evet diyebildi, RES yapılan yerlerdeki mücadele ise yalnız bırakıldı. Jeotermal Enerji Santralleri (JES) yapıldı ama bunların tarıma etkisi düşünülmedi, Aydın her şeyini kaybetti. Oradan başladılar ve İstanbul’a kadar izin verdiler. Tüm bu saldırı alanlarını farklı konumlardaymış gibi algılatıyorlar. Halklar, kendi köylerine bir şey yapılmıyorsa itiraz etmiyor. Üç kilometre ötesine yapılsa bile umursamıyor. Rejim buradan beslendi, bir itiraz mı var, kaydırdı.  Yayla yolunu itiraz edilmeyen yerlere yapabildiler. Yeşil Yol’un yüzde 55’ini bitirdiklerini söylüyorlar. İzinler 2015’te verildi ve sonuçları bugün hayata geçmeye başlıyor. ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ diyen bir akıl. Bununla da yetinmediler, ‘buraya yapmayın, şuraya yapın’ denmeye başladı” ifadelerini kullandı.
 
Liberal oluşumlara kanmadılar 
 
Ekoloji mücadelesinin politik alanda ders çıkardığını ve ekoloji mücadelesi verenlerin ayrışmadan ortak bir tutum alabildiğine değinen Beyza, halkların ırkçı ve liberal oluşumlara kanmadığını, dolayısıyla algı mekanizmasının işlememeye başladığını ifade etti. Beyza, "Herkes, hangi düşünceden olursa olsun, yaşam alanını politik olarak bir araya gelerek ve yan yana durarak korumayı ilke ediniyor. Bu nedenle onlar değil, biz kazanacağız" diye ekledi.