Kürt müsün, gazeteci mi?
- 09:06 11 Eylül 2022
- Medya Kritik
Habibe Eren
HABER MERKEZİ - Ana akımın ve havuz medyanın bıktırıcı derecede başvurduğu yalan ve zihne kazırcasına bu yalanların tekrarıyla, dikte edilenin toplumda kabul görmesi beklenir. Buna direndiğinde çeşitli cezalandırma yöntemlerine başvurulurken Barış Ünlü’nün kitabında bahsettiği gibi duymama, görmeme ve bilmeme hallerinde çeşitli imtiyazlar elde edilir. Peki Kürt gazeteciler bu cezalandırmayı yaşadığında ne kadar bu imtiyazlı hali görmek tercih edildi. Biraz da bunu tartışalım.
Geçtiğimiz günlerde “Coğrafya haberdir” şiarıyla yayın hayatına başlayan Kapsül ilk olarak Diyarbakır’da tutuklanan 16 Kürt gazetecinin durumuna dikkat çekti. Videonun ilk kısmında tutsak gazetecilerin aileleri ve çalışma arkadaşları ile yapılan röportajdan kesitlere yer verilirken, ikinci bölümünde, gazetecilerin ve yakınlarının Kürt gazetecilere yönelik dayanışmanın eksik olduğu kapsamındaki çeşitli eleştirilerine yer veriyordu. Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) Genel Başkanı Gökhan Durmuş, medya ombudsmanı Faruk Bildirici ve gazeteci Sedef Kabaş da bu eleştirileri dinleyip görüşlerini belirtiyordu.
Gazetecilerin yakınları Kürdistan’da mesleğini yapan gazetecilerin sistematik olarak gözaltı ve tutuklamalara maruz kaldığı ancak popüler olmadıkları ve Kürt coğrafyasında yaşanan gerçekliği açığa çıkardıkları için tutuklandıklarında gündem olmadıkları eleştirisi yapıyordu.
“Ben kendimi Türkiye Cumhuriyetinden taraf bir gazeteci olarak tanımlıyorum.”
“Ulusal kimlik mesleki kimliğin önüne geçiyorsa o zaman orada ürettiğin içerikte de sorun doğar.”
Videoda dikkat çeken iki vurucu paragraf. Bu sözlerin ilki Sedef Kabaş’a ikincisi Faruk Bildirici’ye aitti.
Sedef Kabaş söz konusu eleştirilere üzüldüğünü belirtirken, “Sedef Kabaş’a verilen tepki bize niçin verilmiyor. Bunun biraz da Sedef Kabaş olarak durduğum yer ve haber yapma tarzımla ilintili olduğunu düşünüyorum” diyordu. Nedir bu haber yapma tarzı bunun bir tarifi var mı onu bilmiyoruz.
Faruk Bildirici de eleştirilerin doğru olduğunu savunurken, “Biz onlara sahip çıktığımızda Kürt gazetecilere ya da falanca medya kuruluşuna sahip çıkmış olmayacağız, gazeteciliğe sahip çıkacağız” diyordu. Devamla “Bana Kendini önce Türk mü hissediyorsun gazeteci mi hissediyorsun diye sorsalar “ben gazeteci derim tabi ki” diyordu.
Peki nasıl ulusal kimlik gazeteciliğin önüne geçti? İddia edildiği gibi özgür basın, sadece Kürt kimliği üzerinden kendini tanımlayıp dar bir alanda mı yayıncılık yapıyordu yoksa Cumhuriyet’ten bu yana sistematik olarak halkların maruz kaldığı yok sayma ve inkâr politikalarını mı dile getiriyordu.
Bir yandan yok sayılıp, bir yandan da her gün ne kadar öldürüldüğümüzün gerçekliği üzerine şekillenen bir sistem içinde; neyi ne kadar dile getirdiğimiz, ya da neyi nasıl gördüğümüz tek taraflı bir tercih mi? Bu sorular çoğaltılabilir ancak Faruk Bildirici’nin bu sözlerini ilk duyduğumda aklıma akademisyen Barış Ünlü’nün “Türklük Sözleşmesi” kitabı geldi. Barış Ünlü, söz konusu kitabında Amerika’daki “Beyazlık Çalışmaları”ndan yola çıkarak “Türklüğü” kavramsallaştırmış. Türklük kavramını açarken, duygulanma, algılanma, bilme, görmeme, duymama ve bilmeme hallerini çoğu zaman farkında olmadan ve doğal kabul edilen imtiyazlı hale dikkat çekiyordu. Yazılı olmayan bu metaforik sözleşme de aslında ezen- ezilen ulusun arasındaki gerçekliğe dikkat çekiyordu.
Ne kadar bu imtiyazlı hali görmek tercih edildi
Ana akımın ve havuz medyanın bıktırıcı derecede başvurduğu yalan ve zihne kazırcasına bu yalanların tekrarıyla, dikte edilenin toplumda kabul görmesi beklenir. Buna direndiğinde çeşitli cezalandırma yöntemlerine başvurulurken Barış Ünlü’nün kitabında bahsettiği gibi duymama, görmeme ve bilmeme hallerinde çeşitli imtiyazlar elde edilir. Peki Kürt gazeteciler bu cezalandırmayı yaşadığında ne kadar bu imtiyazlı hali görmek tercih edildi. Biraz da bunu tartışalım.
5N1K hep aynı kapıya çıkıyor
Sadece son birkaç yılda dahi Kürdistan’da yaşananlara bakılması aslında çoğu eleştiri için cevap niteliğinde. Sitelerde haber taraması yapıldığında sayısız taciz, tecavüz, işkence, zırhlı araçlarla ezme, cenazeye saygısızlık, mezarların tahrip edilmesi, cenazelerin verilmemesi, Kürtlere ve Kürtçeye yönelik baskılar, korucuların Kürt kentlerinde işlediği suçlar, bölgedeki doğa yıkımı, tutuklamalar, baskılar, yoksulluk ve ölüm geliyor… Bu haberleri yapmayı biz mi tercih ettik. Ya da çok mu zevk alıyoruz bu haberleri yaparken. Tam tersi uzun yıllardır belki Kürt gazetecilerin özlemini duyduğu bunların olmadığı haberler. “Ecel ile ölmek” kavramının çok da yer bulmadığı bu kentlerde “5N1K” hep aynı düzlemde ilerliyor. Nasıl, ne, nerede, neden, ne zaman ve kim hep aynı kapıya çıkıyor. Ancak yapan değil bu gerçekliği duyuran hep cezalandırılıyor.
Koşul olarak ‘normal’ini de tartışmak gerekir
Yine Kürt gazetecilerin koşul olarak ‘normali’ni de tartışmak gerekir. Olağanüstü koşullarda, sürekli olarak yargı tacizinde yeri geldiğinde ablukanın arkasında yeri geldiğinde ‘demir parmaklıkların’ arkasında. Eşit olmayan koşullarda zorun içinde gazetecilik yapmanın bedelini bile bile görevin gerekliliklerini yapması, Kürt olarak maruz kaldığı koşulların farklı olduğunu kanıtlamıyor mu? Daha geçtiğimiz günlerde Van’da haber takibi yapan gazetecilere silah çekilerek kaybetmekle tehdit edildi.
Sömürge psikolojisi
Bu eleştirilerim elbette salt Faruk Bildirici’ye yönelik değil. Kendisinin duruşu ve gazeteciliğinden azade dile getirdiği bu söylem üzerinden tartışılması gereken, bu anlayış ve bu anlayışın yarattığı etki. Yoksa birçok noktada yazıları ve eleştirileri gazetecilik açısından önemli ve değerli. Bazı şeyleri sesli düşünmenin ve dile getirmenin bu kapsamda önemli olduğunu düşünüyorum. Yaratmadığımız bir atmosferin içinde bizden istenen “tarafsız” ya da “objektiflik” aslında sömürge psikolojisini derinleştirmekten bir işe yaramıyor.
Son olarak Hannah Arent “Yahudi olduğun için saldırıya uğruyorsan, Yahudi olarak direneceksin” sözü de sanki biraz bizim gerçekliğimizi yansıtıyor.