Gültan Kışanak: 12 Eylül darbecileri ile günümüz iktidarı aynı cevabı veriyor

  • 09:03 11 Eylül 2022
  • Güncel
 
Öznur Değer 
 
ANKARA - 12 Eylül Askeri Darbe'nin 42’nci yılında sorularımızı yanıtlayan Kürt siyasetçi Gültan Kışanak, “Kürt sorunu, bir demokrasi, hak ve özgürlükler sorunu mu? Yoksa mevcut duruma itiraz eden Kürtlerin sorun olarak görülmesi mi? Ana hatlarıyla bakıldığında 12 Eylül darbecileri ile günümüz iktidar sahiplerinin bu soruya aynı cevabı verdiklerini görüyoruz” dedi. 
 
Türkiye’deki darbeler tarihinin en ağır ve unutulmaz darbesi olan 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, 42’nci yılında da fiili etkilerini devam ettiriyor. Kenan Evren ile başlayan Diyarbakır Cezaevi’nde Esat Oktay Yıldıran ile devam işkence silsilesi bugün yaşamın her alanında kendini hissettriyior. Onlarca insanın gözaltına alındığı, tutuklandığı, idam edildiği ve ağır işkencelerden geçtiği 12 Eylül uygulamaları bugün Kürtler başta olmak üzere ülkedeki tüm muhaliflerin baskılanmasıyla devam ederken, bu uygulamalara karşı mücadeleler ise aralıksız sürüyor.
 
12 Eylül Askeri Darbesi’nde gözaltına alınarak ağır işkencelere maruz kalan ardından ise tutuklanarak uzun süre cezaevinde esir tutulan ve 5 yıldır Kandıra 1 Nolu Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde tutulan Kürt siyasetçi Gültan Kışanak, konu kapsamında ajansımızın sorularını yanıtladı.    
 
“Faşizm ve  ‘beka’ söylemi ve yaratılan korkular üzerinden toplumu teslim alır. 2016 yılında yapılan siyasi darbe ile Türkiye böyle bir sürecin içine sürüklendi. Amaç toplumu teslim almak, faşizmi kurumsallaştırmaktı.”
 
*Ekim 2016’da tutuklandınız. Ancak sizin için ilk değildi, 12 Eylül darbe sürecinde de tutuklanmıştınız. Oraya gelmeden önce şuradan başlamak istiyorum. Tutukluğunuz 6 yılı geride bırakıyor. Ne söylemek istersiniz bu sürece ilişkin? Nasıl bir politik atmosferdi, ne yapılmak istendi bu tutuklamalarla?
 
Türkiye 2015 yılından itibaren çok farklı bir siyasal kulvara girmişti. AKP iktidarı, ittifak yaptığı bazı derin devlet güçleriyle menfaat çatışmasına düşmüştü. Nihayetinde 15 Temmuz 2016'da kanlı bir askeri darbe teşebbüsü yaşandı. Öyle anlaşılıyor ki AKP, iktidarını koruma pahasına bu kez derin devletin farklı kanatlarıyla ittifak yaptı. Bu yeni ittifak, farklı boyutları olmakla birlikte; özünde genel olarak tüm demokratik muhalefeti, özel olarak da demokratik Kürt muhalefetini ortadan kaldırmak üzerine kurulmuştu. Zira 2012 yılı sonlarında başlayan ve 2015'e kadar devam eden "diyalog ve çözüm süreci" nedeniyle toplumsal zeminde giderek demokrasi ve barış kültürü gelişmeye başlamıştı. Bundan rahatsız olan kesimler, süreci kesintiye uğratıp, toplumu yeniden çatışma ve kutuplaşma zeminine çekmek istediler. Bölünmüş, kutuplaşmış, birbirine karşı öfke biriktiren toplumsal yapılar, iktidarların hırsızlığını, yolsuzluğunu, kötü yönetimlerini sorgulamazlar. Faşizm, "beka" söylemi ve yaratılan korkular üzerinden toplumu teslim alır. 2016 yılında yapılan siyasi darbe ile Türkiye böyle bir sürecin içine sürüklendi. Amaç toplumu teslim almak, faşizmi kurumsallaştırmaktı.
 
“12 Eylül darbe süreci bile üç yıl sonra yön değiştirmek, şeklen de olsa seçime gitmek, iktidarı sivil siyasete bırakmak zorunda kalmış, topluma yönelik baskılar kademeli olarak gevşetilmişti. 2016 yılında yapılan sivil darbe ise 6 yıldan beri hüküm sürüyor ve giderek baskı dalgasını çok farklı kesimlere doğru genişletiyor. Özellikle ilk iki-üç yıl, demokratik Kürt siyasetine karşı yürütülen özel savaş ve kara propaganda karşısında, muhalefetin çekimser kalması, yeni rejimin kurumsallaşması açısından bulunmaz bir imkandı. Giderek sıra herkese geldi.”
 
*Bu geçen 6 yılda Türkiye’nin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Demokratikleşme iddiası olan bir toplum için 6 yıllık zulüm dönemi, çok uzun bir süreçtir. 1971 askeri müdahale sürecinde, açık faşizan baskılar ve temel hakları askıya alan uygulamalar iki üç yıl içerisinde gerilemek zorunda kalmıştı. 12 Eylül darbe süreci bile üç yıl sonra yön değiştirmek, şeklen de olsa seçime gitmek, iktidarı sivil siyasete bırakmak zorunda kalmış, topluma yönelik baskılar kademeli olarak gevşetilmişti. 2016 yılında yapılan sivil darbe ise 6 yıldan beri hüküm sürüyor ve giderek baskı dalgasını çok farklı kesimlere doğru genişletiyor. Evet, darbeci iktidar yıprandı, kendi içinde çatışmalı hale geldi. Ekonomi dibe vurdu, siyasi olarak yönetme krizi iyice açığa çıktı. Neredeyse tüm ülkelerle ilişkileri bozulan Türkiye, dış politikada yönünü kaybetme noktasına geldi. Toplumsal muhalefet büyük ölçüde, tüm baskı politikalarına rağmen direniş gücünü korumaya çalışıyor. Ancak toplamında geçen bu 6 yıla bakıldığında, demokratik muhalefet açısından bir "geç kalma" süreci olarak ele alınabilir. Zulüm kendi kapısına kadar gelmeden itiraz etmeme hali, iktidara kendi politikalarını hayata geçirebilmek için epeyce bir opsiyon fırsatı yarattı. Özellikle ilk iki-üç yıl, demokratik Kürt siyasetine karşı yürütülen özel savaş ve kara propaganda karşısında, muhalefetin çekimser kalması, yeni rejimin kurumsallaşması açısından bulunmaz bir imkandı. Giderek sıra herkese geldi. Örneğin 2016 ve 2019'da demokratik Kürt siyasetinin seçimle iş başına geldiği belediyelere kayyum atandı, şimdi CHP'li belediyelerin eli kolu bağlanıyor, hatta "kayyum" baskısı altında tutuluyor. Son üç yılda ise Kürtlerin oy potansiyeli göz önünde bulundurularak, kademeli ve çekingen bir tutum değişikliği süreci yaşanıyor. Oysa faşizmin dizginsiz gidişatı ancak cesur, güçlü ve gerçekten demokrat çıkışlarla durdurulabilir. Türkiye'nin buna ihtiyacı var. Demokratik Kürt siyaseti ve sol, sosyalist güçlerin; 6 yıllık mücadelesi faşizme teslim olmama direnişidir. Altı yıl boyunca meydanları terk etmeyen kadın hareketinin mücadelesi de bu süreçte, demokratik muhalefeti ayakta tutan en önemli dinamiklerden biri oldu. Gelinen aşama artık uzatmaları oynayan tek adam rejimine "dur" diyebilecek bir toplumsal güç açığa çıkarmak tüm muhalefet güçlerinin tarihsel görevidir.
 
“Bizim üzerimizden tüm toplumu teslim alma politikası izleniyordu. On yıllık tüm siyasi pratiğimiz dava konusu edilerek; aslında tüm demokratik talepler, barış ve özgürlük çabaları suç gibi gösterilmek istendi. Milyonlarca insanın taleplerini temsil etme görevi yapmış bir kadın olarak, demokrasi, barış ve özgürlük taleplerinin suç olarak gösterilmesine izin veremezdim. Halkın iradesi ve politik talepleri, hapishanelere sığmaz.”
 
*Siz neler yaptınız bu süre içerisinde?
 
Ciddi bir siyasal darbe ile karşı karşıya kalmıştık. Aslında bizim üzerimizden tüm toplumu teslim alma politikası izleniyordu. On yıllık tüm siyasi pratiğimiz dava konusu edilerek; aslında tüm demokratik talepler, barış ve özgürlük çabaları suç gibi gösterilmek istendi. Bunun anlamı artık kimse ağzını açmasın, farklı bir söz söylemesin, iktidarı eleştirmesin, farklı bir politik program ve çözüm önerisi geliştirmesin, savunmasın, örgütlenmesin. Toplumsal muhalefet iktidara biat etsin. Buna karşı yapılacak tek şey vardı. İnanarak yürüttüğümüz demokratik siyasete, özgürlük ve barış mücadelesine sahip çıkmak. Gerek mahkeme salonlarında; gerekse de imkan buldukça kamuoyu ile görüşlerimi paylaşarak, yaratılmak istenen suskunluğu, kırmaya çalıştım. Milyonlarca insanın taleplerini temsil etme görevi yapmış bir kadın olarak, demokrasi, barış ve özgürlük taleplerinin suç olarak gösterilmesine izin veremezdim. Halkın iradesi ve politik talepleri, hapishanelere sığmaz. Savunmalarımızla, politik sözümüz ve duruşumuzla, dışarıda yürütülen mücadelenin bir parçası olmaya gayret ettik.
 
“Bu dava AKP-MHP iktidarının IŞİD ve türevleri ile kurduğu ilişkinin bir yansımasıdır. Kobanê davası, yargıdaki siyasallaşmanın tüm boyutlarının açığa çıktığı önemli bir davadır. Bu dava bir hukuksuzluk abidesidir. İki yıldan beri adeta yargıdaki siyasallaşmanın, hukuksuzluğun kitabı yazılıyor. Dünya yargı tarihine girecek bir davadır.”
 
*Tutuklanmanızın ardından bir de DAİŞ’in Kobanê’ye saldırısı sonrası yapılan eylemler gerekçe gösterilerek de Kobanê Davası açıldı. Mahkemelerdeki savunmalarınızı takip ediyoruz elbette ama bu davaya ilişkin ne söylemek istersiniz? O kadar zaman sonra açılan bu davayı nasıl yorumlarsınız? İktidar ne yapmak istedi bununla?
 
Bu dava; mevcut iktidarın Kürt sorununa yaklaşımının temel göstergesidir. İktidar bu davayı bizleri daha uzun süre içeride tutabilmek için tertipledi. Kendince dışarıdaki demokratik Kürt muhalefetini bastıracak, bizlere de hızlıca ceza verip, "bitirdim" diyecekti. Belediyelere kayyum atanması ve HDP'yi kapatma davası da bu "bitime" senaryosunun bir parçasıydı. Zaten dava dosyası da HDP'nin kapatılmasına gerekçe oluşturacak şekilde tertiplenmiş ve hiç bir hukuki değeri olmayan iddialar üzerine kurgulanmıştı. Biz içerideki siyasi rehineler de, dışarıdaki arkadaşlarımız, demokratik kamuoyu ve halklarımız da, bu senaryonun gerçekleşmesine izin vermedik; vermeyeceğiz. Bu dava ayrıca AKP-MHP iktidarının IŞİD ve türevleri ile kurduğu ilişkinin bir yansımasıdır. IŞİD'in Kobanê'de yenilgiye uğratılması, sadece Suriye'de değil, tüm Ortadoğu'da dengeleri değiştirmiştir. Anlaşılan bunun öfkesi hala geçmemiş.
 
Kobanê davası, yargıdaki siyasallaşmanın tüm boyutlarının açığa çıktığı önemli bir davadır. HDP'nin bir cümlelik tweeti nedeniyle 2014 yılında başlatılmış, ilgili kişilerin gidip ifade verdiği, önemli bir konu olmadığı için de davaya dönüşmeyen rutin bir soruşturma, 6 yıl sonra siyasal iktidarın siparişi üzerine, "isyan" davasına dönüştürülmüştür. Sarayın özel savcısı tarafından hazırlanmış, özel bir heyete teslim edilmiş, iki yıldan beri de sarayın günlük anlık müdahaleleri ile yürütülen bir davadır. Bu dava bir hukuksuzluk abidesidir. İki yıldan beri adeta yargıdaki siyasallaşmanın, hukuksuzluğun kitabı yazılıyor. Bu yönleriyle üzerinde akademik araştırmalar yapılabilecek, tezler yazılabilecek bir davadır. Hatta dünya yargı tarihine girecek bir davadır. Bu dava siyasallaşmış yargının, demokratik siyasete karşı açtığı bir cephe savaşıdır. Bu yönüyle, akla hayale gelmeyecek hukuksuzlukların yapıldığı bir davadır. Bir boyutu budur. Bir diğer boyutu, resmi devlet geleneğini de ortadan kaldıran, AİHM kararlarına karşı hamle niteliği ile geleneksel Türkiye dış politika çizgisinden ayrılmanın sembolü niteliğindedir. Mevcut iktidar, Kürt siyasetçileri istediği kadar cezaevinde tutabilme uğruna, altına imza attığı AİHS'e uymayacağını bu dava ile gösterdi. Ayrıca "AİHM politik karar veriyor" diyerek, yandaşlarını batı karşıtlığı konusunda motive etmeye çalıştı.
 
“Aradan geçen 42 yıla rağmen, 12 Eylül faşist darbesinin mirasını devralmış, darbecilerin yapamadığını yapmaya heveslenen bir iktidarla karşı karşıya olduğumuz görülüyor. Kürtler açısından ele aldığında da 12 Eylül'de darbecilerin Diyarbakır Cezaevinde uyguladıkları vahşet ile ulaşmak istedikleri amaç ne ise bugün Kürt muhalefetine yönelen pervasız baskı ile ulaşılmak istenen amaç aynıdır. "Kökünü kazıma" politikası faşizmin yöntemidir. 12 Eylül döneminin uygulamaları ile biçimsel farklılık taşısa da özünde aynı sonuçlar yaratacak kadar ağır insan hakları ihlalidir. Şimdi durum daha vahim zira o dönem fiili olarak uygulanan bu politikalar, şimdi yasal kılıfa bürünmüş durumda.”
 
*Buradan 12 Eylül’e gelmek istiyorum. Siz o dönemde de tutuklandınız. Ne değişti o günden bu güne? Politik olarak, cezaevi koşulları olarak, kadınlara yaklaşım itibarı ve yargı sistemi açısından… 1980’ler Türkiye’sinden 2022 Türkiye’sine nasıl bir değişim söz konusu?
 
12 Eylül faşist darbenin üzerinden tam 42 yıl geçti. Neredeyse yarım asır. Artık sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada her şey çok değişti. Bu nedenle bire bir kıyaslamak yerine belki genel olarak amaçlar ve ideolojik yaklaşımlar üzerinden bir kıyaslama yapılabilir. Bu açıdan bakıldığında aradan geçen 42 yıla rağmen, 12 Eylül faşist darbesinin mirasını devralmış, darbecilerin yapamadığını yapmaya heveslenen bir iktidarla karşı karşıya olduğumuz görülüyor. 12 Eylül faşizmi, toplumsal muhalefeti bastırmak, halkı sınırsız sömürü ve baskı sistemi karşısında örgütsüz, çaresiz bırakmak için çok uğraştı. Sendikalar, dernekler, siyasi partiler kapatıldı, cezaevleri işkencehaneye dönüştürüldü. Darağaçları kuruldu. Amaç, suskun, demokratik taleplerinden vazgeçen bir toplum yaratmaktı.
 
Özgün olarak Kürtler açısından ele aldığında da 12 Eylül'de darbecilerin Diyarbakır cezaevinde uyguladıkları vahşet ile ulaşmak istedikleri amaç ne ise bugün Kürt muhalefetine yönelen pervasız baskı ile ulaşılmak istenen amaç aynıdır. "Kökünü kazıma" politikası faşizmin yöntemidir. Temel hak ve özgürlükleri toplumun belli bir kesimi için yok sayma, "potansiyel suçlu", hatta "düşman" olarak görme... Her türlü hukuksuzluğu, her türlü insanlık dışı uygulamayı, "beka" söylemi arkasına gizleyerek meşrulaştırma... 12 Eylül darbecilerinin izlediği politikanın ana ekseni buydu; bugün karşı karşıya olduğumuz durum da aynı. Darbecilerin işlediği insanlık suçları nedeniyle; Diyarbakır cezaevi “Dünyanın en kötü üne sahip 10 cezaevinden biri” unvanını aldı ama faşizm istediği sonucu elde edemedi. 2016 yılında siyasi darbe yapan iktidar da aynı amaca kilitlenmiş durumda. Ancak gelinen aşamada, bir kez daha başarısız olacakları görülüyor.
 
Cezaevi koşulları açısından bugün uygulanan katı tecrit, yalnızlaştırma ve yoksunlaştırma politikası, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası, mahkemenin verdiği ceza bitmesine rağmen tahliye etmeme uygulaması ve benzeri uygulamalar; 12 Eylül döneminin uygulamaları ile biçimsel farklılık taşısa da özünde aynı sonuçlar yaratacak kadar ağır insan hakları ihlalidir. Şimdi durum daha vahim zira o dönem fiili olarak uygulanan bu politikalar, şimdi yasal kılıfa bürünmüş durumda. Örneğin Diyarbakır cezaevinde tahliye olan kişi cezaevinden çıkabilmek için bir de Esat Oktay'ın tahliyesini beklemek zorundaydı. Bu fiili bir durumdu, şimdi çıkardıkları bir yasa ile cezaevi yönetimlerine, cezası biten kişileri tahliye etmeme yetkisi verdiler. Yargı sistemi açısından da bugünkü kadar rayından çıkmış bir siyasallaşma yoktu diyebilirim. Evet yargılamalar darbeyi yapan askerlerin emrindeki, askeri mahkemelerde yapıldı. Adalet ve evrensel hukuk kurallarına uygun bir yargılama yapılmadı. Ama hiç değilse o dönemin yargıçlarında işi kılıfına uydurma telaşı vardı. Şimdi o da yok.
 
“Suç işleyen kamu görevlilerine yönelik cezasızlık politikası, 12 Eylül'den bu güne hiç değişmeden devam ediyor. Kutsal devlet anlayışı ile devlet dokunulmazlık zırhına bürünmüş; vatandaş ise devlet karşısında, kul olarak her türlü haksızlığa muhatap hale getirilmiştir. Devlet muktedir, vatandaş çaresizdir.”
 
*Şunu özellikle sormak istiyorum. Bugün cezaevlerinde önemli sorunlardan biri hasta tutsakların bırakılmaması. Birçoğu yaşamını yitirdi. Yitiriyor. Bırakılmayanlardan biri de Aysel Tuğluk. Bu dönemi bu açıdan yani hasta tutsaklara yaklaşım açısından 12 Eylül ile karşılaştırmanızı istersem nasıl bir değerlendirme yaparsınız?
 
Hasta mahpuslar -Aysel 12 Eylül karşılaştırması.- Bire bir kıyaslama doğru olmaz, zira o dönem cezaevlerinde uygulanan işkenceler sonucunda yüzlerce kişi sakat kaldı; akıl ve ruh sağlığını yitirenler oldu. Ancak tedavi hakkı ve sağlık hizmetlerine erişim hakkı konusunda bugün de vahim düzeyde sorunlar yaşanıyor. Hala işkenceyi raporlamak kolay değil, hala cezaevi koşullarında tedavi olma imkanı olmayan ağır hasta tutsaklar tahliye edilmiyor, hala cezaevlerinde şüpheli ölümler yaşanıyor ve ciddi bir soruşturma yürütülmeden üzeri kapatılıyor. Suç işleyen kamu görevlilerine yönelik cezasızlık politikası, 12 Eylül'den bu güne hiç değişmeden devam ediyor. Kutsal devlet anlayışı ile devlet dokunulmazlık zırhına bürünmüş; vatandaş ise devlet karşısında, kul olarak her türlü haksızlığa muhatap hale getirilmiştir. Devlet muktedir, vatandaş çaresizdir. Ne yazık ki toplumun bir kesimi de ideolojik angajmanlarla bu durumu kabullenmiş, hatta savunucusu haline getirilmiştir. "Devlete karşı suç işlemekle itham ediliyorsan, her türlü hukuksuzluğu hak ediyorsun" anlayışı nedeniyle; cezaevlerinde yaşanan hak ihlallerine karşı kamuoyunda duyarlılık da oluşmuyor. 90'lı yıllarda insan hakları savunuculuğu daha güçlüydü ve "görüşlerine katılmasam da..." cümlesini daha çok duyuluyordu... Bugün sadece iktidar yanlılarından değil, muhalefetten de kolay kolay "görüşlerine katılmasam da..." kelimeleri ile başlayan ve evrensel insan haklarını savunun cümleler duymuyoruz. Bu yaklaşım, çağdaş ceza infaz anlayışından, fersah fersah geridir. Cezaevlerindeki politik mahpuslar, her türlü işkence ve kötü muamele karşısında savunmasızdır. Zira onlar devlete karşı suç işlemiştir...
 
“Ben Diyarbakır cezaevinde bir tek kadın görevlinin bile bulunmadığı bir dönemi yaşadım. 1980-1982 yıllarında cezaevindeki tüm görevliler askerdi, yani erkekti. Kimi askerler, geleneksel cinsiyetçi yaklaşımla "kadın başınıza bu işlere niye bulaştınız" diyerek dövüyordu. Günümüzde uygulamalar farklı ama cinsiyetçi yaklaşımlar yine ön planda.”
 
*12 Eylül ve bugünün kıyaslamasından devam edersek… Kadın tutsaklara yönelik politikalar için ne dersiniz?
 
Öncelikle şunu söylemek isterim, elimde istatistik bilgiler yok ancak, o dönem cezaevlerindeki politik kadın tutuklu sayısı bu günkü kadar çok değildi. Darbecilerin de kadınlara karşı, genelden farklı bir yaklaşımı yoktu denilebilir. Kadınlar da sıkıyönetim komutanlıklarına bağlı askeri cezaevlerinde kaldılar. Başka cezaevlerinde farklı bir uygulama var mıydı bilmiyorum ama ben Diyarbakır cezaevinde bir tek kadın görevlinin bile bulunmadığı bir dönemi yaşadım. 1980-1982 yıllarında cezaevindeki tüm görevliler askerdi, yani erkekti. Kimi askerler, geleneksel cinsiyetçi yaklaşımla "kadın başınıza bu işlere niye bulaştınız" diyerek dövüyordu. Özel yetiştirilmiş işkencecilerde ise daha kasıtlı bir cinsiyetçi tutum vardı. Günümüzde de politik kadınlara yönelik yaklaşım pek değişmiş gibi görülmüyor. Uygulamalar farklı ama cinsiyetçi yaklaşımlar yine ön planda.
 
“Kürt sorunu, bir demokrasi, hak ve özgürlükler sorunu mu? Yoksa mevcut duruma itiraz eden Kürtlerin sorun olarak görülmesi mi? Ana hatlarıyla bakıldığında 12 Eylül darbecileri ile günümüz iktidar sahiplerinin bu soruya aynı cevabı verdiklerini görüyoruz.”
 
*12 Eylül’de “Ben Kürt değilim Türk’üm” demediğiniz için ağır ve insanlık dışı işkencelere maruz kaldınız. Ancak bugüne baktığımızda yaşam dili olan Kürtçenin yaşatılması yönünde ciddi engelleme ve yasaklamalarla karşı karşıyayız. (Konser yasakları, Kürtçe konuşanların linç edilmesi, ırkçı saldırıya maruz kalması, anadilde eğitim hakkının hala tanınmıyor olması vs…) 12 Eylül zihniyetinden bugüne devlet aklının hiç değişmediğini, yöntemler değişse de algı ve anlayışın aynı olduğunu söyleyebilir miyiz? 
 
Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle şu sorunun cevabını bulmak gerekiyor: Kürt sorunu, bir demokrasi, hak ve özgürlükler sorunu mu? Yoksa mevcut duruma itiraz eden Kürtlerin sorun olarak görülmesi mi? Ana hatlarıyla bakıldığında 12 Eylül darbecileri ile günümüz iktidar sahiplerinin bu soruya aynı cevabı verdiklerini görüyoruz. Kürtlerin mevcut duruma itiraz etmesi önemli bir sorun olarak görülüyor ve itiraz edenler her türlü yol ve yöntem denenerek, susturulmak isteniyor. Mesele öyle iktidar sahiplerinin gösterdiği gibi sadece "şiddet kullanımı" ile ilgili de değil. O gün de bugün de cezaevleri; eline silah almamış, sadece politik olarak mevcut duruma itiraz ettikleri ve Kürtlerin de doğuştan gelen haklarını kullanmaları gerektiğini savundukları için rehin alınan, binlerce politik tutsakla dolu.
 
“Bahattin ne olmuşsa yabancı kadınlara da tokat atmaya kalkışmış. Onlar da şikayet edince Esat Oktay, Bahattin’i dövmüş, hakaret etmiş. Bahattin buna çok bozulmuş, aklı bir türlü almıyordu. "Bana burada her gün Türkçe (Karadeniz aksanıyla konuşuyordu, Türk diyemiyordu) bayanına dayak at diyorlar, elin gavuruna bir tokat attım diye beni dövüyorlar" demişti. Saf Gümüşhane köylüsünün bu yaman çelişkisi, 12 Eylül darbecilerinin ne kadar "milli ve yerli" olduklarını gösteriyordu. Bu iktidar da emperyalistlerin, hegomon güçlerin önünde el pençe olup, onlarla her türlü işbirliğini yapıp, bize karşı da "yerli ve milli" oluyor ya buna çok yanıyorum...”
 
*12 Eylül’de unutamadığınız bir anekdotu paylaşır mısınız? Sizi en çok etkileyen, derin etki bırakan şey neydi?
 
Acıları anlatmayı sevmiyorum. Ama belki bu güne dair bazı şeyleri sorgulamaya yarar diye, küçük bir anekdot yazayım. Kadınlar koğuşunun gardiyanlığını bir süre Gümüşhaneli Bahattin isimli bir asker yaptı. Saf, bir köylü çocuğuydu. Tabi ismini ve nereli olduğunu da saflığından ağzından kaçırmıştı. Yoksa askerlerin kimliği, nereli oldukları gizli tutulurdu, herkesin bir kod adı vardı. Bahattin'e de "horoz" diye seslenirlerdi. Komutanları emir vermişse, Bahattin tam bir gaddar kesilir, tüm koğuşu dayaktan geçirdiğinde kan ter içinde kalırdı. Bahattin iri yarı, cüsseli bir askerdi. Bizler de en büyüğümüz 25-26 yaşında, büyük çoğunluğu 16-20 yaş aralığında zayıf çelimsiz gençlerdik. Bahattin bazen bize üzülür, "Geberecekler, niye bu işlere karıştınız" derdi. Ama emirleri eksiksiz yerine getirmekten de geri durmazdı. Yemek geldiğinde bizlere de askerlerin okuduğu "ordu millet var olsun" şeklindeki yemek duasını okutmak isterdi. Bir gün Bahattin karavanayı içeri verdi gitti, yemek duası okumamızı istemedi. Ertesi gün yine öyle. Baktık, Bahattin'in gözünün önünde bir morluk, keyfi yerinde değil; bize dayak atmak için bahane aramıyor... Bu olacak iş değildi. Koğuş sorumlusu, bütün cesaretini toplayıp, Bahattin'e "bir şey mi oldu" diye sordu. Bahattin meğer bu soruyu bekliyormuş. Başladı anlatmaya. Meğer, iki yabancı kadın tutuklanmış, bizden ayrı bir koğuşta tutuyorlarmış. Esat Oktay "Sakın bunlara karışmayın, yakında tahliye olurlar, gidip burayı anlatmasınlar" diye tembihlemiş. Ama Bahattin ne olmuşsa yabancı kadınlara da tokat atmaya kalkışmış. Onlar da şikayet edince Esat Oktay, Bahattin’i dövmüş, hakaret etmiş. Bahattin buna çok bozulmuş, aklı bir türlü almıyordu. "Bana burada her gün Türkçe (Karadeniz aksanıyla konuşuyordu, Türk diyemiyordu) bayanına dayak at diyorlar, elin gavuruna bir tokat attım diye beni dövüyorlar" demişti. Bu olaydan bir süre sonra zaten Bahattin'i artık görmedik, gardiyan-askeri değiştirdiler. Saf Gümüşhane köylüsünün bu yaman çelişkisi, 12 Eylül darbecilerinin ne kadar "milli ve yerli" olduklarını gösteriyordu. Bu iktidar da emperyalistlerin, hegemon güçlerin önünde el pençe olup, onlarla her türlü işbirliğini yapıp, bize karşı da "yerli ve milli" oluyor ya buna çok yanıyorum...
 
“Zulme karşı direniş içerisinde oluşan kadınlık bilinci ve mücadele azmi, kadın mücadelesinin mayasını oluşturdu diyebiliriz. Bizde "derdi olan derman arar" derler. 12 Eylül'deki zulüm biz kadınlara, özel alanda başlayan erkek egemenliğinin, gerçek hamisinin devlet olduğunu gösterdi.”
 
*Tekrar kadınlara yönelik 12 Eylül’deki uygulamalara gelmek istiyorum. 12 Eylül’de en ağır fatura kadınlara kesildi. Ağır işkencelere ve cinsel işkencelere maruz kaldılar. Ancak bugün maruz kaldıkları ağır ve travmatik işkencelere rağmen kadınlar mücadelede ısrar ediyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?
 
Zulme karşı direniş içerisinde oluşan kadınlık bilinci ve mücadele azmi, kadın mücadelesinin mayasını oluşturdu diyebiliriz. Bizde "derdi olan derman arar" derler. Kadınlar evde, okulda, işyerinde, siyasette, ekonomide, kültürel alanda kısacası yaşamlarının her anında itildikleri ikincil konumu, baskıyı, otoriteyi hissediyorlar, yaşıyorlar, biliyorlar. 12 Eylül'deki zulüm biz kadınlara, özel alanda başlayan erkek egemenliğinin, gerçek hamisinin devlet olduğunu gösterdi. Yaşadıklarımız, özel alanın ne kadar politik olduğunu, politik alanın ise ne kadar cinsiyetçi olduğunu bilince çıkartma, erkek egemen sistemi bütünlüklü olarak çözme fırsatı verdi. Kadın hareketleri bu bilinç üzerine yükseldi.
 
“Muhalefet partilerinin, toplumda yaratılan kutuplaşmayı çözecek, mevcut durumu sorgulayan akli selim bir kamuoyu yaratacak, daha gerçekçi politikalar izlemesi gerekir. Kadınlar her zaman daha cesur ve daha ön açıcı oldular. Bu kritik süreçte de kendilerine düşen görevi yapacaklarına inanıyorum.”
 
*Siz 12 Eylül işkencesine karşı direnen ve bugün de iktidara karşı cezaevinde de direniş gösteren Kürt kadın ve siyasal hareketin sembol isimlerinden biri olarak Türkiye’nin gidişatını nasıl görüyorsunuz? Siyasetten, ekonomiye, ekolojiden kültür sanata neler oluyor? Ve de buna karşı ne yapmalı? Özellikle kadınlar için bu konuda önerileriniz nedir?
 
Yaşam bir bütündür. Ve yaşama yön veren felsefedir. Bugün iktidarı elinde tutan kesimlerin felsefesi, toplumu iliklerine kadar sömürmek, yandaşları ihya etmek, iktidarlarını kaybetmemek için de her türlü yolu denemek. Ekonomide, yoksuldan alıp, zengine veren bir çark kurmuşlar. Enflasyonu bu nedenle önleyecek tedbirler almıyorlar. Toplumun yaşam alanlarını yok etme, ekolojik yıkım pahasına doğayı talan etmek, büyük bir çevre kirliği yaratmak, bunların fıtratında var. Çünkü her şey daha fazla kar elde etmeye göre ayarlanıyor. Siyaseti, yarattıkları ırkçılık ve dincilik cenderesinde tutmak istiyorlar. Kadınlara yönelik politikaları da iyice gün yüzüne çıktı. Bazı "din adamı" kılıklı kişilerin söylemlerine bakılırsa, kadına evde erkeğin hizmetine koşulmak dışında bir rol kalmayacak. Ekonomik, siyasal ve sosyal olarak tam bir yıkımla karşı karşıyayız. Adeta “şimdiye kadar yapamadıklarımızı gider ayak yapalım” telaşı içerisindeler. Bir taraftan talan, bir taraftan baskı, bir taraftan savaş politikaları... Bu tabloya bakıp muhalefet partilerinin, toplumda yaratılan kutuplaşmayı çözecek, mevcut durumu sorgulayan akli selim bir kamuoyu yaratacak, daha gerçekçi politikalar izlemesi gerekir. Kadınlar her zaman daha cesur ve daha ön açıcı oldular. Bu kritik süreçte de kendilerine düşen görevi yapacaklarına inanıyorum.
 
“Son iki yıldan beri dümeni "dincilik" kulvarına kırdılar. Atık sıra, toplumun diğer demokratik, sosyal, entelektüel, kültürel, sivil alanlarına geldi. Özellikle altını çiziyorum, yapılmak istenen şeyin dindarlıkla, inanç değerleriyle hiçbir alakası yok. Yapılmak istenen toplumsal özgürlük alanlarını ortadan kaldırarak, eleştirel düşünceyi yok etmek.”
 
*Siyasetçi bir kadın olarak AKP iktidarının kadınlara yönelik politikalarına dair ne söylersiniz? Kadına yönelik katliamlar, kadınların yasal kazanımlarının geri alınması, kadın kurumlarının kapatılması… İçeride bunları nasıl görüyorsunuz?
 
AKP iktidarı son döneminde, "Biz her konuda çok başarılı olduk ama toplumu dönüştürme, istediğimiz kültürel değişimi yaratma konusunda başarısız olduk" tespiti yaptı. AKP medyasında, her gün bu minvalde yazılar çıkıyordu. Aslında, toplumsal mühendislik politikalarının başarısız olduğunu itiraf ediyorlardı. Son yıllarda toplumsal mühendislik, yani hayalindeki toplumu yaratma, topluma zorla bir deli gömleği giydirme operasyonuna hız verdiler. Önceki yıllarda, ağırlıklı olarak Kürt toplumsal muhalefetini bastırmaya odaklandıkları için, topluma sürekli ırkçılık derecesinde milliyetçilik pompaladılar. Ağızlarından düşürmedikleri "beka" söylemiyle, toplumu travma düzeyinde kutuplaştırdılar. Öyle ki ırkçılık travması, hatırlarsınız Karadenizli AKP'li, milliyetçi bir iş adamının, atölyesini basıp, ürettiği tişörtleri yakmaya kadar vardı. AKP kendi eliyle tabanını Irkçılık düzeyinde milliyetçileştirdi. Son iki yıldan beri dümeni "dincilik" kulvarına kırdılar. Atık sıra, toplumun diğer demokratik, sosyal, entelektüel, kültürel, sivil alanlarına geldi. Özellikle altını çiziyorum, yapılmak istenen şeyin dindarlıkla, inanç değerleriyle hiçbir alakası yok. Yapılmak istenen toplumsal özgürlük alanlarını ortadan kaldırarak, eleştirel düşünceyi yok etmek. Bu politikanın yan ürünü de yeni bir kutuplaşma alanı yaratmak olacak. Bu genel gidişatı görerek, kadınların özgürlük alanlarını terk etmeme, kazanımlarına yönelik saldırıları geri püskürtme mücadelesi son derece kıymetli. Bunun yanı sıra, kapsayıcı olma, kutuplaştırıcı söylem ve tutumlara hiç bir şekilde taviz vermeme, her türlü cinsiyetçi saldırıya karşı kadın ortak paydasında buluşmayı başarma da önemli. Kadın hareketlerinin geldiği düzeyi bilerek, bu zorlu sürecin üstesinden geleceklerine yürekten inanıyor, başarılar diliyorum.
 
“Demokrasi güçlerinin ortak hareket etmesi ve güçlü bir demokrasi ittifakı kurması; diğer muhalefet partilerinin de cesaretle, demokrasi ittifakı ile ilişki kurması dışında bir seçenek görülmüyor. Resmi ideoloji, Türkiye'de yaşayan herkesin tek bir kimlik ve kültür potasında eritilerek, buradan tek renkli bir kimlik elde edilmesini hedefleyen batı taklitçisi bir ideolojidir. Bu ideolojik perspektif, tüm dünya açısından en az üç yüz yıl geride kalmış, günün realiteleriyle örtüşmeyen bir ulusçuluk anlayışıdır.”
 
*Son olarak şunu sormak istiyorum. AKP ve MHP iktidarının savaş politikaları ve ülkeyi sürüklediği kaos sarmalı Kenan Evren pratiklerini aratmayacak bir hal aldı. 12 Eylül’de Kenan Evren zihniyetine karşı çıkan demokratik birliktelik bugün AKP ve MHP iktidarına karşı ne yapmalı, çıkış nedir sizce?
 
Muhalefet partileri "terörist", "hain" kıskacında kurtulup, memleketin gerçek sorunlarına dair söz kurması, politika üretmesi, kritik öneme sahip. Demokrasi güçlerinin ortak hareket etmesi ve güçlü bir demokrasi ittifakı kurması; diğer muhalefet partilerinin de cesaretle, demokrasi ittifakı ile ilişki kurması dışında bir seçenek görülmüyor. Resmi ideoloji, Türkiye'de yaşayan herkesin tek bir kimlik ve kültür potasında eritilerek, buradan tek renkli bir kimlik elde edilmesini hedefleyen batı taklitçisi bir ideolojidir. Bu ideolojik perspektif, tüm dünya açısından en az üç yüz yıl geride kalmış, günün realiteleriyle örtüşmeyen bir ulusçuluk anlayışıdır. Batı merkezli olduğu ve binlerce yıllık uygarlık tarihine sahip, kadim kimlik ve kültürlerin coğrafyası olan Mezopotamya'da uygulanma imkanı hiç bir şekilde olmayan bir ideoloji olduğunun da altını çizmek gerekir.
 
12 Eylül faşist darbesi, bu yaklaşımla Diyarbakır cezaevinde, Kürt diline ve kimliğine savaş açtı. Kürtçe konuşmak yasaklandı. İşkence ile insanlar "Türküm" demeye zorlandı. Kimlik ve kültürel olarak Türk olan arkadaşlar bile bu duruma tepki olarak "insanım" yanıtı verdikleri için bizimle birlikte aylarca işkence gördü. Sayım sırasında, kim Duriye Ana'nın yanında durmuşsa, sayımdan sonra bir posta dayağını yerdi. Çünkü Duriye ana Türkçe bilmiyordu. “O'nun yayında duran, demek ki Kürtçe konuşuyor" derlerdi. Bu nedenle biz gençler, Duriye ananın yanında durma sırası yapmıştık. Bari dayağımızı sıralı yiyelim, her gün aynı kişiler dayak yemesin diye... Bugün güya Kürtçe üzerindeki yasaklar kalkmış ama sizin de söylediğiniz gibi, otobüste Kürtçe konuştuğu için linç edilenler, Kürtçe konserlerin yasaklanması gibi saldırılar saymakla bitmez. Çünkü zihniyet değişmemiş. Kürt diline ve kimliğine yönelik öylesine bir terörize etme kampanyası yürütüldü ki yaratılan ırkçı milliyetçi kafalar, tıpkı 12 Eylül darbecileri gibi Kürtlük adına ne varsa suç sayıyorlar. İktidarın "Kürt sorunu kalmadı" söylemi, bu zihniyetin kaynağıdır. TRT Kürtçe yayın yapınca, Kürtlerin bütün kimlik, dil ve kültür talepleri karşılanmış oldu, böyle bakılıyor. Oysa bu çağda artık bir dilin yaşayabilmesi için kamusal alanda kullanılması zorunludur. Geleneksel, kırsal toplumlarda, kamusal alan ile gündelik yaşam aynıydı, dil ve kültür, gündelik yaşam içerisinde sürekli kendisini üretiyor, yeniliyordu, yaşatıyordu. Artık bu mümkün değil, bir dili yaşatmak için eğitim dili olması ve resmi kamusal alanda kullanılması gerekir. Oysa resmi kamusal alan bir yana; şu anda sivil kamusal alanda bile Kürtçe özgürce kullanılamıyor. Linç girişimleri, konser yasakları bunun en açık göstergesidir.