Varlık mücadelesinde kıyafetin direnişi

  • 09:02 12 Temmuz 2024
  • Jıneolojî Tartışmaları
 
“Demode olanı modernleştirme adına bu kez moda sektörü devreye sokuldu. Moda kapsamında Kürt kadınların kıyafetleri kesilip, biçildi, ruhundan ve tarihselliğinden koparılarak bir pazara dönüştürüldü. Bu anlamda ulus-devlet politikaları ile kapitalist politikaların el ele verdiği yeni bir dönem başladı.”
 
Elif Kaya
 
Kılık-kıyafet, kültürümüzün dolayısıyla yüz binlerce yıl boyunca oluşan kimliğimizin önemli bir parçası olup, temsil ettiğimiz değerleri ifade eder. İnsanların ilk giyinme ihtiyacı doğanın sert koşullarından korunma amaçlı gelişmiş olsa da daha sonra toplumun estetik anlayışını, anlam dünyasını temsil eden komplike bir hale dönüşmüştür. Öyle ki insanlar içine doğduğu toplumun değerlerini, tarihini, sosyolojik yapısını, sosyal statüsünü ve inancını giydikleri bu kıyafetlerle üstlerinde taşımışlardır.
 
Bir anlamda toplumsal yapıların farklılığı, zenginliği estetik anlayışı giyim kuşam tarzından dile gelmiştir. Bu nedenle kılık-kıyafet toplulukları ifade eden kültürün, kimliğin önemli bir parçasını oluşturur. Bundan olsa gerek toplumsal kültüre yönelik geliştirilen yıkıcı politikalar en bariz şekilde kılık-kıyafet üzerinde yaşam bulur. Sömürgecilik nereye girse kalıcılaşmak için başvurduğu temel politikalardan biri yerel halkın kıyafetleriyle halkın arasına mesafe koymak, kendi giyim tarzını tek seçenek olarak sunup, toplumsal direnişi kırmayı ve kimliği ortadan kaldırmayı hedeflemek olur. Mahatma Gandi’nin İngiliz sömürgeciliğine karşı İngiliz endüstrisinin geliştirdiği giyim tarzı yerine yerel kumaşlarla yapılan dhoti’yi giymesi ve bunu bir mücadele biçimine dönüştürmesinin böyle bir yanı var. Sadece ekonomik sömürüyü durdurmaya yönelik bir eylem değil, aynı zamanda sömürgeciliğin kıyafetleriyle birlikte vermeye çalıştığı sömürgeci kişiliğin reddi ve kimliğinde ısrarın ifadesidir bu eylem. 
 
Binlerce yıl boyunca şekillenen ve toplumsal değerleri ifade eden kıyafetlerin tehlike olarak algılanıp, ortadan kaldırılması ulus-devlet politikalarının yaygınlaşmasıyla derinlik kazandı. Ulus-devletin dayattığı tekçi kimlik, farklı kimlikleri yok saymayı ve ortadan kaldırmayı gerektirir. Bu amaçla Türkiye Cumhuriyeti 1925’te Kıyafet Devrimi adına tarihin en anlamsız ve yıkıcı politikalarından birini devreye koydu. Halkların kılık-kıyafetini yasaklayarak “Batılı” kıyafetlerin giyilmesini modernleşme, çağdaşlaşma adına dayattı. Modern kıyafetler, tarihten, yerel kimliklerden, kültürden arındırılmış kıyafetler olduğundan direniş değerlerini de ortadan kaldırır. Topluluğun tarihi ve kökleriyle bağını ortadan kaldıran özelliktedirler. İnsanları bir başka giysiye zorlamak bir yabancının bedeninde soluk almaya zorlanmak gibi ruhsal, bedensel acılar yaşatır. Kendi varlığına yabancılaşma ve değersizleşme duygusunu derinleştirir. Kuşkusuz Türkiye bunu sadece modernleşmek adına tavsiye ile sınırlı bir politika olarak ele almadı. Her şeyin “tek”ten ibaret olduğu bir ulus yaratmak için ulusal kıyafetlerin giyilmesini suç kapsamına alınıp, yargılama konusu yaptı. 1923 yılında Lozan görüşmeleri yapıldığında Mustafa Kemal’in talimatıyla ulusal kıyafetlerini giyip, meclise giden ve Lozan heyetine “Kürt ve Türk halkının kardeş olduğu, kaderlerinin ortak olduğu” mesajını gönderen Dersim milletvekili Hasan Hayri, 1925 yılında Şex Sait ayaklanmasına destek verdiği gerekçesiyle idam edildi. Ancak yargılamada yapılan suçlama meclise Kürt kıyafetleriyle neden gitmiş olduğuydu. Kürt kıyafetiyle meclise gitmek ayrılıkçılık politikalardan yana tavır konulduğunun işareti olarak değerlendirilip, idam cezası verildi. Aslında burada Hasan Hayri ve toplumun öncüleri şahsında tüm Kürt toplumu tehdit edilip, cezalandırıldı.
 
Bu uygulamayı takiben kamusal kurumlarda, okullarda ulusal kıyafetlerin giyilmesi suç kapsamına alındı. Hem kanunen yasaklanarak hem de propaganda ve eğitim çalışmalarıyla asimilasyon politikaları derinleştirilerek, toplumun kimliği ve ulusal kıyafetlerinden uzaklaşması hedeflendi. Bu politikalarla özellikle kız çocukları hedeflendi. Köylerden, kırsal kesimlerden toplanan kız çocukları yatılı bölgelerde okutularak, dili ve kültürü unutturulmaya çalışıldı. Uygulanan bu politikalar kısmen etkili olsa da kadınlar büyük oranda dilini ve kültürünün bir parçası olan ulusal kıyafetlerini taşımayı sürdürmeye devam etti. 1980’li yıllarla birlikte okul sisteminin yaygınlık kazanması, şehir yaşamının daha fazla öne çıkarılması asimilasyon politikalarının genç kuşaklar üzerinde etkili olmasına yol açtı. Genç kuşaklar ile yaşlı ve orta kuşağın arasında mesafenin açılması daha fazla belirginleşmeye başladı. Gazetecilik yapan Ağrılı bir gencin anlatımları bu dönem yaşananları özetler gibi. 
 
“En sevdiğim ebeveynlerimden biri de babaannemdi. Türkiye’de resmi tek dil Türkçeydi, ama nenem kendini bir tek Kürtçeyle ifade edebiliyordu. Bundan dolayı ilçe merkezine gidip, resmî kurumlardaki (devlet kurumları) işlerini hallederken, her zaman ben ona eşlik ederdim. En uğrak yerlerimizden biri de nenemin emeklilik maaşından dolayı bankaydı. Nenem giyindiği egal, mêzer ve kofî ile Kürt toplumsallığına büyük bir uyum sağlayan renkli bir kadındı. Yürüyüşünden, konuşmasından, hareketlerinden ve davranışlarından cesaret aldığım, çocukluk hayallerime büyük izdüşümleri olan biriydi. Bankaya her gittiğimizde görevliler ve veznedarların bakışlarından bir rahatsız olma halinin olduğunu aslında hep hissederdim; bunun nenemden kaynaklandığını biliyordum, ama ne için olduğunu anlamıyordum. Bankaya gitmelerimizden birinde işlem yapılırken, sıra imza atmaya geldi. Nenemin veznedara yaklaşması ile o sözünü ettiğim rahatsızlık hali artık sözlü bir hal aldı. Neneme derhal yerine geçmesini söyleyen veznedar, ardından ‘Burayı kirletmeyin, zaten üstünüz başınız müsait değil. Kokunuzla daha fazla bizi boğmayın’ dedi. Bir çocuk için yaşamsal bir role sahip olan kişiye böyle yaklaşılmasının ne anlama geldiğini çok sonradan anlayacaktım. O günden sonra artık giderek nenemden uzaklaştım. Onunla bir yere gitmek ya da onunla bir yerde görünmek neredeyse bana işkence gibi geliyordu. Nenemle birlikte Diyadin’e gitmeyi daha önce sevdiğim halde, o olaydan sonra artık zorunluluktan dolayı yapıyordum. Çünkü artık nenemle görünmek beni utandırıyordu. Öyle ki yolda yürürken beni onunla sanmasınlar diye hep onun 4-5 metre önünden giderdim. O ne kadar seslense de durup onu beklemiyordum.  (Nihat Kaya, Aidiyetin Milliyeti- Yayınlanmamış kitap çalışmasından)
 
Kamusal alanda karşılaştıkları itibarsızlaştırma politikalarıyla baş edemeyenler bundan kurtulmanın bir yolu olarak kimliğinden, değerlerinden kaçışı tercih ettiler. Nene ile torun arasındaki yabancılaşma ve birbirinden uzaklaşma geçmiş ile gelecek, varlık ile kimlik arasında açılan mesafeyi ifade ediyor. Asimilasyon ve zor içeren politikalarla ulusal kıyafetleri taşımayı ret etmek, kimliğinden de soyunmayı ve reddetmeyi beraberinde getirdi. Burada öne çıkan dikkat çekici konu kimlik inkârı ve reddin kamuoyuna açılım sürecinde ilk etapta kılık-kıyafet üzerinden yaşam bulmasıdır. Çünkü kıyafet insanlarla karşılaşmada sözden önce kendi mesajını karşıya verir, kim olduğunu deklare eder. Bu nedenle özgürlük mücadelesinin yükseldiği dönemlerde kıyafet de direnişin önemli bir parçası olarak mücadeledeki yerini almaya başladı. 1990’lı yılların başında Kürdistan Özgürlük Mücadelesinin yükselmesiyle birlikte Kürt kadınları ulusal kıyafetleriyle eylemlerin en ön saflarında yerlerini aldılar. Ulusal kıyafetleriyle (günlük olarak giydikleri kıyafetler) eylem yapmak, Kürt halkının sembolüne dönüşen sarı-kırmızı-yeşil renkleri taşımak sömürgeciliğin inkâr ve imha politikalarına karşı bir meydan okumaydı. 1991’de Leyla Zana’nın Meclis’in açılış konuşmasını başında taşıdığı sarı-kırmızı-yeşil bandanayla yapması bu direnişin politik alana taşındığını ifade ediyordu. Leyla Zana, bir kişi olmaktan öte politik özne olmak isteyen, yaşamının ve kültürünün değerli olduğunu ifade eden milyonlarca Kürt kadının sesiydi. Bu dönemle birlikte kıyafet mücadelenin önemli bir alanı olarak direnişteki yerini almaya başladı. Kadınlar giydikleri rengarenk ulusal kıyafetleri ve başına taktıkları yeşil-sarı-kırmızı yazmalarıyla inkâr ve asimilasyon politikalarına meydan okudular.
 
Moda kapsamında kıyafetlerinin pazara dönüştürülmesi 
 
Bunu bir eyleme dönüştürme yaklaşımı ise 2000’li yılların başında MKM’li sanatçıların ve İstanbul’da HADEP’in bazı ilçe örgütlerinin 8 Mart’tan başlayarak bir hafta boyunca İstanbul’un en işlek yerlerinde ulusal kıyafetlerini giyip, dolaşma kararı almasıyla başladı. Yıllarca kıyafetlerinden dolayı horlanan, kimlikleri yok sayılan kadınlar, sokaklarda görünerek, var olduklarının, kültürlerini sahiplendiklerinin mesajını verdi. Bu dönem aynı zamanda kadın hareketinin eylem ve örgütlenme gücünün geliştiği ve Türkiye kadın hareketleriyle birlikte eylemlerin yapıldığı bir dönemdir. Devlet politikalarının yanı sıra Kemalist kadınlar ve bazı feminist çevreler tarafından da kültürel kimliğe sahip çıkmak ulusalcılık olarak itham edilip, Kürt kadınlarının kendi değerleriyle var olma çabaları değersizleştiriliyor, milliyetçilik olarak eleştiriliyordu. Varlığın, kültürle ve kıyafetle bağının güçlü ve aynı zamanda önemli olduğunu Kürt kadınlar geliştirdikleri bu eylemle ortaya koydu. 8 Mart ve Newrozlar’da yapılan kültürel etkinliklerde, kadınlar teşilerini, örgülerini, el işlerini alıp, işlek caddelerde sergiler açtılar. Bu tutum hem kendi kimliğinin bilincinde olmayan Kürt toplumuna hem ulus-devletin tekçi politikalarına hem de sol, sosyalist, feminist çevrelere Kürt kadınların nasıl yaşamak istediğini ortaya koyan bir cevap oldu.  Bu eylemde en dikkat çeken yan ulusal kıyafetleri günlük yaşamında giymeyen genç kadınların daha fazla eylemi sahiplenmesiydi. Görünür olmak istemi, yok sayma politikaları karşısında varlığını, kimliğini sahiplenme eylemleri şeklinde gelişen bu eylemler daha sonra da yaygınlaşarak devam etti. Ulusal kıyafeti giymek, en işlek caddelerde dolaşmak bir anlamda tüm kamuoyuna kimliğini beyan etme eylemdi. Bu eylem kadınlar tarafında çok ciddi sahiplenildi. Daha sonra erkeklerin de kutlamalarda ulusal kıyafet giymeye başlaması bu eylemlerin bir sonucu olarak gelişti. Çünkü bu eylemler onlara kim olduklarını hatırlatan ve var oldukları haliyle kabul edilmelerini talep eden yaşamsal bir konuyu merkezine almıştı. 
 
2000’li yıllardan itibaren kıyafet direnişin önemli bir parçası olarak mücadelede yerini aldı. Annesinin, ninesinin kıyafetlerinden utanır hale getirilen çocukların, ulusal kıyafetlerini giyip, değerleriyle buluştukları, ulusal kıyafetlerine itibarlarını iade ettikleri yeni bir dönem başladı. Kültürün bilinçle ve kimlikle buluşması, eyleme dönüşmesi, inkârcı devlet politikalarında değişimi de kaçınılmaz kıldı. Demode olanı modernleştirme adına bu kez moda sektörü devreye sokuldu. Moda kapsamında Kürt kadınların kıyafetleri kesilip, biçildi, ruhundan ve tarihselliğinden koparılarak bir pazara dönüştürüldü. Bu anlamda ulus-devlet politikaları ile kapitalist politikaların el ele verdiği yeni bir dönem başladı. Görünür olan, köklü tarihsel anlamları ve içeriği olan her şey moda tarafından ele geçirilip, modernleştirme adına içeriğinden, anlamında boşaltılarak, Pazar malzemesi haline getirilmeye çalışılıyor. Cemil İpekçi’nin Kürt kadınlarının ulusam kıyafetlerini modernleştirme çabası, H.M. markasının gerilla kadınların kıyafetini modaya dönüştürme girişimi, Kobanê direnişinin ardından direnişçi kadınların kıyafetlerinin modaya dönüştürülmesi bu politikaların ifadesidir. 
 
Son üç yıldır, ülkede toplumsal demokratik örgütlenmelerin zayıflaması, anti-demokratik uygulamaların artış göstermesiyle birlikte devlet, 8 Mart, Newroz gibi kutlamalarda ulusal kıyafetlerin giyilmesini yine yasaklar kapsamına alındı. Ulusal kıyafetiyle etkinliklere katılmak isteyenlerin arama adı altında taciz edilmesi, kimi kez soruşturmaya konu edilmesi kıyafetin direnişi geliştiren gücüyle ilgilidir. Sözün söylenmediği mekanlarda bile kıyafet kimliği deklere eden bir simgeye dönüşüyor. Bu nedenle son yıllarda anti-demokratik uygulamaların yükselişe geçmesiyle birlikte ulusal kıyafetler yine soruşturmalara konu yapılmakta. Gelişen direniş, uyanan bilinç tekrar uyutulmaya, unutturulmaya çalışılmaktadır. Ama kıyafetlerin oluşu ve içerdiği anlamlar binlerce, on binlerce yıllık tarihi yolculuğun sonucudur, dayatılan köksüzlüğe kolay boyun eğmez. 2023 Newroz’unda ulusal kıyafet giymesi yasaklanan Şiwan Zeren, herkesin duygularına tercüman oluyor; “Yasak koydukları benim dedelerimin kıyafeti, yasal görmedikleri benim kültürüm. İnat bu, bir hafta üstümden çıkarmayacağım (Kürt Ulusal Kıyafetlerine Yasak, Bianet).
 
Sonuç olarak;
 
Kıyafetlerimiz, bedenin mekânıdır. Nasıl ki varlık mekânla birlikte anlamını bulup, oluşunu gerçekleştiriyorsa, kimliğin oluşumu, bedenin tarihsel-toplumsal bütünlüğe kavuşması da kılık-kıyafetle mümkün oluyor. Kıyafetin kimlikle özdeşleşmesi, bedenle ilişkisi bu nedenle son derece önemlidir. Mekânsız varlık tanımı nasıl ki eksikse, kılık-kıyafetsiz bir beden-varlık da o kadar savunmasız ve tarihsel-toplumsal hakikatten uzaktır. Bu nedenle beden üzerindeki saldırılar öncelikle kılık-kıyafet üzerinden gelişir. Aynı tarzda bedenin direnişi de kıyafetle kendini görünür kılar, mücadelenin önemli bir alanına dönüşür. Bu saldırılar bazen bilinci bulandırıp rıza oluşturarak, bazen hukuki engeller oluşturarak sonuç almayı hedefler. Varlığımızı tanımlamak, tarihsel-toplumsal yapıyla güçlü bağ kurmak yarattığımız değerlere sahip çıkmakla ancak mümkün olabilir. Kıyafetimiz yurdumuzdur, evimizdir, yaşamımızın anlam kazandığı mekândır. Varlığımızın anlam kazandığı mekânı korumak, sahiplenmek varlığımızı savunmanın önemli bir ön koşuludur. Tarihle, toplumsallıkla ve varlığımızla ancak bu temelde güçlü bir bağ kurmak mümkün olabilir.
 
*Bu yazı, Jineolojî dergisinin “Bakur” dosya konulu 29. sayısından kısaltılarak alınmıştır.