Gazeteci Derya Ren: En çok haber yapmayı ve fotoğraf çekmeyi özledim

  • 09:04 13 Ağustos 2024
  • Güncel
 
Öznur Değer
 
RIHA - Diyarbakır Kadın Kapalı Cezaevi'nden tahliye edilen Gazeteci Derya Ren, “En çok haber yapmayı ve fotoğraf çekmeyi özledim. Gazetecilik mesleğiyle ne kadar bütünleştiğimin farkına varamadım önce. İlerleyen süreçlerde bunun özlemini yaşadım” dedi. 
 
Şanlıurfa 6’ncı Ağır Ceza Mahkemesi tarafından “Örgüte bilerek ve isteyerek yardım etme” iddiasıyla hakkında 3 yıl 13 ay 15 gün hapis verilen JINNEWS muhabiri Derya Ren, cezasının Yargıtay tarafından onanmasının ardından 25 Ekim 2022 tarihinde Diyarbakır’daki evine yapılan baskınla tutuklanarak Diyarbakır Kadın Kapalı Cezaevi’ne gönderildi. Mahkeme tarafından verilen cezanın yatarını 6 Mayıs’ta tamamlayan Derya, İdare ve Gözlem Kurulu kararıyla “Toplumla bütünleşmeye hazır olmadığı” iddiasıyla tahliye edilmedi. 
 
Tahliyesi 3 ay ertelenen Derya 6 Ağustos’ta Diyarbakır Kadın Kapalı Cezaevi’nden tahliye edildi. Derya, yaklaşık iki yıl süren tutsaklıkta yaşadıklarını ve duygularını ajansımıza anlattı.
 
‘Haber yapmam engelleniyordu’
 
Tutuklanmasının ardından cezaevinde yaşananlara anlam vermenin zorlayıcılığından söz eden Derya, zorlu bir sürecin kendisini beklediğini ifade etti. Tutukluluğunun yalnızca haber yapmasının ve gazetecilik mesleğini sürdürmesinin değil aynı zamanda halkın haber alma hakkının da engellenmesine neden olduğuna işaret eden Derya, “Tutuklandıktan sonra zindandaki tutsakların sesine ne kadar ses olabilirim diye düşündüm. Sadece siyasi değil adli tutukluların yaşadığı sorunlar da çok fazla. Bir bütün olarak zindanda yaşananları ve tutsakların maruz kaldığı durumları nasıl yansıtabileceğim üzerinde yoğunlaştım. Ancak bu maalesef pek gerçekleşemedi. Çünkü haber yapmam, yaptığım haberleri dışarı çıkarmam cezaevi idaresi tarafından engelleniyordu. Tutuklanan herkes tutuklandığı andan itibaren cezaevi gerçekliğiyle karşı karşıya kalıyor. 80 darbesinin ardından cezaevlerinde yaşananları okumuş, izlemiştik. Devletin tutsaklar üzerinde yaşattığı vahşeti izlediğimiz belgesel ve filmlerden ve okuduğumuz kitaplardan biliyorduk. Ancak bunun yanı sıra bu vahşetin tekrarlanmaması için verilen direnişleri de biliyorduk. Bunların günümüze yansımalarını da net bir şekilde görebiliyoruz” dedi. 
 
‘Çok boyutlu psikolojik şiddeti görebiliyorduk’
 
Cezaevlerinde fiziksel şiddetten ziyade psikolojik şiddetin bir politika olarak sürdürüldüğünün altını çizen Derya, “65 yaşındaki bir annenin durumu psikolojik şiddeti en iyi özetleyen örneklerden biri. Örneğin anne Kur-an okumaya kalktığında arama geliyordu ve ara vermek zorunda kalıyordu. O sıra dağıtıyorlardı. İnancını bile baskılamaya çalışıyorlardı. Bir diğer önemli husus ise hasta tutsak arkadaşların yaşadığı durum. O kadar hastalıklarına rağmen tahliye edilmemeleri psikolojik şiddetin bir göstergesidir. Kaldığım koğuşta hasta tutsaklar da vardı, yaşlı olan anneler de vardı ve iki yaşında bir çocuk da vardı. Kaldığım koğuştan bile örnek versem psikolojik şiddetin yaşandığını görmek mümkün. Bu durum devletin Kürt halkı üzerinde uyguladığı özel savaş politikalarının da cezaevi boyutunu gösteriyor. Çok boyutlu psikolojik şiddeti görebiliyorduk. Ancak tüm bunlara rağmen direniş kültürü de devam ediyor. Dışarıdayken halka haber aktarabilmek için haber peşinde koşardım. Ama içerde yaşanan özel savaş politikalarını göstermede zayıf kalıyoruz. Dışarıda fuhşa zorlanan bir kadını gündeme taşıyabiliyorken ve bunun özel savaşla bağını kurabiliyorken, cezaevinde bu durumu dışarı aktarmada yetersiz kalıyoruz. Dışarıda yaşanan tüm özel savaş politikalarının bir örneği de cezaevlerinde yaşanıyor” diye belirtti.
 
‘Ajanlaştırma politikaları yürütülüyor’
 
Tutsakların, gardiyanların sözlü tacizlerine ve ajanlık dayatmalarına maruz kalabildiğini belirten Derya, “Dışarıdaki ajanlaştırma politikaları içeride daha çok cezaevi idaresi tarafından yapılıyor. Cezaevlerinde kreşe götürülen çocuklara orada değerlerini yok sayan kişiler değerleriymiş gibi göstermeye çalışarak çocuğun asimile edilmesine yönelik politikalar da yürütülüyor. Küçük çocukları olan kadınlar için ‘çocuklu kadınların kalabileceği cezaevinin inşa edilmesi bir müjde olarak verildi. Sözüm ona bir ev ortamı yaratılmaya çalışılıyor ve çocuğun ev ortamından yabancı kalmaması öne sürülüyor. Ancak çocuğun yeri cezaevi değildir ve bunun güzellemesi yapılamaz. Oluşturulan bu sistemin hiçbir hukukta yeri olmadığı gibi böyle bir uygulama da dünyanın hiçbir yerinde mevcut değil. Ev gibi cezaevi yaratmak demek cezaevi güzellemesi yapmak demektir. Bu da özel savaş politikasının bir parçası. Yine çocukları ajanlaştırmaya yönelik politikalar yürütülüyor ve çocuklar bir şekilde annelerine karşı kışkırtılıyor, en ufak bir yanlışlarında gardiyanlara şikayet etmeleri bekleniyor. En son koridorda bir kadınla karşılaşmıştım ve ‘çocuğuma sesimi yükseltmekten korkuyorum. Beni gardiyanlara şikayet ediyor’ demişti. Bu durum bize çocukları asimile etme ve ajanlaştırma merkezleri olan YİBO’ları hatırlatıyor. Politikalar değişse de mantık değişmiyor” dedi.
 
‘İki yaşındaki Starjîn, havalandırma kapısı kapandığında kapıya doğru koşardı’
 
Cezaevinde geçirdiği süre boyunca duygu noktasında çok etkilendiği durumlar olduğunu dile getiren Derya, “Buna birçok örnek verebilirim. Ancak birkaç örnek vereceğim. Müebbet veya ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alan arkadaşlarıma aldığım cezayı söylemeye utanıyordum. Bu cezanın azlığı meselesi değil, gerçekliğin bilincinde olma meselesidir. O insanlar kaç kuşak sonra çıkacak veya çıkamayacak. Bu durum çok büyük bir acı veriyor. O insanların yıllarca yaşamlarını cezaevinde geçirecekleri hakikati söz konusu. Onun ötesinde, az önce de belirttiğim gibi, kaldığım koğuşta ağır hasta tutsak olan arkadaş da vardı, 65 yaş üstü anneler de vardı, iki yaşını henüz doldurmamış çocuk da vardı. Bunlar duygu boyutuyla en çok etkilendiğim durumlardı. İki yaşındaki Starjîn, havalandırma kapısı her kapandığında kapıya doğru koşardı. Sayım saatlerinde o çocuğun yaşadığı psikolojiyi düşünmeden edemiyorum” sözlerine yer verdi.
 
‘En çok haber yapmayı ve fotoğraf çekmeyi özledim’
 
En çok haber yapmayı ve fotoğraf çekmeyi özlediğini kaydeden Derya, gazetecilik mesleğiyle ne kadar bütünleştiğinin farkına varamadığını ifade etti. İlerleyen süreçlerde bunun özlemini yaşadığını belirten Derya, “Fotoğraf çekeceğimiz zaman gardiyanların elinde fotoğraf makinası gördüğümde duyduğum özlemi derinden hissediyordum. Kelimelerle tarif edilemeyecek bir durum. Deprem felaketi sürecinde dışarda olamamanın ağırlığını yaşadım. Bu bir yandan gazetecilik mesleğimi yapamamanın verdiği bir ağırlıktı hem de mesleğime duyduğum özlemin yansımasıydı. Felaket bölgesinden her bir haber aktarıldığında ‘ben neden orada değilim’ diye düşünüyordum. Günümüzde mesleğimizi layıkıyla yapan çok az insan olduğu için orada olamamak beni çok üzüyordu. Bu noktada Kürt basını gereken rolü üstlendi. Bu yapının bir parçası olma özlemi de vardı” sözlerini kullandı. 
 
‘Gözüme çarpan her şey benim için haber değeri taşıyordu’
 
“Cezaevine ilk girdiğimde gözüme çarpan her şey benim için haber değeri taşıyordu” diyen Derya, “Tabağından çatalına, havalandırmanın küçüklüğünden koğuşlarda oluşturulan ses sistemine kadar her şey benim için haber niteliği taşıyordu. Bu anlamda içerde de haber yapmak istiyordum. Ve haber yazmaya başladım. Mektup okuma komisyonundan geçen mektuplarım müdür ve idarenin engeline takıldı. ‘JINNEWS Kadın Haber Ajansı”nda yayınlanır’ denilerek mektuplarıma el konuluyordu. Orada sadece benim mesleğimi sürdürmem engellenmedi, halkın doğru haber alma hakkı da engellendi. Yine cezaevinde özel savaş politikaları kapsamında yapılan uygulamaların dışarı çıkarılması engelleniyor” dedi.
 
‘Kurullar ikinci bir mahkeme görevi üstlenmiş
 
İdare ve Gözlem Kurulları’nın uygulamalarına dikkat çeken Derya, kişileri pişman ettirmeye yönelik politikalar yürütüldüğünü belirtti. Yine bu kurulların ikinci bir mahkeme görevi üstlendiğini söyleyen Derya şu ifadeleri kullandı: “Bu kurullarda oluşturulan heyetin içerisinde, cezaevinde muslukları değiştiren, teknisyen görevi gören kişi söz sahibi olabiliyor. Mesleğinin ve profesyonellik alanının bu olmamasına rağmen, kendinde bunu hak görebiliyor. Kurulda yer alan kişilerin bizimle bir teması olmuyor. Bunlar hiç görmediğimiz kişiler olabiliyor. Bu kişiler, uzmanlık alanlarının dışında yaşamımız hakkında söz sahibi olup tahliyemize engel olabiliyorlar. Bu durum, hukukçuların yaptığı işi diğer meslek örgütlerine dağıtmadır aynı zamanda. Eğitim, sağlık gibi birimlerden kişiler, müdür, psikolog kurulda yer alıyor. Muhatap olmayacağın kişilerin hakkında karar vermesine olanak sağlıyor bu durum. Ben bu kurula iki defa çıktım. Cezaevinde yaşadığım süreç dışında dosyama yönelik sorular sordular. Yine toplumun hassasiyet duyduğu kişiler üzerinden sorular yöneltildi. ‘İmralıya gönderirsek gider misin’ gibi bir soru soruldu. 
 
Sevk istemek anayasal bir hak
 
Bu noktada kişinin anayasada yer alan hak ve özgürlüklerini de denetleyen ve yasayı yok sayan bir grupla da karşı karşıya kalıyoruz. Sevk istemek anayasal bir hak olup bu hak tanınırken, ‘şuraya sevk isteyebilirsin ancak şuraya isteyemezsin’ gibi bir ibare kullanılmamasına rağmen fiilen öyle olmuyor. Bu cezanın ertelenmesine gerekçe yapılabiliyor. Kişiye pişmanlık dayatılıyor. 30 yıl cezaevinde kalan bir tutsağa ‘pişman mısın’ diye soruluyor. ‘Dışarı çıktığında evlenecek misin’ diye soruluyor. Kişiyi kendi gerçekliğinden koparmaya yönelik sorular da soruluyor. Verdiği emek ve mücadeleyi yok sayan bir yerde duruyor.”
 
‘Zindanların sesine ses olmalıyız’
 
Cezaevlerinde yaşanan hak ihlallerini çok normal karşılayan bir toplumsal gerçeklikle karşı karşıya olduklarını dile getiren Derya, falakaya yatırma durumunun bile normal görüldüğünü kaydetti. Bunun ötesine geçilmesi gerektiğini vurgulayan Derya, sözlerini şöyle sonlandırdı: “İşkencenin her türlüsüne ses olmak gerekiyor. Tutsağın yaşadıklarına toplum ses olabilmeli. Bazı şeyler normalize edilmemeli. Tutsakların sularının kesilmesini, falakaya yatırılmalarını normal karşılamamalıyız. Bir çocuğun cezaevinde olmasını normal karşılamamalıyız. Zindanların sesine ses olma noktasında daha büyük bir çaba içerisinde olmalıyız. Toplumun yarısı şu an cezaevinde. Cezaevinde olanlar, ev hapsinde olanlar ve denetimle serbest bırakılanlar var. Bunların hepsi birer tutsaktır. Bu nedenle tüm tutsakların sesine ses olma noktasında hem toplum hem de sivil toplum örgütleri üzerlerine düşeni yapmalıdır.”