Rojava Devrimi ve Kürt kadın mücadelesinin temsil edilme biçimleri

  • 09:03 24 Eylül 2021
  • Jıneolojî Tartışmaları
 
“Rojava Devrimi'nin direnen kadınları, kendilerine dair çekilen filmler ile bir kez daha direnişin aktif öznelerine değil, erkek izleyicilerin tüketim metalarına dönüştürüldü. Kürt, Arap, Êzidî, Ermeni, Türkmen ve Süryani kadınların mücadelesi, direnişi tehlikeli olmayan, kapitalist, cinsiyetçi ve ırkçı sisteme meydan okumayan bir şeymiş gibi göstermek için bahane olarak kullanılıyor.”
 
Andrea Wolf Enstitüsü
 
Kapitalist sistemin direnişleri zayıflatma ve “yutması kolay” bir şeye dönüştürme eğilimini daha iyi anlamak için Rojava Devrimi’nin ve Kürt kadın mücadelesinin Batı yapımı filmlerde nasıl temsil edildiğine bakmak istiyoruz. Medyatik “kadın savaşçılar” hakkında Hollywood benzeri yapımlarda büyük bir aldatıcılık gördük. Kürt Özgürlük Mücadelesini paraya çeviren bu filmler, çoğu durumda devrimi ya çarpık bir aynada göstererek ya da hiç göstermeyerek sisteme yine hizmet ediyor. 
 
Kapitalizmin bu anlamda bir diğer sorunu yalnızca devrimci ilkelerin değersizleştirilmesi değil aynı zamanda hangi hikâyelerin gösterildiğini hatta tarihin hangi bölümlerinin anlatılacağını seçme kapasitesine sahip olmasıdır. No Man’s Land, Sisters in Arms ve Daughter of Sun gibi yapımların hepsi konuya bir giriş yaparak başlıyor fakat devrim ya da Rojava kelimeleri hiçbir yerde kullanılmıyor. No Man’s Land’in girişinde “Kürt” kelimesi dahi geçmiyor ve “YPJ’nin vahşi kadınları” enternasyonel gönüllülerden oluşan gönüllü milis kuvvetleri olarak tanımlanıyor. Bütün bu yapımlarda enternasyonellerin rolü çok fazla vurgulanıyor, bu durum aslında Rojava hakkındaki birçok belgeselin karakteristik özelliğinde var. Açıkçası bu yapımları izleyen Batılı izleyicilerin, sadece temel Batılı karakterleri izlemekle ilgilendikleri savını destekliyor gibi görünüyor. Yine bu yapımlarda halkların direniş tarihi anlatılmıyor ve yerel savaşçılar ya arka planda ya da kurban olarak gösteriliyor. Kolektivizme dayalı özgürlük hareketi de neredeyse sadece lider figürler ve önemli bireyler (Batı tarzında görsel çekiciliği olan) kullanılarak ekrana taşınılıyor.  
 
‘Kürtler  senaryolarda savaşan güzel, cahil insanlar olarak gösteriliyor’
 
Silahlanma kararlarının ya kişisel travmalardan (yani köle olarak satılan Êzidî kadınlar şimdi intikamlarını alıyor) ya kayıp akrabaların (oğul ya da erkek kardeş) aranmasından ya da en iyi ihtimalle güçlü bir kadın karakterin belirsiz bir büyüsünden kaynaklandığı anlatılıyor. Yani YPJ’nin silahlı güçleri ya travmatize bireylerden oluşuyor ya da ağırlıklı olarak enternasyonel karakterler gösteriliyor (No Man’s Land’de isimleri bile anılmayan ve ana karakterleri Batılı olan birimde sadece iki Kürt kadın var). Seyirciler vahşi bir dinsel şiddete maruz kalan ve Batılı kahramanlar tarafından hayatları kurtarılan bir Ortadoğu ülkesi izliyor ve Kürtler de bütün bu senaryoda DAİŞ canavarlarına karşı savaşan güzel, cahil insanlar olarak gösteriliyor. 
 
‘Toplumsal ve politik devrimden söz edilmiyor’
 
Hareketin özgürlük ideolojisinden bahsedilmiyor ya da edilse dahi feminist konulara gönderme yapan neredeyse imkânsızmış gibi görünen bir kestirme yol kullanılarak ediliyor. Toplumsal ve politik bir devrim tasavvurundan hiç söz edilmiyor. Mücadele içerisindeki kadınlar bireysel motivasyonlar ya da sadece DAİŞ ile savaşma ihtiyacı yüzünden bu mücadeleye katılıyor. 2015 Amed direnişi sürecinde olduğu gibi kapitalist bir devlete karşı mücadele verildiğinde ana akım yapımlarda dahi gösterilmiyor. Esasında kadın savaşçılar stabil bir aile hayatı ya da klasik ilişkiler arayan insanlar olarak tasvir ediliyor. Batılı dünya için benimsenmesi imkansız olan “özgür eş yaşam” fikri ile çoğunlukla alay ediliyor ve bir yalan olarak gösteriliyor. “Sözde özgürlük ideolojilerine” rağmen, kadın savaşçılar başlarını yaslamak için hala güçlü bir erkek omzuna ihtiyaç duyuyorlar. No Man’s Land’de deneyimli birçok YPJ’li Kürt savaşçının kurtarıcısı rolünde olan beyaz, orta sınıf bir Avrupalı kahraman görüyoruz. 
 
‘Rojava Devrimi’nin muğlak tasviri’
 
Ana akım yapımların Rojava Devrimini ve Kürt mücadelesini kamuoyunda bilinir kıldığı söylenebilir. Ancak bu tarz Batı yapımları birçok sorunu da beraberinde taşıyor. Öncelikle Rojava Devrimi’nin muğlak tasviri, Ortadoğu gerçeğine oryantalist bir bakıç açısını, Devrim’in özünü ve halkların yaşam hakikatlerini, sömürgeciliğe, kapitalizme ve cinsiyetçiliğe karşı mücadeleyi de muğlak kılar. İkincisi, kadın savaşçıların yeniden cinselleştirildiği ve izlenmesi güzel bir şeye indirgenmiş toplumsal cinsiyet rollerine geri götürür. Kadınlar bu filmler ile bir kez daha direnişin aktif öznelerine değil, erkek izleyicilerin tüketim metalarına dönüştürüldü. Kürt, Arap, Êzîdî, Ermeni, Türkmen ve Süryani kadınların mücadelesi, direnişi tehlikeli olmayan, kapitalist, cinsiyetçi ve ırkçı sisteme meydan okumayan bir şeymiş gibi göstermek için bahane olarak kullanılıyor.
 
Batı tarzı yapımlarda devrimin özünün değer kaybettirilmeye çalışılmasına karşı bir panzehir sağlayan Rojava Film Komünü buna iyi bir örnek. Komün, Rojava ve Ortadoğu hakikatinin kendi tasvirine odaklanıyor. Amed’in Sur ilçesinde bir Kürt gurubunun direnişini konu alan “Ji bo Azadîye” filmi örneğinde olduğu gibi, direnişin özü hakikatine daha uygun bir şekilde ortaya koyuluyor. İlaveten direnişçileri yalnızca bir yıldızın liderliğindeki bir gurup yerine beraber hareket eden bir grup yoldaş olarak gösterir ve karakterlerin daha derin bir tanımını sunar. Bu Kürt Özgürlük Mücadelesinin değerlerinden birini bizlere fazlası ile gösteriyor; komünal yaşamın önemi ve değişim mücadelesinin kolektif yolu. Film bizlere sadece iki farklı tarafın çatışmasını anlatmıyor aynı zamanda bir halk direnişini ve kendi yurtlarını savunan bir gurup genci de anlatıyor. Ticarileştirilmeye çalışılan bir ürün olmak yerine gençlerin mücadeleye katılma çağrısını görüyoruz filmde. 
 
‘Anneler gününü kişisel bir gün olmaktan çıkarmak’
 
Rojava Devrimi’nden çıkarabileceğimiz bir diğer büyük ders ise devlet kutlamaları, dini tatiller ve pratiklerin yerine yeni değerleri geliştirecek kutlamalar ve ritüeller yaratmanın önemidir. Geçmişte yaşanan fakat unutulmaya başlanan devrimleri, ayaklanmaları ve güncel devrimsel anları kutlamak gibi. 
 
Kuzey Amerika bağlamında bir örnek verirsek Columbus Day, Şükran Günü, Öncüler Günü gibi ırkçı, sömürge kutlamaları yerine sömürgeci baskıya karşı mücadeleyle bağlantılı kutlamaları olabilirdi… Bir diğer olasılık ise Rojava’da 8 Mart gibi hali hazırda var olan kutlamalara yeni, daha derin manevi ve toplumsal anlamlar kazandırmak ya da Anneler Günü’nü sadece kişisel bir gün olmaktan çıkarıp Toprak Ana ve anasoylu toplumlarla yeniden bağlantı günü olarak kutlamak olabilir. 
 
‘Özgür bir yaşamı inşa etmenin yolu’
 
Devletlerin ve dinlerin yıkıcı, sömürgeci ve ataerkil gücüyle mücadele etmek için, yaşamda var olan önemli anları (ergenliğe girmek veya ölüm gibi), doğa ve mevsimlerle bağlantılı pratikleri kutlamak gibi toplum hakikatine bağlı ritüelleri yeniden oluşturmalıyız. Ayrıca maneviyatın, yerli geçmişimize ait bilgilere sahip olmanın, şifa, dekolonizasyon, kültürel takdir, kendini anlama ve kendini sevme yolunda önemli bir rol oynadığını Chicano Hareketi örneğine bakınca da görüyoruz. Ana Castillo’nun Massacre of the Dreamers, Essays on Xicanisma isimli kitabında altını çizdiği gibi; “Soyut, maddi ve uzak bir Baba Tanrı (tüm Hristiyanların İsa’da vücut bulan, muadili olmasa bile itaat etmeye çağrıldıkları) yerine bize yol göstermesi için Anne’yi model alabileceğimizi, gerçekten besleyici bir toplum görüşüne sahipsek bunun mümkün olabileceğini öneriyorum”. 
 
Ana Castillo’nun yazdıkları bizleri kültür teriminin köklerine kadar götürüyor. Köklerimizi, bizden öncekilerin direnişlerini ve tarih nehrinin bizi bugünlere nasıl getirdiğini anlayabilirsek ancak o zaman kültür bir bağlantı gücüne ve yaratıcı bir unsur haline gelir.  Böylelikle kültürel ifade konuşarak, bir evi inşa ederek, bir mahalle toplantısı yaparak, dans ederek veya resimle beraber özgür bir yaşam inşa etmenin yollarını açar. 
 
Qamişlo yolunda ilerlerken yanımızda oturan genç bir sanatçı “çok fazla çelişki var” dedi. Ve ekledi; “Bazen beni çıldırtıyor. Ama gerçek olan bu. Bununla meşgul olmaya devam edebilir, mücadele edebilir veya onu düşünmeyi bırakabilirsin. Ben mücadeleye karar verdim. Ve bu mücadele hakkında resimler çizmeye. Resmin kendisi de mücadele ediyor. Beni her zaman direnişte olan bir kültürün imgeleri ve biçimleri ile bir araya getiriyor.
 

Etiketler:

Okumadan geçme!