Bunu yaz yok onu yazma ya da sen yazma

  • 09:07 12 Temmuz 2020
  • Medya Kritik
Ayşe Güney
 
HABER MERKEZİ - Medyada sansüre karşı mücadele verilirken içselleştirilen oto sansür gözden kaçıyor. Son yıllarda birçok gazeteci “ne gerek var bunu yazdın” ya da “başına bir şey gelecek hiç onları yazma” gibi telkinlerle karşı karşıya kalıyor.
 
Aslında bu haftaki medya kritik köşemizde Halk Tv ve Tele1’e verilen 5 günlük ekran karartma cezası üzerine sansürü konu alacaktım. Fakat oto sansürün, sansürün önüne geçtiğini daha derinden hissedince yazmakla yazamamak arasında sıkışan gazeteciliğe biraz dokunalım istedim. 
 
Türkiye'de sansür tarihi Cumhuriyetin çok çok öncesine dayanıyor. Yani basın tarihi neredeyse sansür tarihiyle eşdeğer. Her iktidar döneminde başta basın olmak üzere, sinema, edebiyat, tiyatro gibi sanat alanına sansür uygulandı. Ama hiçbiri bugün uygulanan sansür kadar içselleştirilmemişti. Siyasi iktidarın toplumu yeniden dizayn etme çabasının en büyük silahı sansür. Bunu uygularken de öyle gözdağı veriyor ki artık sansüre ihtiyaç duymadan her kes kendi sansürünü koyuyor.  Oto sansürün birçok nedeni var elbette. İlk neden güvenlik endişesi. Bu endişe bırakalım haberde oto sansür kullanmayı çoğu zaman gazeteci kendisine veya yakınlarının başına bir şey gelmesin diye haberi yapmama ya da manipüle etmeye dahi gidebiliyor. Diğer bir kaygı yargılanma, gözaltı ve tutuklama ile sonuçlanan yıllara varan cezalarla biten dava süreçleri. Bu duruma yakın zamandan Libya'da hayatını kaybeden MİT mensubunun cenaze töreniyle ilgili haber yaptıkları iddiasıyla yargılanan 4’ü tutuklu 7 gazeteci hakkında 8 yıldan 17 yıla kadar hapis cezası istenmesi örnek olarak verilebilir. Üçüncü belki de en çok gazetecilerin belini büken ekonomik sebepler. İşsiz kalma korkusu gazetecileri, senaristleri, yazarları oto sansür uygulamaya götürüyor.
 
Oto sansür sansürün yoğun hissedildiği, her yapılanın takip altına alınarak denetlendiği ülkelerde daha sık yaşanıyor. Biri bizi gözetliyor. Yazdığımızı, söylediğimiz sözü suç olarak görüyorsa, bize de o birini kızdırmamak mı düşüyor? Bu soruya herkes kendi cephesinden yanıt verecektir. Fakat kızdırmayı tercih edenlerin fazla olmadığını tahmin etmek zor değil.
 
Türkiye’de sansüre en çok maruz kalan kesimler HDP’liler,  Müslüman olmayanlar, Kürtler, LGBTİ+’lar, yoksullar, mülteciler, kadınlar ve çocuklar. Bu kesimlere dair yapılan haberlere hükümet veya medya patronları tarafından sansür konulurken, havuz medyada çalışan gazeteciler verdikleri röportajlarda sansüre ihtiyaç duymadıklarını, editör çıkaracak diye kendilerinin bu kesimlere dair haber yapmadıklarını, yaparlarsa da yüzeysel geçtiklerini vurguluyor. Bu bakış açısına en iyi örneklerden Geçtiğimiz aylarda MİT mensubunun cenaze töreniyle ilgili haber yaptıkları iddiasıyla tutuklanan gazeteci arkadaşlarımız Ferhat Çelik ve Aydın Keser Fox TV tarafından diğer tutuklanan gazeteciler arasında verilmeyerek sansür uygulanması olacaktır. Yine evinde 3 buçuk saat işkenceye maruz kalan Sevil Rojbin Çetin, havuz medyada örgüt üyesi olarak lanse edildi. Elbet bu örnekler çoğaltılabilir dizilerden şarap kelimelerinin çıkartıldığı, filmlerden salt muhalif ve Kürt olmasından kaynaklı Ahmet Kaya’nın seslendirdiği "Şu dağlarda kar olsaydım" ezgisinin kesildiği bir ülkede yaşıyoruz.
 
Türkiye’de her alanda artan sansür, iş kadınlara gelince dizilerdeki şiddet, taciz ve tecavüz sahneleri ile meşru kılınmaya çalışılan medya dünyasında, İstanbul Sözleşmesi bir kadın kazanımı gibi değil de yuvayı yıkan bir sözleşme gibi lanse ediliyor. Yine çocuk yaşta evliliklerin önünü açacak çocuk istismarını artıracak yasaya güzellemeyi iki çocuğuyla kocasının yolunu bekleyen genç kadın üzerinden yapıyor. Kadına yönelik şiddet haberlerinde şiddeti her boyutuyla verirken hiç emsal olabileceği, yöntem gösterildiği düşünülmüyor. Fakat filmlerde, tiyatrolarda yer alan LGBT+ bireylere toplumun özeneceği düşünülüp sansürleniyor. 
 
Oto sansür ya da sansür tüm bunlar korku toplumunun ortaya çıkardığı argümanlar, bunlar yerine hak odaklı habercilik yaparak görünmeyeni görünür kılmak payımıza düşen olmalı. Oto sansür demek sansüre biat etmek demektir. Biat edenlerden değil cesur kalemlerden olmak gibi bir seçeneğimiz daha var. 
 
Sakıncalı içerik denilerek Türkiye’de defalarca sansüre uğrayan Vasconcelos'un Şeker Portakalı kitabının kahramanı, birçoğumuzun çocukluk arkadaşı Zeze’nin ‘sakıncalı’ bir sözüyle yazımızı bitirelim; ''Destedeki bütün kartları öğrenmiştim. Ama valeleri pek sevmiyordum. Nedendir bilmem, kralın uşağı gibi bir görünüşleri vardı!''