'Komplonun panzehiri ulusal birlik ve paradigma'

  • 09:01 12 Ekim 2023
  • Güncel
 
Öznur Değer 
 
MÊRDÎN - Güney Kurdistan’da yaşayan Kürt kadın aktivist Barış Karaağar, 9 Ekim komplosunun 25’inci yıl dönümüne dair yaptığı değerlendirmede, “Saldırı halkını, ulusunu, dünya halklarını parçalamak üzerineyse bunun panzehiri ulusal birlik ve evrensel mücadeledir. Komplonun panzehiri kesinlikle paradigmadır. Herkesi mücadele etrafında birleşmeye çağırıyorum” dedi. 
 
PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerinde 9 Ekim 1998’de başlayarak 15 Şubat 1999’da Türkiye’ye teslim edilmesiyle devam eden uluslararası komplo 25’inci yılını geride bırakıyor. ABD ve Avrupa başta olmak üzere Ortadoğu, Asya ve Afrika ülkelerinin de dahil olduğu komplo sürecine karşı hapishanelerde “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla başlatılan eylemlerin dünyaya yayılmasıyla tarihi direnişler sergilendi.
 
Komplonun başladığı 9 Ekim 1998’de cezaevinde olan ve “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla gerçekleşen eylemlere tanıklık eden Güney Kurdistan’da yaşayan Kürt kadın aktivist Barış Karaağar ile 9 Ekim komplosunu, KDP’nin rolünü ve hapishanelerin öncülüğünde gerçekleşen eylemleri konuştuk.     
 
“Esaret koşulları oluşmadan önce Önderliğe yönelik komplo hissedildi, fark edildi. Ağır koşullarda ‘Güneşimizi Karartamazsınız’ eylemleri gerçekleşiyordu. Hatta bu çağın biz Kürtler için ‘ateşten bir çağ’ olduğu tespit ediliyordu. Belki de ilk defa Kürt bir lider Kürtler tarafından bu kadar üst bir perdeden sahiplenilmişti. Deyim yerindeyse güneş ve etrafında yıldızlardan oluşan bir sistem oluştu.”
 
* PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik gerçekleştirilen 9 Ekim uluslararası komplosu 25’inci yılını geride bırakıyor. Siz komplo sürecini cezaevinde karşıladınız. Öncelikle o güne ve döneme dair tanıklığınızı paylaşır mısınız? Neler oldu?
 
1999 komplosunda ben Midyat Cezaevi’ndeydim. Komplo sürecini orada karşıladım. Komplo haberinden önce cezaevindeki bizler ve Kürtler bir komplo sürecinin başladığının farkındaydık. Dolayısıyla esaret koşulları oluşmadan önce Önderliğe yönelik komplo hissedildi, fark edildi. Buna yönelik cezaevinde arkadaşlarımız bedenlerini ateşe verdiler. O dönemde, Önderlik henüz yakalanmadan cezaevlerinde “Güneşimizi Karartamazsınız” eylemleri başladı. Onun Türkiye’ye getirilmesiyle birlikte de daha yoğun bir döneme girildi. Hakikaten o dönemde bireysel olarak cezaevlerinde olmanın ağır koşulları vardı. Koşulların çok ağır olduğunu hissediyorduk. Hatta bir dönem bunun üzerine tartışmalar yürütülürken bu çağın biz Kürtler için “ateşten bir çağ” olduğu tespit ediliyordu. Çünkü gerçekten insanlar normal eylemler gerçekleştirmiyordu. Belki de ilk defa Kürt bir lider Kürtler tarafından bu kadar üst bir perdeden sahiplenilmişti. Bu kadar dağa çıkmanın, sokaklara inmenin yanı sıra insanlar bedenlerini diri diri yaktılar. Deyim yerindeyse güneş ve etrafında yıldızlardan oluşan bir sistem oluştu. O süreç bu şekilde karşılanmasaydı, böyle bir direniş gerçekleşmeseydi komplonun seyri de çok daha farklı olabilirdi. Önderliğin fiziksel imhası gerçekleşebilir ya da Kürt halkına daha katmerli bir katliam yapılabilirdi. Üzerimize çok daha farklı gelinebilirdi.
 
“Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla komploya karşı gerçekleşen eylemlerle aslında komplo ilk etapta sekteye uğradı. Dışarıda da buna ilişkin halkın, Kürtlerin ve Kürt dostlarının ayağa kalkması komployu baştan bir yenilgiye uğrattı. Bu kimisi açısından bir söylem olarak kalsa da bu komployla amaçlanan sadece bir önderin değil, bir halkın esaret altına alınmasıydı. Ve gerçekten çok derin bir soykırım planıydı. Bunu başta gerçekleşen eylem ve direnişlerden kaynaklı yapamadılar. Yoksa amaç buydu. Fiziki olarak Kürtlüğü ve Kürtleri ortadan kaldırmayı amaçlıyorlardı. Bu anlamda “Güneşimizi Karartamazsınız” eylemcileri ve fedaileri bu süreci boşa çıkardı.
 
“12 Eylül 1980 darbesine karşı gösterilen direniş ile 99 komplo süreci için gösterilen refleks aynı düzeydeydi. Çok ideolojik, örgütsel ve politikti.”
 
* Dışarıdaki eylemlerin öncülüğünü bugün “izole alanlar” olarak bahsettiğimiz cezaevleri mi üstlendi diyorsunuz?
 
Kesinlikle öyleydi. Toplumda ilk etapta pek fazla fark edilmedi. Avrupa’ya çıkış, Roma yürüyüşü, Yunanistan’a gidiş… Biz birebir takip ediyorduk neler olduğunu ama en az iletişimde olanlar bizlerdik. Dışarıyla en az iletişimi olan cezaevleri olmasına rağmen komplo hissediliyordu. Boğuntuya getirmek istedikleri bir süreci başlattıkları hissediliyordu. Bu anlamda ilk refleksler “Önderlik için ne yapılabilir” sorusuydu. “Bunun üzerinde nasıl durulabilir” sorusunu cezaevindeki her bir arkadaş kendisine soruyordu. Ve bunun cevabı kesinlikle “direniş” idi. 12 Eylül 1980 darbesine karşı gösterilen direniş ile 99 komplo süreci için gösterilen refleks aynı düzeydeydi. Çok ideolojik, örgütsel ve politikti. Bunlar duygusal anlamda geliştirilebilecek eylemler değildi. Bu anlamda gündemin tümü “Bunu dışarıya nasıl taşırabilirim” üzerineydi. Herkes bu soruyu kendisine sorarken aynı zamanda da kararlılık gösterilmişti. Eğer o süreçte Önderlik “Ben böylesi eylemleri onaylamıyorum” demeseydi bugün belki kendisini feda etmiş yüzlerce isim sayabilirdik. Bunun karşısında sıradan eylemlerle durulmayacaktı.
 
Komplo çok derindi. Bu komplonun yalnızca Önderliğin fiziki tutsaklığıyla ilgili olmadığı en başından anlaşıldı. Bizim tarihimiz öyle. Bastırılan, yok edilen, zindanlara atılanlarla dolu bir tarihimiz var. Zindanlarda süreci çok derinden takip ediyorduk. Fakat haber alma imkanlarımız çok sınırlı, çok kısıtlıydı. Ama mesele fiziki olarak takip etmek değil hissetmekti. Komplonun öncesinden verilen mesajlarda, harekete yönelik tehditkar yaklaşımlarda bir şeylerin kötüye gittiği ve saldırıların olabileceği öngörülüyordu. Çünkü saldırılar çok derin ve ayyuka çıkmıştı. Daha önce Kürdistan’da uyguladıkları “Denizi kurut balık ölür” yöntemini bu sefer Önderlik nezdinde yapmaya çalıştılar. Bu anlamda biz de PKK’li ve politik tutsaklar olarak süreci derinden yaşıyor ve takip ediyorduk. Komploya karşı ilk eylemlerin zindanlarda gerçekleşmesi de bu yoğunlaşma ve gözlemden kaynaklıydı. Kendini feda eden arkadaşlar tehlikenin boyutunu çok daha derin görüp hissettiler. Bunun için geliştirdikleri eylemlerde, bıraktıkları mektuplarda tek vurguladıkları şey, eylemin Önderliğin esaretine karşı geliştirilen bir eylem olduğuydu. Dolayısıyla komplonun önü alınmazsa çok daha farklı sonuçların ortaya çıkacağını mektuplarında dile getirmişlerdi. Nitekim öyleydi de.
 
Komplo salt Önderliğin fiziksel tutsaklığı değildi, Önderlik şahsında bir halk yok edilmek istendi. İnsanlık için umut vadeden sosyalizmin yeniden tanımlanmasının önüne geçilmek istendi. Dünya halkları için farklı bir alternatifin varlığını ortadan kaldırmak istediler. Salt Kürtlere yönelik bir saldırı değildi bu, evrenseldi. Komplo nasıl uluslararasıysa, komploya karşı direnen güç de bu nitelikteydi. Komplonun boyutunu da hareketin, Önderliğin niteliği belirliyordu.       
 
“Tecridin amacı sürece yayılmış bir idamı, infazı hayata geçirmekti. Tecrit ilk başladığında mahallelerde TOMA’lar durmaya başladı, sonra sokaklara indi ve sonra baktık ki evlerimizin önüne kadar gelmişler. Yani adım adım topluma da bunu yayarak başarıya götürmeye, süreci böyle tamamlamaya çalışıyorlar.”
 
* Komplonun bugün İmralı’da tecrit sistemiyle devam etmesi konusunda neler söylemek istersiniz? Derinleşen tecrit ile Kürtler başta olmak üzere Ortadoğu halkına nasıl bir mesaj verilmek isteniyor?
 
İmralı süreci başlatıldığında hedeflenen Önderliği ideolojik olarak aşağıya çekmekti. Adli bir süreç gibi yaklaştılar. Yargılama sürecindeki pozisyonu hatırlarsanız o dönem asker, polis ailelerini götürüp Önderliği camdan bir kafesin içine koyup öyle yargılamaya başladılar. Önce görsel olarak halkların iradesini kırmak istediler. Saldırılar çok mahalliydi, seviyesi olmayan saldırılardı. Nitelik olarak düşürmeye çalıştıkları pozisyon buydu. Fakat Önderliğin orada geliştirdiği süreç, ortaya koyduğu pozisyon, komplonun içeriğine ve eğer ilerleyen süreçte önü alınmazsa nasıl bir süreç yaşanacağına dair mesajlarla doluydu. Önderliği itibarsızlaştırma, Önderliğin fikirlerini itibarsızlaştırma gibi bir yaklaşım varken, tam tersine barışta ısrar, çözüm yollarının nasıl aranabileceğine yönelik çabalar komployu boşa çıkardı. Komplonun amacı nasıl ki imha ve yok etmeyse tecridin amacı da aynıdır. Tecridin amacı sürece yayılmış bir idamı, infazı hayata geçirmekti. Tecrit ilk başladığında mahallelerde TOMA’lar durmaya başladı, sonra sokaklara indi ve sonra baktık ki evlerimizin önüne kadar gelmişler. Yani adım adım topluma da bunu yayarak başarıya götürmeye, süreci böyle tamamlamaya çalışıyorlar. Uluslararası olması paradigmasal çıkışın boğdurulmasıydı. Daha sonra savunmalarda ortaya çıkan üçüncü yol seçeneğiydi.
 
“Önce Kürtlerden başladılar. Kürt kurumlarından, yurtseverlerden başladılar ama şimdi CHP’ye bile saldırıyorlar. Sürecin Türkiye halkları ve halklar üzerinde nasıl bir etki yarattığını düşünün.”
 
* Saldırıların boyutunu nasıl ele alıyorsunuz?
 
Son süreçte Önderliğe yönelik saldırı milliyetçilik düzeyindedir. Sözde Kürt milliyetçiliği düzeyinde başlayan bir paradigmaya saldırı. Bu durum sadece Önderliğin avukatları ve ailesiyle görüştürülmesiyle çözülecek bir sorun değil. Tecridi böyle daraltıp tanımsız bırakamayız. Bu nasıl ki uluslararasıysa buna karşı duruş da öyle olmalı. Bu süreç nasıl başladıysa sürdürme ve topluma yayma amacı da bu. Bir Önderlik şahsında aslında bir halk soykırıma uğratılıyor, bir ideoloji soykırıma uğratılmaya çalışılıyor. Paradigmanın halklar arasında kabul gördüğünün onlar da farkında. Şengal, Rojava deneyimi, Mexmûr deneyimi, Avrupa’ya yayılma… Artık bunun sadece Kürtler değil bütün çevrelerce tartışılıyor olması onları da tedirgin ediyor. Bu nedenle baskıyı derinleştiriyorlar. Bir kişiyi bile ideolojiden uzaklaştırmak onlar için büyük bir kazanımdır. Önderliğin mutlak bir özgürlük çizgisi var. Bu temelde toplumun da bu mutlak yürüyüşe katılması, onların işine gelmeyecek ve kabul görmeyeceklerdir. Bu temeldeki saldırıları da buna yöneliktir. En ufak bir slogana bile saldırıyorlar. Sürekli mutlak yürüyüşün Önderlikten, paradigmadan çıktığını biliyorlar. Bu nedenle tüm saldırılarını bu kapsamda yürütüyorlar.
 
Önce Kürtlerden başladılar. Kürt kurumlarından, yurtseverlerden başladılar ama şimdi CHP’ye bile saldırıyorlar. Sürecin Türkiye halkları ve halklar üzerinde nasıl bir etki yarattığını düşünün. Daha önce “Kürtler böyle yaptıkları için öyle yapıyorlar” deniyordu ama şimdi artık dünya bunu kabul ediyor. Kapitalist sistemin kendi krizini aşma noktasında bu tür programlarını sonuçlandırma gibi bir hedefi var. Bunun üzerinden gidiyor ve saldırıyor. Örneğin Rojava’ya saldırı. Düşünün koalisyon güçlerinin denetiminde, onlarla birlikte bir süreç işletiliyorken, Türkiye istediği zaman Rojava’ya savaş açabiliyor. Rojava’ya yönelik saldırısının esas temeli orada oturtulmak istenen paradigmaya karşıdır. Mexmûr’a, Şengal’e saldırısı buna yöneliktir. Herhangi bir yerde Kürt ve bu paradigma üzerinden şekillendiyse saldırısı da bu temelde oluyor. Tecrit karşısında direniş ve özgürlük yürüyüşü ne kadar yüceyse komplonun sürdürülmesi de bu kadar kapsamlı ve derindir.
 
“Son yıllarda dikkat edin paradigmaya yönelik konferanslar yapılıyor, dünya bunu tartışıyor. Evrensel ve enternasyonalizmi aşan bir noktaya gelmiş. Çünkü herkes bu boğulmadan çıkışı bu paradigmada görüyor. Dolayısıyla Önderliğe saldırı da bu paradigma temelindedir.”
 
* Evrenselleşen paradigma üzerindeki tecrit ve komplonun uluslararası alana yayıldığını mı söylüyorsunuz?
 
Evet, kesinlikle. Son yıllarda dikkat edin paradigmaya yönelik konferanslar yapılıyor, dünya bunu tartışıyor. Evrensel ve enternasyonalizmi aşan bir noktaya gelmiş. Çünkü herkes bu boğulmadan çıkışı bu paradigmada görüyor. Dolayısıyla Önderliğe saldırı da bu paradigma temelindedir. Ona yönelik bunca saldırı, bunca nefret yaratılan sonuç üzerinedir. Bu sadece fiziki bir soykırım, saldırı değildir. Bu tamamıyla bir felsefeye yöneliktir. Örneğin Jîna Emînî üzerinden Rojhilat’ta gelişen “Jin jiyan azadî” eylemleri… İran tüm kapitalist ve emperyalistlerin tehditleriyle karşı karşıya olduğu bir ülke. Orada o kadar insan katledildi, yaşananlara dair dünyadan, herhangi bir ülkeden en ufak bir kınama gelmedi. Çünkü orada gelişen, şekillenen, tohumlanan “Jin jiyan azadî” felsefesiydi. Önderliğin yaratmış olduğu kadın ideolojisiydi. Onun için Suriye’ye girdi, saldırdı. Arap Baharıyla birlikte her yere girdiler ama İran’a girmediler. İran’a yönelik herhangi bir müdahaleleri olmadı. Herhangi bir kınamaları olmadı ya da bu serhildanları destekleyecek herhangi bir yaklaşımları olmadı. Bu demektir ki eğer ki emperyalist ve kapitalist güçler bir yerden bu kadar uzak duruyorsa orada demek ki onların çıkarına denk gelmeyen bir hareketlenmenin olduğunu gösteriyor. Çıkış noktası belli. İkinci bir Rojava devrimiyle karşılaşmak istemiyorlar. Bu anlamıyla sessiz kalmak da, rejimlere destek vermek de bu temelde gelişiyor.
 
Bütün dünya İran’a ambargo uyguluyor ama buna yönelik herhangi bir yaklaşımları yok. Bunu kınayan, İran’a karşı toplumsal hareketlenmeyi biraz daha yukarılara taşıma gibi bir yaklaşım yok. Bizim, Önderliğin karşı karşıya olduğu bu tecrit ancak bu tür mücadelelerle aşılabilir. Önderliğin oradaki direnişi çok anlamlıdır. Orada daha çok fiziksel bir tecride takınılıyor ama Önderliğin orada geliştirdiği bir anlam ve anlama gücü var. Müthiş bir direniş sergileniyor fakat salt fiziksel bir tecritmiş gibi uluslararası kamuoyunu bunun üzerine yoğunlaştırarak esas noktadan uzaklaştırmaya çalışıyorlar. İdeolojik saldırılarının önünü fiziksel bir tecritle kapatmaya çalışıyorlar. Toplumu bu anlamda köreltiyorlar. Bütün yaklaşımlar sanki Önderlik ailesi ve avukatlarıyla görüşsün üzerinden yürütülmeye çalışılıyor. Bunu gündemde tutmaya çalışıyorlar. Ama asıl saldırısını felsefesine, paradigmasına, onun örgütlenmesine, ideolojisine yapıyor. Bunları örgütlediğinde, hayata geçirdiğinde orada uygulanan fiziksel tecrit de ortadan kaldırılacak. Yani mücadelenin ayağı salt tecrit kalksın değil. Önderlik baştan beri bunu söyledi; “Toplum özgürleştiği, örgütlendiği oranda, komplo boşa çıkarılacak.” Bugün Özgürlük Hareketi bunun mücadelesini veriyor. Bugün gündemine aldığı Önderliğin fiziksel özgürlüğü de bu temeldedir. Tecridi kırma hem ideolojiktir, hem felsefiktir hem de politik ve örgütseldir. Uluslararası kamuoyunun bu kadar sessizliği, kurumların bu kadar sessizliği, CPT’nin görüşmeden sonra açıklama yapmaması da bu komplonun bir ayağıdır. BM, NATO bunun bir ayağıdır. Bu sadece fiziksel bir tecritle açıklanabilecek bir durum değildir. Bu baskılar, işkence sistemi salt fiziksel bir şeyle açıklanamaz.
 
“KDP ele alındığında, belki de Kürtlükten kaynaklı duygusal bir şey kuruyoruz. KDP’nin Kürdistan tarihindeki misyonu işgalci güçtür. KDP’yi Kürt tanımı içine koyamıyorsun. Şimdiye kadarki tüm pozisyonu yalnızca sömürge valisi konumundadır.”
 
* Son süreçte Güney Kurdistan’da gerçekleşen suikastleri göz önünde bulundurursak özelde KDP eliyle uluslararası komplo devam ettirilmek isteniyor denilebilir mi? Bu noktada KDP’ye nasıl bir rol ve misyon verildi ve KDP bunu ne kadar yerine getiriyor?
 
KDP ele alındığında, belki de Kürtlükten kaynaklı duygusal bir şey kuruyoruz. KDP’nin Kürdistan tarihindeki misyonu işgalci güçtür. KDP Kürt değil. Bizim bir kere bunu kabul etmemiz gerekiyor. Düşmanın yaratmış olduğu Kürt ile mücadele ediyoruz. Sen Kürt olarak kabul edersen savaşma metotların da farklılaşır. KDP bugüne kadar Kürdistan’da işgalci güç konumundadır. Çünkü bütün kazanımların önünde set konumundadır. Biz Güney’de yaşıyoruz. KDP bölgesine gidip Kürt olduğunu söylediğinde seni geçirmiyor. Türk’sen, “Türkiye’den geldim” diyorsan KDP bölgesinde yaşama olanağın var. Bu ne kadar Kürtlüktür? Öncelikle bizim KDP tanımını kendimizde netleştirmemiz gerekiyor. Tarihsel anlamda Kürtlerde iç ihanet hep düşmanın kazanmasına sebep olmuştur. Ama KDP’de farklı bir noktadadır. Türkiye’nin gerillaya, zindandaki arkadaşlara uyguladığı politikayı KDP burada uyguluyor. Gerilla cenazelerini ailelerine vermiyor, kaybettiriyor. Zindandaki arkadaşlar için adil bir yargılama süreci oluşmuyor. Türkiye’nin yasalarını burada Kürtlere uyguluyor. Türk devletinin bizler için oluşturduğu baskı aracını KDP bize burada uyguluyor. Burada KDP’yi Kürt tanımı içine koyamıyorsun. Şimdiye kadarki tüm pozisyonu yalnızca sömürge valisi konumundadır. Onlar bir sömürge oluşumudur. Komplodaki yerleri de budur. Sürdürdükleri politikaları da bu yönlüdür. Bütün ihanetlerin yanı sıra KDP’nin böyle bir pozisyonu var. Türkiye’nin sopasıyla Kürtlere geliyor. Politik olarak da sistemsel olarak da kendisini ona dönüştürmüş.
 
Lozan’ın 100’üncü yılında gerçekleşen çalışmalara, konferanslara davet edildiği halde katılmadı. Böyle bir oluşumun içinde olmayı kabul etmedi. Bu da sömürgeci pozisyonda olmasından kaynaklıdır. Bu salt ihanetle açıklanabilecek bir pozisyon değil. Durduğu yer tamamen kimi yerlerde Türk devletini aşan, kraldan daha kralcı bir pozisyonda yer alıyor. Önderlik felsefesine yönelik saldırıların kaynağı en çok oradandır. İşbirlikçi Kürt milliyetçileri olarak kendilerini adlandıranlar saldırıların esas kaynağını besliyor. KDP bunları finanse ediyor. Kendi TV ve sosyal medya ağlarında, derneklerde bunu oluşturuyor. Ona biçilen misyonu yerine getiriyor. Kendini sadece söylemde Kürt sayıyor. Yaşam biçimlerinde, iktidarlarında Kürt yok, Kürtlük yok. Kürtlük adına yürüttükleri hiçbir şey yok. Bu anlamda gerillaya, Kürt Özgürlük Hareketine, halka yönelik saldırıları düşmancadır. Kıyafet peşmerge kıyafeti, bayrak Kürdistan bayrağı ama o Kürdistan bayrağıyla gidip Türk devletine mevzi kazıyor, yollar oluşturuyor.
 
‘İşgalin ön yürütücüsü KDP’dir’
 
Türkiye’nin işgalinin ön yürütücüsü KDP’dir. İşgal saldırıları komplodan, Kürdistan coğrafyasını Kürtsüzleştirme politikasından bağımsız ele alınamaz. Belarus sınırına yığılan Kürdistanlılar bu politikadan kaynaklıdır. İnsanlar diyor ki, “Ben Kürdistan’da olacağıma giderim Avrupa’da ölürüm.” Toplumu, Saddam’ı arar bir noktaya getirdiler. Toplumu kendilerine benzeştirdiler. Toplumun direnme dinamiklerini ortadan kaldırmışlar. Toplumu ruhsuzlaştırmışlar. Direniş ruhunu öldürmüş. Kendisine “zik û binzik” diyor. KDP’nin yarattığı Kürt budur işte. Yani “zik û binzik” (karın ve bel altı) olsun benim için yeterlidir, diyor. KDP’nin ideolojisi budur. Kürt’e saldırısı da budur. Beslediği ajan ve MİT ağı da bundan besleniyor. Tetikçilerine diyor ki, “Git bir tane Kürt’ü öldür ben istediğin imkanı sunarım.” Demiyor ki git bir tane yurtseveri öldür. Kürt düşmanlığını sürdürüyor. Bu anlamda Güney’de ona biçilen misyon budur. Ki kendisini de ispatlıyor. Hakan Fidan gelip gittikten sonra hemen ilk yaptığı saldırı KNK Temsilciliğine gidip Deniz (Bülbün) arkadaşı şehit etmek oldu. Bu nedenle bizim ilk yapmamız gereken KDP’nin Kürt olmadığına kendimizi ikna etmek olmalı. Kürt’müş gibi bu komplonun Güney’deki ayağını sürdüren temel güçtür KDP. Bunda rolünü kusursuz oynuyor. Kürtlere, Kürt kazanımlarına saldırıyor. Kendi kazanımlarını bile teker teker Irak hükümetine devretmek zorunda kalıyor. Türkiye ile girdiği kirli ilişkiler yüzünden kazanımlarını, statüsünü kaybetmeyle yüz yüzedir. Sadece görünürde bir Kürt statüsü var. Oysa uygulamada, bu toplum açlıkla terbiye ediliyor. Örneğin şu an burada okullar tatil. Neden biliyor musunuz? Maaşlar ödenmediği için, insanlar yaşamını idame ettiremediği için. Şu an burada hayat durmuş durumda. Bu toplum yoğun bir sömürü ve baskı altında. Ancak öyle bir sistem örülmüş ki toplum bunu göremeyecek kadar da köreltilmiş. Komplo Kürtler üzerinden bütün dünyayı terbiye etmeye yönelik bir politikaydı. Rojava’da ENKS’dir, burada KDP’dir, Avrupa’da sözde Kürt milliyetçileridir. Bunlar üzerinden komplo süreci yürütülüyor. Buna karşı geliştirilen mücadele de tam da bu noktadadır. Bizi, Kürt Özgürlük Mücadelesini kendi özünden saptırıp salt milliyetçi bir çizgiye sürüklemeye çalışıyorlar. Buna karşı gerçekleşen mücadele de KDP’nin yoğun saldırısına maruz kalıyor.
 
“Saldırı halkını, ulusunu, dünya halklarını parçalamak üzerineyse bunun panzehiri ulusal birlik ve evrensel mücadeledir. Yani bu paradigmanın bütün dünyada hayat bulmasıdır. Komplonun panzehiri kesinlikle paradigmadır.”
 
* Uluslararası komplo ulusal birlikle aşılabilir mi?
 
Kesinlikle aşılabilir. İnsan şunu düşünüyor; egemen sistemler niye yüzyıllardır Kürtlerin birleşmesini istemiyor? “Niye istemiyor”un cevabı aslında sorduğunuz sorunun cevabıdır. Saldırı hangi noktadaysa çözüm ve çıkış noktası o temeldedir. Senin ulusal birliğine, ulusal varlığına saldırı varsa senin yapman gereken öncelikle ulusal birliğini sağlamaktır. Bu statü kazanılmadan bugüne kadar böl, parçala, yönet politikalarına hizmet etmekten başka bir şeye yol açmayacaktır. Saldırı halkını, ulusunu, dünya halklarını parçalamak üzerineyse bunun panzehiri ulusal birlik ve evrensel mücadeledir. Yani bu paradigmanın bütün dünyada hayat bulmasıdır. Salt Kürtlerle sınırlı değildir. Ortadoğu’da başlayıp bütün dünyaya yayılıyor. Komplonun panzehiri kesinlikle paradigmadır.
 
* 9 Ekim eylemleri başladı. Neler söylemek istersiniz?
 
“Güneşimizi Karartamazsınız” eylemlerinde Aynur Artan, Selamet Menteş arkadaşlar başta olmak üzere fedai eylem gerçekleştiren bütün arkadaşları tek tek saygı ve minnetle anıyorum. Ekim ayı aynı zamanda Nagihan Akarsel arkadaşın katledildiği bir ay. Ekim ayı aslında Kürtler açısından saldırıların çok yoğun olduğu bir ay. Bu anlamda bu felsefeyi yaratan, felsefenin bilgeliğini, dervişliğini yapan Nagihan Akarsel arkadaş şahsında bütün herkesi mücadele etrafında birleşmeye etmeye çağırıyorum. Herkese kendi mücadele alanında başarılar diliyorum.