Fatmagül Berktay: Kadınlar binlerce yıldır ‘savaş ganimeti’ olarak kullanılıyor

  • 09:01 16 Şubat 2021
  • Güncel
 
Öznur Değer 
 
ANKARA - Savaşlarda kadın bedeninin kullanılması ve hedef alınmasını değerlendiren Prof. Dr. Fatmagül Berktay, “Binlerce yıldır kadınlar savaş ganimeti olarak kullanılıyor, binlerce yıldır cinsel şiddete ve her türlü şiddete maruz kalıyorlar. İnsanlık maalesef en yavaş gelişmesini bu konuda gösteriyor” diye belirtti.
 
Tarihten bu yana kadın bedeni, “cinsel objenin”, “tahakkümün” ve “eril intikamın” aracı olarak kullanılıyor. Bir savaş ve sömürü aracı olarak kullanılan kadın bedeni, savaşlarda esaretin sembolü haline getirilmeye devam ediyor. Bunun en güncel örneklerinden biri 10 Ağustos 2015 Tarihinde Varto’da çıkan çatışmada yaşamını yitiren Kader Kevser Eltürk’ün (Ekin Van) cenazesinin çıplak olarak teşhir edilmesidir.Bu görüntüler geçen yıllara rağmen hafızalardan silinmezken, DAİŞ’in 2014’te Şengal saldırısında kadınları hedef alarak kaçırması, tecavüz etmesi ve köle pazarlarında satması ile yine 20 Ocak 2018’de Türkiye’nin Efrin’e yönelik başlattığı saldırıda kadınların hedef alınması diğer verilecek örneklerden.
 
Kadınların ve kadın bedeninin erkek aklının yapıtı olan savaşlarda kullanılmasını Siyaset Bilimci Prof. Dr. Fatmagül Berktay ile konuştuk.
 
“Toplumsal cinsiyet şiddeti bir virüs değil semptomdur. Yani bir göstergedir, belirtidir. Kadın bedeni aslında erkek iktidarının uyguladığı politik bir uzamdır. En eski zamanlardan beri erkek aile reisi, borcuna karşılık kadını satabilir, kiralayabilir”
 
*Öncelikle toplumsal cinsiyet ve savaş ilişkisini nasıl kuruyorsunuz?
 
Toplumsal cinsiyet ve savaş ilişkisi derken aslında, genel olarak toplumsal cinsiyet şiddetinden söz etmek lazım. BM’nin bir podcastı var; ‘Toplumsal cinsiyet şiddeti bir virüs değil semptomdur’, diyordu. Yani bir göstergedir, belirtidir. Gerçekten de öyledir. Neyin belirtisidir diye soracak olursak, çok açık bir şekilde erkek iktidarının kadınların denetimini sağlamak için uyguladıkları yöntemdir. Ataerki, kadınların itaatinin denetimini sağlamak ihtiyacındadır ve bunun için uygulayabileceği en uç ama en korkutucu ve tehdit edici yöntem şiddettir. Ve bu şiddetin tabi ki en vahşi biçimleridir. Çünkü erkek iktidarı ya da ataerki dediğimiz şey, kadınları alınır satılır bir mal olarak, meta olarak görüyor. Kadın bedenini de bir nesne olarak görüyor. Kadın bedeni aslında erkek iktidarının uyguladığı politik bir uzamdır. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum.
 
En eski zamanlardan beri erkek aile reisi, borcuna karşılık ya da çıkar elde etmek için kadını satabilir, kiralayabilir. Bütün bunlar aslında ataerkilliğin temelini gösteren şeyler. Yani baba, koca, aile reisi erkek en eski zamanlardan beri, eski Mezopotamya’dan beri kadınlar, çocuklar ve köleler üzerinde ölüm ve yaşam hakkına sahiptir. Bu hakkın içine tabi cinsel yararlanma hakkı da girer. Bu da hala günümüzde çok yakıcı bir konu olan ensest konusunu da açıklayan bir şeydir. Dolayısıyla bu sahipliğin ve bu kadar rahat bir şekilde kadınları her şey için kullanmanın belki de en açık, en vahşi, en zalim örneğini savaşta görüyoruz. Kadınlar kendilerinin hiçbir şekilde dahil olmadıkları konular için cezalandırılıyorlar. Yani bir taraf karşı taraftan intikam almak için karşı tarafın kadınlarına tecavüz etmeyi en önemli, en meşru hak olarak görüyor. Kadınların köleleştirilmesi meselesi var bugünkü dünyada. İŞİD’in Ezidi kadınlara yaptığını biliyoruz. Hala kim bilir kaç bin tane köle kadın var böyle. Ortadoğu’da çok bariz bu şekilde görülüyor ama dünyanın her yerinde var. Kendisini en uygar zanneden Avrupa’nın göbeğinde, Bosna’da yapılanları gördük. Dolayısıyla bizim bu taraflarda daha belirgin, daha açık bir şekilde kendisini gösteriyor. Çünkü sahiplik kuralı bu taraflarda hala çok yaygın, maalesef çok derin bir şekilde işlemeye devam ediyor. Şu anda dünyanın herhangi bir yerinde on binlerce kadın şiddete maruz kalıyor. Ama bizim bu taraflarda, sadece Türkiye’de bile görüyoruz ki günde 3-4 kadın gene aynı nedenlerle, sahipliği ortaya koyabilmek amacıyla öldürülüyor. Kadın boşanmak istiyor ama boşanmaya hakkı yok. Neden? Çünkü kadın özerk bir varlık değil. Gerçek bir insan varlığı değil, bir birey değil. Birisinin, kocasının, babasının kendisini onun hamisi ilan eden herhangi birinin malı mülkü. Ölüm ve yaşam hakkına sahip olmak dediğim gibi eski Mezopotamya’dan bu yana devam ediyor. Bu nedenle kadını, onun bedenini nesne olarak görüyor, kendisine ait, sahiplendiği, mülk edindiği, bir şey olarak görüyor. Dolayısıyla onunla ilgili olarak her şeyi yapabiliyor. Bunu, karşı tarafta aynı şekilde düşünüyor. Rakip tarafın kadınlarına zarar vermeyi, tecavüz etmeyi o tarafa yapılabilecek en büyük ceza, onların mülkiyetinin ihlal edilmesinde en büyük ceza olarak görüyor ve uygulamakta hiçbir beis görmüyorlar. 
 
“Kadınlar ve çocuklar, erkek egemenliğinin mülkleri. Bu ataerkinin kuruluşundan ve yerleşmesinden beri böyle. Ataerkillik büyük ölçüde ortadan kalksa bile ideolojik olarak aynı şey devam ediyor. Dinle gelenekler çatıştığında maalesef, her zaman kadının aleyhine olan gelenek kazanır”
 
*Neden kadın bedeni?
 
Dediğim gibi kadınlar ve çocuklar, erkek egemenliğinin mülkleri. Bu ataerkinin kuruluşundan ve yerleşmesinden beri böyle. Ataerkillik büyük ölçüde ortadan kalksa bile ideolojik olarak aynı şey devam ediyor. Avrupa’da ancak 20’nci yüzyılın başında kadınlar yasal olarak birey oldular. Türkiye’de ise 1923’den, Cumhuriyet sonrasında birey oldukları düşünüldü en azından ama bunun yasal olarak kazanılması ancak 2000’lerde oldu. Bu ideoloji aksini iddia ettiği halde kadını birey ve yurttaş saymıyor. Bir de üstelik bugün bütün bunlardan daha geriye gitme dalgasıyla karşı karşıyayız. Kadın haklarının çok önemli bir niteliği çok kırılgan olmaları. Binlerce yıllık bir geçmişe sahip oldukları için ve erkeklerin iktidarı bırakmadıkları için...Aksini iddia edenler de zurnanın zurt dediği yere geldiğinde bambaşka davranabiliyorlar. Dolayısıyla bundan kurtulmak o kadar kolay bir şey değil. Bu ancak sahiden çok mücadele ederek yapılabilecek bir şey ama dediğim gibi geri tepme hareketi, bir reaksiyonla da karşı karşıyayız. Polonya’daki kürtaj meselesine bakın. Dünyanın birçok yerinde kürtaj hakkı kazanılıyor ama birçok yerde, Türkiye’de de daha önce olmadığı kadar büyük bir tehdit altında. Uygulamada uygulanamıyor, çünkü kadınlar kendi bedenlerine sahip olarak görülmüyorlar. Çok açık bir şekilde bazı din adamları, bazı iktidar sahipleri, ‘Biri ölecekse kadın ölsün, çocuk niye ölsün’ diyor. Tecavüz durumunda bile çok uzun bir zaman kürtajı kabul etmediler. Katolik Kilisesi hala çok karşı çıkıyor. Aslında İslamiyet’te o kadar büyük bir şey yoktur. Ama buna rağmen zaten dinle gelenekler çatıştığında maalesef, her zaman kadının aleyhine olan gelenek kazanır. Yani din onu biraz yumuşatmaya çalışsa bile kazanan hep gelenek oluyor.
 
“Kadın bedeni, daima politik bir uzamdır. Bir itaat, denetleme, disiplin uzamı. Zehirli erkeklik denen şeye dönüştü. Sadece savaşta değil birçok yerde erkekler çeteler halinde eğlence olsun diye kadınlara tecavüz ediyor”
 
*Kadın bedeni artık bir “savaş mekanı”na mı dönüşüyor?
 
Öyle tabi. Çünkü kadın bedeni, daima politik bir uzamdır. Bir itaat, denetleme, disiplin uzamı. Tabi ki malı ganimet olarak alıp götürürsünüz, isterseniz dipçiklersiz. Karşı tarafa zarar vereceğini ya da duygusal olarak daha büyük sorun olacağını düşündüğünüzde öldürürsünüz. Sadece savaş meselesi değil, savaşta en uç biçimini görüyoruz ama aslında bütün kadınlara yönelik şiddetin, toplumsal cinsiyet şiddetinin altında maalesef öyle bir şey yatıyor. Zehirli erkeklik denen şeye dönüştü. Eskisi gibi çok açık ataerkillik gibi görünmüyor. Ama bakıyorsunuz sadece savaşta değil birçok yerde erkekler çeteler halinde eğlence olsun diye kadınlara tecavüz ediyor. Bu batı dünyasında da var. Nereden baksanız, gerçekten bir virüs değil bu, bir gösterge. Neyin göstergesi? Erkek iktidarının, iktidarı elinden bırakmak istememesinin ve kadını gerçek anlamda da insan varlığı saymamasının göstergesi.
 
“Esas can veren erkektir, tohum erkekten gelir kadın bir taşıyıcıdır, topraktan, maddeden, nesneden ibarettir. Bu ideoloji, bu yaklaşım kendisini en uygar zanneden bir sürü erkeğin kafasında hala vardır. Kadın doğurur ama can ondan gelmez”
 
*Savaş ideolojisinin kadın bedenine yüklediği misyon nedir?
 
 Kadının doğurganlığı aslında insan soyu için en önemli şeydir. Kadınlar doğurmasa soyu üretmek mümkün değildir. Ama gene çok ilginç bir biçimde ataerkiye yerleşmesiyle birlikte, kadın bedeninin doğurganlık yeteneği tamamen sahip olunan, el konulan bir şey haline dönüşüyor. Üstelik kadının doğurma yeteneği de hep küçümseniyor, azımsanıyor. Halbuki erkekler kültür yaratıyor, uygarlık yaratıyor, ölümsüz eserler yaratıyorlar. Ama bir yanıyla diğerinden vazgeçmek de mümkün değil. O zaman ne yapalım? Onu bir taşıyıcıya indirgeyelim. Yani esas can veren erkektir, tohum erkekten gelir kadın bir taşıyıcıdır; topraktan, maddeden, nesneden ibarettir. Bu ideoloji, bu yaklaşım kendisini en uygar zanneden bir sürü erkeğin kafasında hala vardır. Kadın doğurur ama can ondan gelmez. O yüzden erkek çocuk doğurmayan kadınları ya da kısır kadınları, daha doğrusu çocuğu olmayan çiftler hep kadınları suçlarlar. Sanki sadece bir tek taraftan geliyormuş gibi. Yani bir yandan canı veren, doğumu veren erkek, kadın bir taşıyıcı ama o taşıyıcı çocuk üretmediği zaman gene o suçlu oluyor. O kadar tuhaf şeyler ki kadınlarla ilişkili imgeler, düşünceler hep böyle, çok çelişkilidir yani ne yapsanız kurtulamazsınız bir türlü.     
 
“Bunu daima toplumlar, halklar üzerinde ama esas olarak kadınlar üzerinde bir demokles kılıcı gibi, bir tehdit aracı olarak tutmak iktidarın çok işine gelir”
 
*Türkiye’nin Afrin’e yönelik saldırısı sonrasında Afrinli kadınlar kaçırılıyor tecavüze uğruyor. Yine Türkiye’de Kürt bölgelerinde tecavüz failleri uzman çavuşlar devlet yetkilileri tarafından korunuyor. Türkiye için bu durumu nasıl yorumlarsınız? Bunu bir savaş aracı olarak değerlendirebilir miyiz?
 
Bunu bir savaş aracı olarak değerlendirebileceğimizi düşünmüyorum. Ondan daha geniş bir şey bu. Sonuçta iktidar kadın cinayetlerini, kadına yönelik şiddeti ve buna karşı duyulan tepkiyi görmezlikten gelemiyor ama onu sürekli hem küçümsemek, hem azımsamak, hem de sapıklık, ruh hastalığı gibi nedenlere bağlamak istiyor. Halbuki bunun nedeni hiçbir şekilde sapıklık, ruh hastalığı, pataloji falan değil. Bu var olan yapısal, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin sonucudur. Yani eşit olmayan iktidar ilişkilerinin sonucu ve eşit olmayan iktidar sonucunun olduğu her yerde, her bağlamda, her bölgede, her toplumda karşımıza çıkar. Bunu daima toplumlar, halklar üzerinde ama esas olarak kadınlar üzerinde bir demokles kılıcı gibi, bir tehdit aracı olarak tutmak iktidarın çok işine gelir. Söylemde şiddete karşı çok üzülüyorlar ama üzülmekle yetiniyorlar hiçbir şeyi doğru düzgün yapmıyorlar. Yapılması gerekeni, kadın hareketi çok net biçimde yıllardır ifade ediyor ama onlar üzülüyorlar.   
 
“Uluslararası hukuk tabi her zaman yaptırımı olan bir hukuk değil ama insanlığın ulaştığı en iyi noktayı gösterir, yani standart koyar, ölçü koyar. Ve ilginçtir ki küreselleşme arttıkça, ulus devletler kendi alanlarının daraldığını görüyorlar önemli ölçüde ama bunu nasıl telafi etmeye çalışıyorlar? Kendi halklarının üzerinde daha fazla baskı uygulayarak”
 
*BM Güvenlik Konseyi’nin 1325 sayılı kararı ile birlikte çatışmalarla bağlantılı cinsel şiddetin küresel barış ve güvenlik için bir tehdit oluşturduğunu ilk kez kabul etti.  Bu kapsamda cinsel şiddet ve toplumsal barış ilişkisi üzerine neler söylersiniz?
 
BM kararının ne kadar geç bir karar olduğunu da saptamak lazım. Uluslararası hukuk tabi her zaman yaptırımı olan bir hukuk değil ama insanlığın ulaştığı en iyi noktayı gösterir, yani standart koyar, ölçü koyar. Bence en ilginç yanı geç olmasıdır. Mesela, 1993 yılında kadına yönelik toplumsal cinsiyet şiddetini ilk defa net bir şekilde açık ve cezalandırılmasını söyleyen Viyana Sözleşmesi vardı. Yani 93’ten bahsediyoruz. Binlerce yıldır kadınlar savaş ganimeti olarak kullanılıyor, binlerce yıldır cinsel şiddete ve her türlü şiddete maruz kalıyorlar. İnsanlık maalesef en yavaş gelişmesini bu konuda gösteriyor. Bu zaten başlı başına bir gösterge. Bir yandan da tabi eğer ülkeler belirli sözleşmelerle taraf oluyorsa bunlara uymak zorundalar. Örneğin, Türkiye uluslararası hukukun geçerli olduğunu, kendi hukukunun üstünde olduğunu kabul etmiş bir ülkedir ama pratikte öyle olmadığını görüyoruz. Dolayısıyla uluslararası hukuk ilkeleri ve sözleşmeleri standart koyar ama yaptırım gücü her zaman çok değildir. Ve ilginçtir ki küreselleşme arttıkça, ulus devletler kendi alanlarının daraldığını görüyorlar önemli ölçüde ama bunu nasıl telafi etmeye çalışıyorlar? Kendi halklarının üzerinde daha fazla baskı uygulayarak. Yani uluslararası alanda yitirdikleri şeyleri içerde telafi etmeye çalışıyorlar ve giderek daha fazla otoriterleşiyorlar. Bütün dünyada görüyoruz, Türkiye’de de görüyoruz.   Dolayısıyla yasaları, uluslararası hukuk kurallarını hiç küçümsemiyorum. Onlar olmasa elimizde hiçbir şeye gönderme yapamayız ama bu demek değildir ki yasalar ve uluslararası hukukun kuralları bire bir uygulanıyor. Daima bir ara boşluk vardır ama olmaları olmamalarından çok daha iyidir.
 
“Gördüğüm ve sevindiğim bir gelişme var Türkiye’de, dindar kadınlar eskisi gibi değiller. Bir kere haklarının çok farkındalar. O yüzden de haklarını savunmaya başladılar. Özellikle bu noktada kadın dayanışmasının elzem olduğu kanaatindeyim.”   
 
*“Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın” adlı yapıtınızda da dinlerin kadına biçtiği rol ve misyonu önemli oranda açmıştınız. Özelde Türkiye’de kadın sorunun birincil sorun haline gelmesinde dinin veya siyasallaşan dinin bir etkisi var mıdır?
 
Din ve siyasallaşan din farklı şeyler. İslam’ın doğrudan bir etkisi olduğunu düşünmüyorum. Dediğim gibi, İslamiyet’le gelenek çatıştığında gelenek her zaman fark kazanıyor ve İslam’ın ilkeleri, farz olan ilkeleri hiç tereddütsüz göz ardı edilebiliyor. Mesela miras konusu bunlardan biridir. Mülkiyet ve miras zaten çok önemli konulardır. Kadına yönelik şiddet ve kadının denetimiyle de çok yakından bağlantılıdır. Bakarsanız çok dindar görünen aile ve yörelerde, Kuran’da yer aldığı gibi kadına en azından yarım pay verilmesi gerekirken hiç pay verilmez. İrlanda’da Katolisizm yıllar yılı öyle kullanıldı. İtalya’da, İspanya’da, Latin Amerika’da hala kullanılıyor. Başka birçok örnek verebiliriz. Polonya’da mesela şu anda kürtaj meselesi ve kürtaj yasağı tamamen Katolik Kilisesi’nin bastırmasıyla geldi. Üstelik orada Mecliste milletvekilleri de var. O yüzden erkek egemenliği dinsel ideolojiyi kullandığı vakit, çok daha güçlü oluyor. Yani bir anlamda bu egemenlik bir kutsallık hanesiyle donatılmış oluyor. Ama Türkiye’de gördüğüm ve sevindiğim bir gelişme var, dindar kadınlar eskisi gibi değiller. Bir kere haklarının çok farkındalar. Kendi haklarının ve çıkarlarının ayaklar altına alındığının farkındalar. O yüzden de haklarını savunmaya başladılar. Ben bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum ve özellikle bu noktada kadın dayanışmasının elzem olduğu kanaatindeyim.