
‘Türkiye insan hakları sözleşmelerinden çekilmenin bedellerini ödeyemez’
- 09:02 15 Aralık 2020
- Güncel
Melike Aydın
ANKARA - Türkiye'nin, insan hakları sözleşmelerine yönelik çekincelerini değerlendiren İnsan Hakları Ortak Platformu Genel Koordinatörü Feray Selman, Türkiye'nin bu sözleşmelerden çekilmesi halinde ortaya çıkacak prestij kaybını göze alamadığını söyledi.
İnsan haklarının herkes için ve eşit olduğuna gönderme yapan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin 72’nci yılında İnsan Hakları Ortak Platformu Genel Koordinatörü Feray Salman ile bildirgenin hukuki bağlayıcılığını sağlayan sözleşmelere ilişkin Türkiye’nin çekince koyduğu ve imzalamadığı sözleşme ve maddeleri hakkında konuştuk.
İşkence yasağı gibi temel insan hak gasplarına ilişkin sözleşmelere imza atmayan Türkiye’nin, özellikle ana dil hakkı çerçevesindeki maddelere ise Lozan Antlaşması'nı işaret ederek çekince koyduğu görülüyor. İnsan hakları sözleşmelerine uyulmamasıyla liberal dünyada prestij kaybının ortaya çıkardığı maliyetlerin çok yüksek olduğunun altını çizen Feray İstanbul Sözleşmesi'ne yönelik şimdilik ötelenen tartışmaların derin muhafazakâr çevreleri yatıştırmak adına yapıldığını savundu.
‘Zorla kaybedilmeyi önlemeye dair Türkiye’nin bir taahhüdü yok’
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin hukuki bir bağlayıcılığı olmadığı için neredeyse bütün devletler tarafından çekince konmaksızın kabul edildiğini ancak bu bildirgenin sorumluluk belgesine dönüşmüş haline ise çekinceler konduğunu ifade eden Feray, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Mekanizması ve Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Mekanizmalarına dahil olan Türkiye’nin de bu mekanizmalar içindeki bazı sözleşmelere gerekçelerini belirterek çekince koyduğu, imzalamadığı veya imzalayıp nasıl uygulayacağına dair beyan verdiğini belirtti. Türkiye’nin BM’nin 9 temel sözleşmesinden Zorla Kaybedilmeye Karşı Herkesin Korunmasına Dair Sözleşme’yi imzalamadığını dile getiren Feray, “Yani Türkiye ‘ben zorla kaybedilmeye karşı kişileri korumayacağım’ diyor. Daha geniş daha koruyucu hükümlerim var da demiyor. Yıllardır da bütün izleme mekanizmaların tavsiyelerine rağmen Türkiye niyetli değil” şeklinde değerlendirdi.
‘İşkenceciler ceza almıyor’
Türkiye’nin İşkence ve Diğer Zalimane Aşağılayıcı Muamele ya da Cezalandırmaya Karşı Sözleşme’yi 1988 yılında imzalayıp kısa süre sonra TBMM’de de iç hukuk sistemine dahil etmesiyle egemenlik alanı içinde işkence olmasını önleyeceğini, etkin soruşturma yapacağını beyan etmiş olduğunu dile getiren Feray, özellikle işkenceye karşı mücadelede önleyici mekanizmaları engelleyen protokolün Türkiye’nin 2005 yılında Avrupa Birliği adaylık sürecinde reform paketi içinde kabul ettiğini hatırlattı. Sözleşmeye 2011’de Meclis'ten onay alarak Anayasanın 90. Maddesi bağlamında da hukuki bir değer kazandırıldığını belirten Feray, “Ulusal önleme mekanizmasının kurulması yani Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumuna -daha önce İnsan Hakları Kurumuydu- verildi. Yani önleyici bir mekanizma işkencenin kapalı kurumlar içerisinde cezaevleri psikiyatrik merkezlere kadar her tarafı kapsayan bir önleyici mekanizma olarak gördü. Bunun ne kadar uygulandığını Türkiye’de işkence rakamlarına bakarak, işkence yapanların nasıl soruşturulduğuna ne kadarının takipsizlikle sonuçlandığına ne kadarının mahkemelerde etkili şekilde ele alınıp işkence yapanla kalmayıp işkenceye göz yumanın da dahil olduğu süreçlerin az ve kısıtlı olduğuna bakarak çok da uygulandığını söylemek mümkün değil” diye ifade etti.
‘Azınlık’ haklarına Lozan Antlaşması gerekçeli çekince
Türkiye’nin Kürt sorununda düğüm noktasına ulaştığı 2000 yılında BM Medeni Haklar ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi’ni imzalayıp 3 yıl sonra da Meclis’ten geçirdiğini ancak onaylarken de 27. Maddeye çekince koyduğunu belirten Feray, “Bunların içinde Lozan Anlaşması çerçevesinde kabul edilen azınlık halkları için özel tedbirlerin var olduğunu Türkiye’de Ermeni Rum ve Yahudi dışında farklı bir dine veya dile sahip olan grupların kendi kültürel haklarını kullanmaları -Aleviler gibi mesela- kendi farklı dili olanlar -Kürtler gerçi kendini azınlık olarak görmüyorlar, biz onlara azınlık demeyiz ama- bu maddeye çekince koyarak ‘bütün bunları kullanma hakları engellenemez’ hükmünü sadece belli bir tanınmış azınlık grubuna koyarak kendisini uzaklaştırmış oluyor” sözlerine yer verdi.
‘BM eksenli anlaşmalarda yaptırım prestij kaybından ibaret’
Lozan’da belirtilenlerin dışındaki kimlikleri betimlememe yaklaşımının bütün sözleşmelerde sergilediğini, bunun Kürtçenin resmi okullarda okutulması, dil olarak kabul edilmemesi gibi sorunlar oluşturduğunu ifade eden Feray Türkiye’nin demokratikleşme paketlerinde Avrupa Birliği’nin (AB) yerel dinlerle ilgili sözleşmelerini de onaylamadığını belirtti. Türkiye’nin onaylamadığı sözleşmelerde uluslararası baskıya maruz kaldığına işaret eden Feray, “Büyük bir zorlama gücü yok örneğin BM’den ya da Konseyden atarız demiyor. İnsan hakları sisteminin zayıf noktalarından biri diyalog esasına kurulu olması, yaptırımı yok. Kısmi olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) bakımından ana dille ilgili bir sorunu götürebiliyorsunuz bir ihlal kararı olarak alıyorsunuz. İhlali Türkiye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) kabul ettiğini uygulamak zorunda. İster tazminat ister verilen karara bağlı olarak yapısal değişiklikler getirerek. BM’de ise yaptırım gücü bir parça daha zayıf. Yetkisini kabul eden devlet uygulamak zorunda. İzleniyor ve izleme altında olmanın sonucunda hem bir prestij kaybı var hem ihlal kararıyla karşılaşma hali var” şeklinde belirtti.
‘Sözleşmeleri uygulamakla yükümlü kılacak koordinatör kurul gerekiyor’
BM sisteminde her sözleşmenin onaylayan devlet bakımından yerine getirilmesini denetleyecek bir komitenin kurulması önerildiğini söyleyen Feray, devletlerin bu komiteye rapor yazmakla ve komitenin verdiği tavsiyelere uymakla yükümlü olduğunu, bu tavsiyelerin uygulanması meselesinin bir siyasi irade meselesi haline dönüştüğünün altını çizdi. BM sözleşmelerinde yaptırım değil diyalog temelli yaklaşım sergilendiğini ifade eden Feray, “Yaptırım gücü eksik olunca insan hakları savunucularına ve sivil toplum kuruluşlarına (STK) bağlı bir şey haline dönüşüyor. Bu sözleşmeleri onaylayan her devletin o sözleşmeyi uygulamakla yükümlü kılacağı bir kontak koordinatör kurulunun olması lazım. Bunu da denetleyecek özellikle bağımsız olması beklenen kurumlar gerekli. Aynı zamanda kamu gücüne sahip ama bağımsız şekilde bu sözleşmelerin içinde yer alan hükümleri herkes bakımından eşit bir biçimde uygulayacak, koruyup ihlal etmediğini gözetecek kurumlar da gerekiyor” sözlerini kullandı.
‘Hak savunucularının yükü oldukça fazla’
Türkiye İnsan Hakları Eşitlik Kurumu'nun görev tanımı içinde uluslararası sözleşmelerin anayasa hükümlerinin kamu kurumları tarafından ihlal edilmemesi, izleme ve raporlama yapıyor olması gerektiğini ayrıca kendi içlerinde şikâyet mekanizmalarının ve kamu kurumunun da bunları yapabilir etkiye sahip olması gerektiğini savunan Feray, “AİHM nasıl yargısal bir güce sahipse ülke içindeki bütün yargı kurumlarının da insan haklarının hayata geçmesi bakımından aynı güce sahip olması gerekir. Anayasa Mahkemesi’nin temel kuruluş amaçlarından biri budur. Aslında bunların bağımsız olması durumunda hayata geçecek gücü var. Ama BM sözleşmelerinde AİHM gibi bir mahkemenin olmaması bütün meselenin içerdeki bağımsız izleme kurumları hak temelli STÖ’lerin insan hakları savunuculuğu yapanların mücadelesine bağlı. Bunlar zayıflık gibi görmekle birlikte daha fazla iş yükü olduğunu bilerek hareket etmek gerekir. İç hukukun tüketilmesi halinde hukuksuzluğa ilişkin gidilecek bir yer olması amacıyla şikâyet mekanizmaları ek protokoller vasıtasıyla yapılıyor ancak Türkiye’nin bu şikâyet mekanizmalarına katılımı da benimsemeyerek çoğunu kırıyor. BM sözleşmelerinin AİHM gibi bir mekanizması olmasa da insan haklarını destekleyici” diye konuştu.
‘Ana dilde eğitim hakkına da çekince’
BM’nin ikinci temel sözleşmesi olan Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi Türkiye’de 2000’de imzalanıp 2003’ten itibaren meclisten geçerek hukuki doğruluk kazandığını hatırlatan Feray, Türkiye’nin sözleşmenin farklı din ve dillere sahip grupların eğitim kurumu kurmasının desteklemesini sağlayan 13. Maddesine yine Lozan Antlaşması gerekçe gösterilerek çekince koyduğunu dile getiren Feray, “Bu eğitim hakkının 13. Maddesinin 4. bendinde bireylerin ve kuruluşların eğitim kurumları kurma ve yönetme özgürlüklerini kısıtlayacak şekilde yorumlanamaz. Bu özgürlüğün kullanılması diyerek 1. maddedeki herkesin eğitim alma hakkına gönderme yapıyor. Farklı bir dile dine sahipseniz kendinize uygun bir eğitim verme alanı seçme özgürlüğü tanımıyor” ifadelerine yer verdi.
‘Çatışmaların ortaya çıkarılması gerekiyor’
Her ne kadar 1990 gibi erken bir tarihte onaylanıp 1995’te yürürlüğe girse de Çocuk Hakları Sözleşmesinde de aynı çekincenin bulunduğuna işaret eden Feray, şöyle devam etti: “Anayasanın 90. Maddesi gereğince eğer bir çatışma varsa uluslararası sözleşmedeki hüküm geçerlidir diyor. Aslında bu çatışmaların var olup olmadığını da belgeliyor olmanız lazım. Eğitim hakkı ile ilgili olarak da tam anlamıyla uygulanmıyor olması çekince konmasının sonuçlarını ortaya çıkarmasını sağlamamız lazım ki o çatışmanın Anayasanın 90. Maddesini işler hale getirebilelim. Yine STÖ’lere insan hakları örgütlerine bağımsız yargıya, izleme kurullarına ihtiyaç duyan alan. Normal koşullar altında çekinceler bütün zaman dilimleri için geçerli. Bu çekincelerin farkına varmak kaldırılması için mücadele etmek o çekince ile verilmeyen hakkın ne tür insan hakkı sorunları yarattığını da ortaya koyacak bir sistematik gerekiyor. Ve çatışmayı göstermek gerekiyor.”
‘AİHM’in yapısal değişiklik talep etme yetkisi var’
Türkiye, BM kaynaklı 9 sözleşme içinde yer alan Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW), Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına Yönelik Uluslararası Sözleşme, Tüm Göçmen İşçilerin ve Aile Haklarının Korunmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme, Çocuk Haklarına ve Engelli Kişilerin Haklarına Dair Sözleşme’ye de onay verdi. Türkiye Avrupa Konseyi bakımından da AİHM yargısını kabul etti. İnsan hakları sözleşmelerine uyulmamasıyla liberal dünyada prestij kaybının ortaya çıkardığı maliyetlerin çok yüksek olduğunun altını çizen Feray, iç hukuk süreçlerinin tüketilmesi ile aynı ihlale ilişkin AİHM’e yapılan başvuruların fazlalığı doğrultusunda AİHM’in o ülkede yapısal sorun olduğuna kanaat getirebileceğini ifade eden Feray, “Devlete ‘bir yandan tazminat ödeyeceksin ama yapısal olarak da kanun sistemine yasal düzenlemelerini soruşturmayı etkili kılacak önlemler alacaksın ki bu tür ihlaller önüme gelmesin, sen bunu halledene kadar seni takibe aldırıyorum’ diyor. Özel olarak AİHM kararlarının yerine getirilip getirilemediğini, yasal düzenlemelerde eksiklik varsa bu durumun giderildiğine dair bir takip. Takip o şikâyetin etkili biçimde giderilmesini sağlayacak mekanizmaları kurduğunda bitiyor” diye belirtti.
‘Türkiye 2019’dan beri yeni bir elem planının çalışmalarını sürdürüyor’
Türkiye’nin AİHM kararlarının uygulanmasına yönelik İnsan Hakları eylem programını 2014’te Resmi Gazetede yayınladığını, 2019’dan beri de yeni bir eylem planının çalışmaları sürdürüldüğünü hatırlatan Feray, “Devlet Bakanlar Komitesine giderek ‘eylem planı yapıyorum dolayısıyla bu sorunu çözeceğim’ diyerek bakanlar komitesine taahhütte bulunuyor. Bakanlar Komitesi de bunu izliyor. Burada davaların kapatılması önemli. Asli olan şey bir devlet bir sözleşmeyi onayladığında o sözleşme bakımından herhangi bir mekanizmaya gerek duymaksızın kendi iç hukukunu gözden geçirmek durumunda ve hakkın tam olarak uygulanabilmesini sağlayacak kaynakları araçları tesis etmek zorunda. AİHM’in rolü de BM’deki izleme denetleme komitelerinin görevleri de bu” sözlerine yer verdi.
‘Türkiye İstanbul Sözleşmesinden kolaylıkla çıkamaz’
AİHM’e taşınan ve Nahide Opuz Davası olarak bilinen dava ile Türkiye’nin kadına yönelik şiddetle mücadelede yeterince gayret gösterilmediği, kadına yönelik ayrımcılığın zımni kabulü olarak ortaya konan karar sonrası İstanbul Sözleşmesi ya da Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi imzalandı. Türkiye’den giden davalar sonucu üretilen bu AİHM içtihadı aynı zamanda içinde şiddete ilişkin sadece bir maddesi olan CEDAW’ı da güçlendirmek için yapıldığını belirten Feray, “Türkiye’nin doğal olarak Anayasanın 90. Maddesi duruyorken aslında bu sözleşmeye karşı yükümlülüğü var. 6284 sayılı yasanın giriş maddesi de İstanbul Sözleşmesine dayandırır. Otoriter rejimlerin en önemli özelliği feminist hareketlere karşı olmasıdır. Kadının sokakta olmasını, özgür birey olmasını istemeyen, onu hedef tahtasına koyan kadını ikincilleştiren bir arka plana sahiptir. Türkiye bu sözleşemeden öyle kolaylıkla çıkamaz. Türkiye’nin sözleşmeden çıkacağı tartışmalarından böyle bir şeyin gerçekleşmeyeceği sonucunu çıkarıyorum” şeklinde değerlendirdi.
‘Kadın savunucuları beklenenden daha fazla’
Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesinden çıkacağına yönelik başlatılan tartışmalarının derin muhafazakâr kesimleri yatıştırma hareketi olarak değerlendiren Feray, bunun bedelleri olduğunu ve Türkiye’nin bu bedelleri ödeyecek konumda olmadığını kaydetti. Feray son olarak şöyle konuştu: “Bence kadın hareketinin ve kadının özgürlük eşitlik mücadelesinin savunucuları da beklediklerinden çok daha geniş. O tartışma şimdilik sönümlenmiş durumda. Çıkarsa da hükümlülüğü gitmez. İnsan hakları insanın insan olmasını var eden bir şey. Biz hakkı savunuruz ama bu hukuki yükümlülüğün yol haritası sunduğunu ve kolaylaştırıcı olduğunu düşünmek durumunda politika yapıcılar kamu gücünü ve kaynaklarını elinde bulunduranlar buradan doğru bakmaları lazım ama böyle popülist ve otoriter rejimlerin çok erkek olduğunu söyleyebiliriz. Erkek zihinlerden çıkan tartışmalar ama yeterince güçlü olmadığını düşünüyorum şimdiki durumda.”