
Prof. Dr. Nejla Kurul: Devlet toplumun üzerine çökmüş durumda
- 09:01 15 Aralık 2019
- Güncel
Dilan Babat - Habibe Eren
ANKARA - Türkiye’de giderek artan baskı, kriz ve intiharlara dair gündemdeki gelişmeleri konuştuğumuz Prof. Dr. Necla Kurul, her şeye rağmen bir araya gelmenin ve birlikte yaratılan gücün görülmesi gerektiğine dikkat çekiyor. “Devletin çoğulcu yapısı neredeyse ortadan kalmış durumda. Devlet kamusal bir alanın içinde bir parça değil artık. Sivil toplumun üzerinde çökmüş durumda” diyen Necla, “Bu dönem gerçekten küsüp, kenara çekilip Godot’yu bekleme dönemi değil” diyor.
Son süreçte belediyelere kayyım atanması, ana muhalefet partisi CHP’nin tutumu, ekonomik nedenlerle intihara sürüklenmeler, umutsuzluk, yılgınlık, kadına yönelik şiddet, gözaltı, tutuklamalar, baskının derinden hissedilmesi… Her geçen gün etkisini daha fazla gösteren bu gündemlere ilişkin her kesimden belirli tepkiler geliyor ancak bu sürecin gidişatı ve insanlarda bıraktığı etki çok tartışılmıyor. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Eğitim Yönetimi ve Politikası Bölümü’nde öğretim üyesi iken “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriye imza attığı için üniversiteden ihraç edilen Prof. Dr. Nejla Kurul, Demokrasi İçin Birlik Platformu’nu ve gündemdeki gelişmelere dair sorularımızı yanıtladı.
“Farklı olan ne varsa bir devletleştirme pratiği var. Buna belli bir etnisite temelinden yaklaşılabilir. Mesela; Türlük, İslamiyet ön planda, ataerki zaten son derece ön planda denebilir. Dolayısıyla toplumsal sınıf, kimlik ve toplumsal cinsiyet etkileşimleri zemininde devletin çoğulcu yapısı neredeyse ortadan kalmış durumda.”
* Demokrasi için Birlik (DİB) referandum sürecinde ‘Hayır’ kampanyaları sonucu ortaya çıkmıştı. Böylesi bir süreçte bir araya gelmenin nasıl bir önemi var. Bugün gelinen süreçte böyle oluşumların kazanımları nelerdir?
Demokrasinin zaafa uğratıldığı, katılım denen olgunun neredeyse ortadan kaldırıldığı çok kederli bir dönem yaşıyoruz. Bu dönemde devlet belli eğilimlerin elinde neredeyse. Bir özümsenme, arınma süreci geçiriyor. Dolayısıyla farklı olan ne varsa bir devletleştirme pratiği var. Buna belli bir etnisite temelinden yaklaşılabilir. Mesela; Türlük, İslamiyet ön planda, ataerki zaten son derece ön planda denebilir. Dolayısıyla toplumsal sınıf, kimlik ve toplumsal cinsiyet etkileşimleri zemininde devletin çoğulcu yapısı neredeyse ortadan kalmış durumda. Devlet kamusal bir alanın içinde bir parça değil artık. Kamusal alan neredeyse çöktü devlet sivil toplumun üzerinde çökmüş durumda. Neredeyse hemen hemen her kesim cezalandırılıyor ancak bazı kesimler daha öncelikli cezalandırılıyor. İktidara geldikleri zaman ‘sivil alanı güçlendireceğiz. Yoksulluğu ortadan kaldıracağız’ ‘yolsuzluğu ortadan kaldıracağız’ ‘yasaksız bir toplum olacak’ söylemleri bugün bizatihi iktidarın kendi işine yarayacak bir biçimde eşitsizliklerin arttığı, yolsuzlukların da buna karşı arttığı süreci yaşıyoruz. Ekonomi yazarlarına sansür getirildi biliyorsunuz onlarda ‘terörle’ anılmaya başlandı. Bugün her yerde yasak var. En ufak bir ses çıkarmak için sokakta toplanan beş on kişi karşısında kendisinin dört katı güvenlik güçlerini bulabiliyor. Bu bakımdan güçlü ve zor bir ideolojik aygıtı olan devletin toplumun üzerine çökmüş olduğu bir dönemi yaşıyoruz.
Bu dönemde demokrasi arayışları kuşkusuz olacak. Çünkü insanlar nefes alamıyor. Artık Türkiye’nin yurttaşları çoğul kimlikleri ile bu süreçte insani bir hayat sürmekten, özgürlüklerle iç içe bir hayat sürmekten neredeyse dışlanmış durumda. Herkes dilsizleştirilmiş hemen herkes sessizleştirilmiş herkes kendi içine gömülü hale getirilmek isteniyor. Böyle oluyor mu? Kuşkusuz olmuyor. Yani, hayat sonsuza kadar sessizleştirilemez, dilsizleştirilemez. Hayatın büyük bir akışı var. Bu akış milyonlarca insanın özgürleşme ve eşitlenme akışları. Dolayısıyla bu baskıya dur diyeceği bir evre ortaya çıkar.
“DİB Türkiye’de AKP’nin iktidarının şu veya bu biçimde ustalık evresinin ürünlerini ortaya serdiği dönemde ve yeni bir anayasa taslağı ortaya koyduğu bir dönemde seçim süreçlerinde yurttaşın bir araya gelip güçlenmesi sürecinde doğdu.”
* DİB büyük bir ilgi ile farklı kesimlerin mücadele edebileceği ve ortak söz söyleyebileceği iddiası ile ortaya çıktı. Bugün DİB’in etkisini yeterli görüyor musunuz?
İşte DİB Türkiye’de AKP iktidarının şu veya bu biçimde ustalık evresinin ürünlerini ortaya serdiği dönemde ve yeni bir anayasa taslağı ortaya koyduğu bir dönemde, seçim süreçlerinde yurttaşın bir araya gelip güçlenmesi sürecinde doğdu. Ben üyelerinden birisiyim. Akademisyen olduğum için biraz daha özenli cümle kurabildiğim ve daha çok okuduğum için arkadaşlarım üzerinde bir etki yaratmış olabilirim ama beni de etkileyen oldu bu süreç içerisinde. O yüzden DİB belli bir örgüt şemasına dayanmıyordu sıradan insanların ‘ya bir şeyler ters gidiyor düzeltilmesi gerekiyor’ diyen gündelik hayatlarını son derece mütevazi, tarihsiz, sıradan bir biçimde geçiren ağırlıklı orta sınıf ama emeğin her katmanından insanların olduğunu görebiliyorduk. Bunlar yan yana geldiler Ankara’da. İlk etapta yapılan toplantıya 600’e yakın insanın katıldığını biliyorum. Ondan sonra ‘hayır’ kampanyasını yürüttüler. Birbirlerine güç verdiler, enerji verdiler. İnanılmaz bir sevinç hâkimdi. Kızılay’ın meydanında o güne kadar bir siyasi yapı ile ilişki kurmamış çok sayıda insan aynı zamanda siyasal partiler, demokratik kitle örgütleri de bu sürecin parçası oldular. DİB o dönemde parladı. Fakat biliyorsunuz sonradan gelişen süreçler, Türkiye’nin giderek kederli bir hale gidişi, yaşam enerjisinin neredeyse kalktığı bir süreç içerisinde pek çok kurumdaki etkinlikler azaldığı gibi DİB çalışmaları da geriledi. Çünkü yan yana gelmek için oraya bir şey koymanız ve o işten herkesin benzer sevinci alması gerekir. Birbirine güç vermek, güçlerini katlayarak artırmak anlamına geliyor. Bu karşılaşmaların önemi ve değeri vardır. Ama hâkim siyaset hemen tüm toplumsal yapıları bir biçimde etkiledi. Yani devlet kendine benzerini istihdam etmeye ve almaya başladı.
Bu süreçten ne yazık ki biz de dışında kalmadık. Muhalif tüm yapılar kendi içlerine döndüler ve kendi dışındakilere bir anlamda ‘öteki’ olarak bakmaya başladılar. Bir anlamda herkesin benzerini aradığı bir süreci yaşıyoruz. Oysa Türkiye şuanda bu kutuplaştırma sürecinde birbirinin farklısını aramaya yönelmek durumda. Yan yana gelişler de öyle. Biliyorsunuz bir HDK projesi vardı henüz tamamlanmamış bir projeydi. Toplumun her kesiminden insanların katıldığı bir alan olması gerekirken, giderek daralan bir yapı oldu.
DİB’de de böyle oldu. Örneğin; CHP ile bağlantılı örgütsel yapıların önemli bir kısmı ‘bizden değilse onlarla olmaz’ yaklaşımı içerisine girebildi. Kendisini daha fazla özgürlükler ve demokrasi zemininde tanımlayan kişiler yine orada farklılıklara bir miktar güvensizlik ve kuşku ile bakmaya başladı. Bazen mücadelenin çok içinde olup çok canı yakan kesimler DİB’i küçümsedi ki yeni katılan insanların politikleşme süreçleriydi bu süreçler. Hep aynılık üretilmesi ve tekrar olması sıkıcılık yaratır. DİB hâlâ çalışmalarını yürütüyor ama güçlenmesinde büyük bir fayda var. Yeniden güçlerin yan yana gelişinde birlikte çalışma denen o süreci yeniden örmek gerekir. Ekonomi de her şey alt üst durumda ama demokrasimiz de ayakta değil. İnsanların özgürce konuşamadığı, kendini ifade edemediği kamusal alanlarda sözünü kuramadığı bir Türkiye gerçekliği ile karşı karşıyayız. Yine de çalışmalarımızı sürdürmek zorundayız
“Türkiye’de bir toplumsal kesime bir tür saldırı olduğunda devletin belli güçleri yok etmek için saldırdığında diğer kesimlerin buna sessiz kalması, bazen ‘oh olsuncu’ bir siyasetin ön plana çıkmış olması gerçekten çok yaralayıcı. Çünkü eğer birinin hak ihlaline uğramasına göz yumarsanız aynı hak ihlalini yaşama olasılığını ülkenizde büyütmüş olursunuz. O yüzden anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz dediğinizde anayasa hep delinmeye müsait hale gelir”
* Siz de bahsettiniz zor bir süreçten geçiliyor. Siz ana muhalefetin bu sürece tepkisini ya da refleksini nasıl görüyorsunuz? İnsanların muhalefetten beklentisi nedir?
Türkiye’de hiçbir kesim demokrasiyi gerçekten özümseyerek yaşamadı. Buna sizler de ben de dâhilim. Türkiye’de el yordamıyla demokrasi öğrenilmeye çalışılıyor. Ana muhalefetin dokunulmazlıkların kaldırılması sürecinde kendine döneceğini bilememesi, ciddi bir öngörüden yoksun bir süreçti. Bir siyasi partiye yapılanın gün gelince kendisine yapılacağını görememesi aynıydı. Türkiye’de bir toplumsal kesime bir tür saldırı olduğunda devletin belli güçleri yok etmek için saldırdığında diğer kesimlerin buna sessiz kalması, bazen ‘oh olsuncu’ bir siyasetin ön plana çıkmış olması gerçekten çok yaralayıcı. Çünkü eğer birinin hak ihlaline uğramasına göz yumarsanız aynı hak ihlalini yaşama olasılığını ülkenizde büyütmüş olursunuz. O yüzden ‘anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz’ dediğinizde anayasa hep delinmeye müsait hale gelir. Hatta bugün olduğu gibi anayasasızlık, bir tür keyfiyet var. Bir norm ya da hukuk devleti yok şu aşamada. Bu keyfiyet de bazı kesimleri daha çok cezalandırıyor. Örneğin şu günlerde Kürtler çok fazla cezalandırılıyor. Kayyım atamaları bunun bir parçası. Yine aynı şekilde KHK ile ihraç edilen mütedeyyinlerin önemli bir kesimi cezalandırılıyor. Birisi suçlansa bütün aile cezalandırılıyor. Bir tür sıra dayağı kültürü hayatımızda. O yüzden bir yerlerde hak ihlali olduğunda gerçek insan hakları savunucuları ‘o kimlerdendir’ sorusunu sormaz. Orada bir ihlal vardır.
Örneğin televizyonda bir adamın etrafını sarmış dört polis, adamın kolunun çatırtısını duyuyorsunuz, kolunu kırıyor. Siz diyorsunuz ki ‘muhtemelen suçlu bu böyle bir şey oluyor’ Olmayabilir, suçlu olduğu nereden belli? Güvenlik güçleri yanılmış olamaz mı? O kişinin kendini adil bir biçimde savunma hakkı yok mu? Kamuoyunun gözleri önünde böyle bir şiddetin yapılıyor olması, etraftaki insanların bunu sessizlikle karşılamaları gerçekten çok acı. Ama ben şöyle görüyorum: Bir tür çaresizlik hali var. Çare nerede dediğimizde ana muhalefet partileri kendisinde olduğunu görmüyor. Hani HDP hepsinden dışlanmış gibi gözüküyor. Çünkü HDP Türkiye’de radikal demokrasi projesinin ardında olduğu için. ‘Esastan her şeyi konuşmalıyız, yüzleşmeliyiz’ diyor. Esastan ekoloji mücadelesi, kadın mücadelesi, Kürtlerin mücadelesi, gençlerin mücadelesi bütün bunları birden insanların karşısına çıkarıyor ama bunları daha yavaş ve ağırdan anlatmanın olanaklarını da çözümlüyor bir taraftan. Ama insanların birden akılları karmakarışık oluyor. O yüzden yeni anlamlar ve yöntemler ile bu ölen siyasal partilerin toplumun bütünüyle karşılaşması, yan yana gelmesi ve buluşması lazım.
“ Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerdeki büyük mitinglerde sıradan insanlar evlerini kapatıp, işyerlerini kapatıp ağır ağır büyük toplumsal bedene gittikleri zamanları bir anımsayalım. Her şey insanın o tekil bedenindeki çokluğu yaratıp öteki ile buluşma noktasına harekete geçmesine bağlantılı.”
* Siyasi partilerin tabanla ittifakını nasıl görüyorsunuz?
Kendisini ‘Millet İttifakı’ olarak gören siyasal partiler çözümü yine temsil siyaseti vb. arıyorlar. Ama ara ara topluma şöyle bir bakıyorlar ve diyorlar ki; ‘halk eğer tam itiraz etse bu süreçlere bambaşka şeyler olur.’ Demek ki tabana bakıyorlar onlar da. Kimde güç? Bizim o çokluk dediğimiz o toplum dediğimiz biz yurttaşlarda. Tam da buradan kurduğumuzda DİB gibi birlikte yaşamak nasıl mümkün olacak? Hep birlikte bize ne olacak? Biz ne yapabiliriz sorusunu soran yurttaşlar da. Şu an siyaset yurttaşlarda. İster onların tekil bedenleriyle olsun, ister yan yana gelişleri ile ördükleri platformlar, çeşitli ağlar siyasal oluşumlar, demokratik kitle örgütleri, sendikalar vs. olsun insanların bu kederli halden çıkıp kaslarını yeniden güçlendirip paslarını silip yağlarını azaltıp birlikte harekete geçmek lazım ve ‘istediğimiz hayat bu değil’ demeleri lazım. Gerçekten istediğimiz hayat bu değil. Üniversitelerdeki bu hayat hayat mı? Üniversiteler bizim sorunlarımızı dillendiren bir yer olmaktan çıktı. Bir tek kişi iktidar yanlısı değilse şayet konuşmadığını görüyoruz. Biz muhalefet her yerde diyoruz yine üniversitelerde de var. Veya hâkim medya o kadar etkin ve her şey çok güzel oluyor diye anlatıyor ki bizler ‘her şey daha güzel olacak, yan yana gelip bu süreci örmeliyiz’ deme noktasında daha çok çaba göstermemiz lazım. O yüzden bizim başımızı yine bir tür liderlik kültü ile örgütler ve hiyerarşik yapıların tepeleri değil ‘ben ne yapabilirim. Bizler siyasal partileri neye doğru itebiliriz. Ne için onlara güç ve enerji verebiliriz’, muhalefetin etrafında bunu talep eden sevinci örmek isteyen bir taban olmadığı sürece muhalefet partilerinin düzenin içinde yapacak bir şeyi kalmaz. O yüzden tabanla en etkili iletişimi kuran partilerden biri HDP’dir. Devletleştirme pratikleri bu bağı büyük ölçüde koparmaya çalışsa da insanlar çok ciddi deneyimlere sahipler. Gezi dönemleri, başka mücadele dönemleri… Bunlar hep bizim biriktirdiğimiz bir tür proletarya kamusallığı içerisinde zihnimizi bu deneyimin haneye kazındığı her an her şeyi kapsıyor. Sevgili filozof Spinoza’nın dediği gibi: Bir bedenin henüz ne yapabileceğini bilmiyoruz. Türkiye’nin büyük toplumsal bedeni ve bizlerin tekil bedenleri henüz ne yapabileceğini bilmiyoruz. Biz tekil insanlar içinde ciddi bir çokluk var. Örneğin; çok ırkçı ve milliyetçi birisi tek bir şeyden hareket eder ya da cinsiyetçi birisi tek bir cinsiyetten hareket eder ya da ben gencim diyen birisi sadece gençlikten hareket eder. Oysa içimdeki çokluk şudur: Biraz eğer ben Türk’sem Kürt oluştur, erkeksem kadın oluştur, yaşlıysam genç oluştur bu hep akışlar biçimde gider bu süreç. O yüzden bizim örgütlenme dediğimiz şey; etki ve etkilenmedir. Bunların mütevazi durumu kitleselleştiğinde Türkiye’de çok büyük dönüşümler olabilir. Düşünün Gezi, sıradan bir gündü. Kimse böyle bir şey beklemiyordu. Birden hareketlendi. Veya Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerdeki büyük mitinglerde sıradan insanlar evlerini kapatıp, işyerlerini kapatıp ağır ağır büyük toplumsal bedene gittikleri zamanları bir anımsayalım. Her şey insanın o tekil bedenindeki çokluğu yaratıp öteki ile buluşma noktasına harekete geçmesine bağlantılı.
“Katliamlarda siyanür denilen doğayı yok eden bir nesnenin dâhil olmuş olması ve siyanürün artık insanların kendini yok ettiği bir sürecin aracısı haline gelmiş olması beni çok ürküttü.”
* Gündemdeki bir diğer konuda git gide derinleşen ekonomik kriz sonucu yaşanan intiharlar. Aslında toplumda yozlaşma ve çürüme ile birlikte intiharların da sıradanlaştığını görüyoruz. Son süreçteki birçok intiharın siyanürle gerçekleşmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
İstatistiklere bakıyoruz bu siyasal iktidarın gelişinden beri 50 bine yakın insanın intihar ettiğini görüyoruz. Büyük rakamlar bunlar. Dünyada da şu veya bu biçimde ortak dünyaya ilgisini yitirmiş, yaşamlarında artık o sevinci bulamayan insanların olduğunu görüyoruz ama bu dönemde artışı ve toplu katliamlarda siyanür denilen doğayı yok eden bir nesnenin dâhil olmuş olması ve siyanürün artık insanların kendini yok ettiği bir sürecin aracısı haline gelmiş olması beni çok ürküttü. İntiharlar konusunda en kült eserini yazan filozof Durkheim, toplumda yüz yıl öncesinin intiharlarına bakmış ama bugün belli ölçüde bencil intiharları görüyoruz. Büyük ölçüde kaderci intiharları görüyoruz. Çaresi hiç kalmamış insanların hayatta bir sürü pencere varken, bunları görememe hali görüyoruz. Ancak bizler böyle bir şeyi normalleştiremeyiz. Aksine bu kapı kapandıysa öbür kapının açılacağını, yaşamı ön plana çıkaran onu olumlayan bir bakış açısı örmek durumundayız. Bu bakımından etrafımıza bambaşka bir ilgi ile bakmalıyız.
“Dokunma duyumuzu geliştirmek zorundayız. Öbür insanlarla temas etmek zorundayız. Çok farklı yeni yaşam araçlarını insanlar bulabilirler. Bu bakımdan herkese büyük bir sorumluluk düşüyor. Akrabalık ilişkilerinde, yoldaşlık ilişkilerinde komşuluk ilişkilerinde yeniden o sorumluluğu almak zorundayız”
* İntiharlar devam ederken aslında kimse kimsenin ne yaşadığını bilmiyor. Toplumsallık giderek yitiriliyor. Bu anlamıyla nasıl bir dayanışma gerekli?
Bu ilgi alanlarından biri komşuluk tabi. Tabi öncelikle ben toplumsal hareketlerin içine gireceğim kendi acımı unutacağım başkalarının acıları ile birlikte siyasi alanda mücadele edeceğim diyen insanlar var ama başlangıç komşuluk. Komşu ilk düştüğün anda sana elini uzatan kişidir. Türkiye’de başka bir komşuluk ilişkisini yeniden örmek mümkün. Mesela; belli bölgelerde kırsal alanda bu bir nebze vardır. Yani komşun açken sen tok yatamazsan düşüncesi vardır. Ama kentleşme ile birlikte karşılıklı güveni maalesef birbirimizden sakınıyoruz. Bu bakımdan ‘ben ölüyorum, boğuluyorum’ diyen bu çığlığın duyulmasına ihtiyaç var. Komşuluk veya kamusal alanın değişik görünürlükleri üzerinden aile denen o yapının içine sığmayarak aksine kendini dışarı atarak, ötekilerle buluşarak intiharla kavga etmek ve baş etmek durumundayız. Çünkü ölmek demek öbür insanlarla ilişkiyi koparmak demek. Başlangıçta koparıyor ki bu insanlar ev mezar haline geliyor. O mezarın içerisinde bu kez ‘hiçbir çare yok çıkış yok. Ben gideceğim çocuklarıma ne olacak’ diye düşünmeye başlıyor. Ama bu kişilerde irade önemli. Ne kadar çaresiz kalırsak kalalım tutunmak durumundayız. Diğer insanlardan yardım istemek güç almak durumundayız. Bu dönemde etrafımıza daha başka gözlerle bakmak zorundayız. Bugünkü baskılar bir sis bulutu içerisinde daha az görmemize yol açıyor. Çünkü ana akım medya tek bir yerden sesleniyor. Daha başka duyacağımız alanlar bulmak zorundayız. Dokunma duyumuzu geliştirmek zorundayız. Öbür insanlarla temas etmek zorundayız. Çok farklı yeni yaşam araçlarını insanlar bulabilirler. Bu bakımdan herkese büyük bir sorumluluk düşüyor. Akrabalık ilişkilerinde, yoldaşlık ilişkilerinde komşuluk ilişkilerinde yeniden o sorumluluğu almak zorundayız.
Bu dönem gerçekten küsüp, kenara çekilip Godo’yu bekleme dönemi değil. Bu dönemde ne kadar baskı olursa olsun sıklıkla buluşabiliriz, alanlara çıkabiliriz ama bu dönem bizden rastlantı veya sistematik bir şekilde karşılaştığımız olaylardan bir olay çıkarmamızı istiyor. Buradaki olay, felsefi bir kavram. Farklı bir şey yapmak. Düşünün sizi hiç gözleyen biri yokken gecenin bir vakti buz gibi suda ceketinizi çıkarıp donmakta olan bir köpeğin üzerini örtmektir. Bunu hiçbir şey için yapmazsınız sadece o varlık için yaparsınız. Bugün ‘ya neymiş Bu Kürt meselesi, kadın meselesi’ diye esastan sorular sorarak yol almaktır. Demokrasi gerçekten neymiş demenin zamanı. AKP’nin büyük bir tabanın yoksullardan olduğunu gözlüyorum. Araştırmalar da bunu gösteriyor. Oradaki yurttaşlarımızın da aynı şekilde bakması gerekiyor. Türkiye hepimizin geleceği. Onların geleceği ortadan kalkarken bizlerin geleceği de ortadan kalkıyor. Yeni bir anayasa, yeni bir toplumsal sözleşme ve partilerin kendilerini yenilemesi gerekiyor. Yeni bir siyaset biçimini üretmek zorundayız. Hayata bu heyecanla bakmak zorundayız. Şimdiye kadar birçok örgüt hep tekrar ve benzeme üzerinden devam ediyor bu bazen gelenekçilik diye geçiyor. Geleneğin önemli yerlerini tutarsın ama bugünkü hayatın akışları içerisinde yeniyi hep ararsın. Herkes bu dönemde özeleştirel bir duruşla yeni yaşamın, ‘bize ne olacak sorusunun’ peşinden gitmek zorunda.
“Baskıdan çok kendimizin kuvvetini görmeliyiz. Kendi güçlerimizi etkinleştirmeliyiz. Öbür etkin güçlerle buluşmalıyız. Pasif ve tabi gruplardan uzaklaşmalı gücümüzü sürekli olarak biriktirmeliyiz. O bakımdan birçok şeyde kendi bedenimiz öteki bedenlerle temasını kurduğu anlarda kendi bedenimizdeki farkı hemen anlayabilmeliyiz”
* Tarihsel süreçlere baktığımız her dönemde baskı vardı ama bugün baktığımızda baskının ve devlet erkinin gücünü kullanımının giderek arttırdığını görüyoruz. Sonsuz bir baskı süreci olabilir mi ya da bu süreç nereye doğru evrilir, nasıl öngörüyorsunuz?
‘Baskı çok derin’ dediğimizde veya ‘hayatımızı tamamen kuşattılar’ dediğimizde aslında çok olumsuzdan beslenmiş oluyoruz. Hep böyle kötücüllüğe, baskıya bakıyoruz. Mesela, ‘işçi sınıfı sönülmendi, geri çekildi’ derken işçilerin içindeki o yaşam enerjilerini görmüyoruz. Oradaki yeni öznellik üretimlerinin farkında olmuyoruz. Hatta aynı şekilde kendi bedenimize baktığımızda bile… Bugün pekala herkes evine oturup sinebilir ama bugün sokaktaysak, dışarıdaysak bugün bir buluşmayı bir mesajlaşma veya telefonla gerçekleştirmişsek eğer başka bir şey örebiliriz. O yüzden baskıdan çok kendimizin kuvvetini görmeliyiz. Kendi güçlerimizi etkinleştirmeliyiz. Öbür etkin güçlerle buluşmalıyız. Pasif ve tabi gruplardan uzaklaşmalı gücümüzü sürekli olarak biriktirmeliyiz. O bakımdan birçok şeyde kendi bedenimiz öteki bedenlerle temasını kurduğu anlarda kendi bedenimizdeki farkı hemen anlayabilmeliyiz. Birden içimizde heyecan, coşku dalgaları, bir şeyin peşinden gitme arzusu vs. ortaya çıkar. O yüzden ben olumludan beslenelim diyorum bu dönemde. Yaşamı kutsamak gerekiyor. Bunun içinde o’cularla bu’cularla olmam, ‘o varsa ben yokum’ anlayışı ile yaklaşılmaması gerekiyor. Deneyim eksikliğinden kaynaklanan kusurlar olabilir. O yüzden muhalif yapıların yan yana gelişleri, birbirlerine kulak vermeleri ve birbirine dokunmalarının çok büyük bir önemi var. Bu baskı dönemi biraz daha uzarsa bunun sorumlusu ‘ben onlarla yan yana gelmem’ diyen ve belli miktarda öncülük yapan kişiler olabilir. O yüzden sürekli açılan ve dalgalarla insanlara erişen yeni örgütlenme stratejileri önemli.
Bunlar için mesela ben Deleuze’un resmini gördüm rizomatik örgütlenme biçimleri geldi aklıma. Rizomatik örgütlenme; ağaç biçiminde değil yan yana gelmiş patates gibi yer elması gibi, hiyerarşik olmayan yan yana örgütlenmedir. Bunun önemini vurgulamak gerekiyor. DİB bunlardan biriydi. Mesela, Haziran Hareketi kendince bunlardan biri ama yayılamadı çok fazla. HDK bu yapılardan biri büyük ölçüde rizomatik örgütlenmeyi kendi yapısını içine alan ve bireyi özneleştirip kendi içsel güçlerini diğerleri ile buluşturmaya çalışan örgütlenme biçimleri. Okuyacağız, anlayacağız, deneyeceğiz ve yeniden başlayacağız.