1996 ve 2000 yıllarının tanığı: Yaşanan şahadetler bir hamle çağrısıdır

  • 09:15 13 Nisan 2019
  • Güncel
Rengin Azizoğlu
 
İSTANBUL - 1996 ve 2000 cezaevleri süreçlerinin tanığı Mürüvvet Küçük, “Benzer süreçlerden geçtik, aynı duyguları yaşadık. Şimdi yaşanan şahadetler ciddi bir çığlıktır. Dışarıdaki sessizliğin kırılmasına dönük bir hamle çağrısıdır. Cezaevlerinden yükselen çığlığa ses olmak gerekiyor” dedi.
 
Diyarbakır Cezaevi’nde gerçekleşen ilk kitlesel ölüm orucu direnişinin ardından birçok cezaevinde açlık grevi ve ölüm orucu eylemi gerçekleşti. Devletin ciddi yönelimlerinin gerçekleştiği cezaevleri, aynı zamanda büyük direnişlerin de yaşandığı merkezler haline geldi. 
 
Cezaevlerinde yaşanan her türlü saldırı ve buna karşın gelişen direnişin bire bir tanığı olan Mürüvvet Küçük, açlık grevlerini değerlendirdi.
 
‘Başka bir dünya ve ideali temsil ediyorsun’
 
Açlık grevinin çok zor bir direniş biçimi olduğunu belirten Mürüvvet, “Hücrelerinin eridiğini hissediyorsun, bir süre sonra eriyen hücrelerin kopmaya başlıyor. Vücudun ölüm kokusu salmaya başlıyor ancak tüm bunların ötesinde haklı ve meşru olduğunu bildiğin bir noktadaysan ve bunun karşısında seni dört duvar arasına koymuş bir güç varsa onun karşısında sen başka bir dünyayı ve ideali temsil ediyorsun. Cezaevine ilk 20’li yaşlarımda girdim. 1990’ların başıydı. 1980 cuntasından sonra devrimcilerin, cezaevlerinde direnişiyle statü kazandıkları ve onu oturtmaya çalıştıkları bir dönemdi. 1994’te tutuklandıktan sonra Buca Cezaevi’ne götürüldük. O dönem 10 yıl cezaevinde kaldım. O süreç devletle irade savaşının yaşandığı, alınan hakların gasp edilmeye çalışıldığı ama bunun karşısında direnişlerin yaşanmasıyla bu baskının geri püskürtüldüğü bir süreçti. Biz ilk açlık grevimizi 1994’ün sonlarında tam bir kontrgerilla merkezi olan Buca Cezaevi’nde hak gasplarına ve dayatmalara karşı başlattık” dedi. 
 
‘O değil ben olmalıydım’ duygusu!
 
Sistematik olarak yaşatılmaya çalışılan baskıların daha sonra çıkarılması düşünülen Mayıs Genelgeleri’nin temelini de oluşturduğunu dile getiren Mürüvvet, genelgenin büyük bedellerle kazanılan hakların gaspı anlamına geldiğini söyledi. Mürüvvet, “1996 sürecinde süresiz-dönüşümsüz açlık grevlerine girdikten sonra süreç ilerlediğinde kaybettiğin arkadaşlar olduğunda ‘o değil ben olmalıydım’ duygusunu yaşıyorsun. Benim o döneme dair aklımda kalan en güçlü duygu bu. O süreçten sonra Buca’yı boşalttılar bizi Burdur’a götürdüler. Sonrasında da 19 Aralık süreci başladı. Bizler böyle bir operasyonun olacağını biliyorduk. Bir yıl öncesinde tartışmalarımızı tamamlamış ölüm orucu konusunda netleşmiştik. Ekiplerin oluşturulma süreci de çok sancılıydı çünkü herkes içinde olmak istiyordu. 19 Aralık saldırı sürecinde Uşak Cezaevi’ndeydim. Bir anda uzun namlulu silahlarla içeri girdiler. Ölüm orucundaki arkadaşlar için barikat oluşturmaya çalıştık. Yoğun bir fiziksel şiddetle havalandırmada bekletildik. Tecrit hücrelerine götürüldük. Sayım vermeme eylemi yaptık. Daha sonra da eylem süreçlerimiz devam etti” diye konuştu. 
 
‘Tecritle devlet kendini yasadışı bir konuma sürüklüyor’
 
Türkiye’deki devrimci hareketin gerilemesinde 19 Aralık Operasyonu’nun büyük bir rolü olduğunu kaydeden Mürüvvet, bugün aynı pratiğin Kürt özgürlük hareketi özelinde uygulanan savaş konseptinin bir parçası olarak yaşandığını vurguladı. Mürüvvet, “Öcalan’a bu kadar ağır ve özel bir tecrit uygulanmasıyla devlet kendini yasadışı bir konuma sürüklüyor. Bugünkü direniş insan olarak mevcut hakların gasp edilmesine karşı bir direniştir. Bunun bir de politik boyutu var; o da Kürt halkına dönük tarihsizleştirme ve belleksizleştirme saldırısına dur demenin bir biçimi. Öcalan’da somutlaşan değerler, anlamalar şahsında onun da ötesine geçen Kürt halkına karşı bir duruşun ön cephesini oluşturmaya doğru gidiyor. Bu anlamıyla çok daha farklı bir keskinliği ve içeriği söz konusu. Mazlumların dönemi birikimlerin oluşma sürecinin kapısını açtı. Şimdi o birikimler gasp edilmeye, unutturulmaya çalışılıyor. Bu anlamıyla o süreçten sonra oluşan tarihi korumanın önünde bir savunma mekanizması oluşturuyor. Başka bir direnişe mayalamanın ön adımlarından biri oluyor” ifadelerini kullandı. 
 
‘Tecrit savaş konseptinin parçası’
 
96 sürecini “içeride dışarıda hücreleri parçala” diye tanımladıklarını belirten Mürüvvet, şöyle dedi: “Cezaevlerinde tutsak kendi başına bir birey değildir. O bir bütünün önemli bir parçası ve sembolüdür. Onu uygulanan politikalar dışarıda uygulanan politikaların bir başlangıcıdır. İlk mesajlar oralardan verilir. Bu anlamıyla Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit Kürt halkına yönelik uygulanan toplam savaş konseptinin bir parçası olarak okunmalı. Öcalan üzerindeki özel tecrit dışarıdaki özelleşmiş saldırganlığın çok tipik bir sembolü halindedir. Direniş bu anlamıyla politik bir yerde duruyor.” 
 
‘Aynı duyguları yaşadık benzer süreçlerden geçtik’
 
Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı Leyla Güven’in başlatmış olduğu açlık grevleri eyleminin kendisi için çok travmatik olduğunu söyleyen Mürüvvet, daha önce açlık grevleri zamanında cezaevinde bulunan herkesin de kendisi gibi etkilendiğini söyledi. Mürüvvet, “Kürt hareketi çok güçlü bir halk hareketi. Yaşadığı tüm darbelere rağmen direnmeye devam ediyor. Bu güçlü hareket belirli bir gerileme yaşasa bile onun diriliğini biliyoruz. Bu dönemdeki genel sessizlikle 2000’ler sessizliğini benzeştiriyorum. 2000’lerde F tiplerine geçmeden önce çok güçlü bir duyarlılık vardı. Devlet o süreci çok pis bir tarzla yürüterek bizi ailelerimizle yalnızlaştırdı. Biz içerde açlık grevindeki direnişçiler olarak direnişimizin dışarıdan gerektiği kadar duyulmadığını ve ses getirmediğini bilerek direniyorduk. Aynı duyguları yaşadık benzer süreçlerden geçtik o anlamıyla birbirimizi tanıyoruz” dedi.
 
‘İçerideki sesi büyütmeye çağırıyorum’
 
Mürüvvet, açlık grevlerine karşı toplumun sessizliğine değinerek, “2000’lerde dışarıdaki kamuoyunun sadece ailelerimiz ve bir avuç yoldaşımızdan ibaret olduğunu düşünüyorduk. Bizi incitmişti ama devrimci irade ve kararlılık dışsal faktörlerden bağımsız bizi ruhsal olarak etkilemedi. Devrimci bu tür şeylerden ruhsal olarak etkilenmez. İçerideki arkadaşların bu noktada kendi direnişçilikleriyle ilgili bir sorgulamaya girdiklerini düşünüyorum. Yaşanan şahadetler ciddi bir çığlıktır. Dışarıdaki sessizliğin kırılmasına dönük bir çağrıdır aslında. Hangi yorgunluklar ya da çıkışsızlıklar yaşanmış olsa da bu hepsinin üzerine çıkmamız gereken bir hamle çağrısı. Cezaevindeki arkadaşların bunu çok daha derin yaşadığını düşünüyorum. İçerideki sesi büyütmeye çağırıyorum. Yapabileceklerimizin çok daha fazlasını zorlayarak o çığlığa ses olmak gerekiyor” çağrısında bulundu.