Limon yaprağı tadında: Dönmek için gitmeliyim sevgili…

  • 09:01 28 Mart 2018
  • Kadının Kaleminden
"Sara, limon yaprağını cebine koydu, onun az öteye düşen silahını aldı. Uzun bir tören yapabilir, sevdiğine bahçesinde bir mezar kazabilirdi ama ne zamanı vardı ne de dönüp hesap sormak için kaybedeceği vakti… 'Sana söz' dedi. 'Döneceğim topraklarımıza. Yine çocuk sesleri olacak bahçemizde ve biliyorum ki o zaman sen de olacaksın burada. Ama şimdi gitmeliyim, dönmek için gitmeliyim sevgilim.'"
 
Reyhan Hacıoğlu
 
Binlerce hikayeye gebe kalan ve tarihe "Çağın direnişi" olarak geçen Efrîn, hala yazılmayı bekleyen onlarca hikayeyi yüreğinin en derininde saklıyor… Bu hikayelerden biri de aynı toprak için mücadele eden sağlık komününde yer alan Sara’nın diğeri de savunmada yer alan hayat arkadaşının hikayesi… Sara, günün bütün yorgunluğuna rağmen yol arkadaşının çay isteğini kırmamıştı ve çay demlemeye gitmişti. Sara ve yol arkadaşı bütün gün bahçe ile uğraşmış canları çıkmıştı. Bahar geliyordu, toprağı havalandırmak, taşları toplamak ve yeni fidanlar için yer açmak bir hayli yormuştu. Ama buna rağmen güneş batarken, tepelerden görünen zeytinliklerin manzarası altında birlikte içilen çayın yerini hiçbir şey tutmuyordu onun için…
 
Kıyamet yaklaşıyor
 
Ellerini yıkamış, üstünü çırpmış ve mutfağa geçip çayı koymuştu. Sonra, radyoyu da alıp dışarı çıkmıştı. Ve Sara daha yol arkadaşı demeden Erivan Radyosu'nu açmıştı. Şanslarına Aram Tigran çalınca birbirlerine bakıp gülümsediler. Sonra yanındaki sandalyeye geçip hiç konuşmadan, öylece birkaç gün sonra kopacak kıyametten habersiz bütün gün uğraştıkları bahçeye baktılar… Koca kent sessizdi o gün, sanki kopacak kıyamet için herkes derin bir düşünceye dalmıştı. Ve hiçbiri henüz olacakları bilmiyordu…
 
Kaynayan çayın sesi böldü sessizliklerini. Gidip çayı demledi, o da diğer camdan bardakları aldı. Çocukların okul çıkışıydı, birden sessiz kent bir cümbüşe dönüşmüş, yarım saate kalmadan çantalar bir kenara atılmış, top, ip ne varsa oyun cephaneliği alınıp meydana inilmişti. İşte bu kenti en çok bu yüzden seviyordu. Çocukların sesi, zeytinliklerin kokusu ve her renkten komşuları vardı burada. "Sana başka bir dünya vaat ediyorum" derken, açıkçası bu iki odalı köy evinde kendini bulacağını hiç düşünmemişti. Neden olmasın deyip düşmüştü peşine dört yıl önce Sara… Çocukları olmuyordu, Ermeni olan ebe komşuları; “Ölümün olduğu bir coğrafyada en iyisi olmaması” derken anlamamıştı o zamanlar ne demek istediğini.
 
Arap, Ermeni, Türkmen komşuların birlikteliği
 
Çay içerken Arap olan bir komşuları koşarak kapıdan geçerken; “Akşam gelmeyi unutmayın ha” dedi. Türkmen yemek hazırlamış bütün mahalleli gelsin diyor. Onlar daha cevap vermeden geçip gitti bile. Komün erzak dağıtacaktı ona yetişiyordu muhtemelen. Dönüp ona baktı, gözü tepelerdeydi. Hani bir beklediği olurda insanın ama bilmez kim olduğunu. Güneş yavaş yavaş tepelerden batıyordu. Çok yorgundu ve "Sen tek gitsen olmaz mı" dedi. Önce sitem dolu baktı, son toplantıların hiç birine gitmiyordu çünkü. Sonra tamam der gibi başını salladı. İşte Sara'nın dayanamadığı da buydu. O kalkıp üstünü değişmeye gittiğinde, daha gelmeden Sara da kapıda hazır bekledi. Onu görünce yüzüne kocaman bir gülümseme yayıldı. Sara da; "Seni tek göndermeye gönlüm el vermedi" dedi. 
 
İçeri girdiklerinde içe içe girmiş odalarda bütün komünler toplanmıştı. Sağlık, eğitim, kadın, gençlik, savunma, maliye. Köşeye geçip oturdu kimse onu fark etmesin diye ama ne mümkün, adalet biriminden biri gelip kolundan tuttu. “Gel sen yokken sana çok görev verdik” diye. Arkasını döndüğünde ona bakıyordu. Madem geldin, git der gibi omzunu silkti. O gece çok uzun sürdü toplantılar, herkes bir şey biliyor da birbirine söylemiyor gibiydi. Anlamadı bu hallerini ama çok da üstelemedi. Kimin bir sorunu olabilirdi ki, bu dünyadan uzak, dünyaya yabancı ve zararsız topraklarla. 
 
Geldiler
 
Eve gelirken, Süryani olan komşularının bahçesindeki limonlara takıldı gözü; Çalayım dedi. Belki de beklemiyordu ama Sara dönüp “Seni mahkemeye şikâyet ederim” deyince ağız dolusu bir gülmüştü ki bir daha onu hiç öyle görmeyecekti… Eve geldiler, yorgunluktan sızıp kaldılar. Sabah uyandığında yanında yoktu. Yastığa limon yaprağı koymuştu. Akşam geç saatlerde gelmiş, evin etrafını dolaşmıştı. Sormamıştı Sara, bir şey varsa ona söyleyeceğini düşündü ama hiçbir şey söylemedi… Günler günleri kovaladı, evin bahçesine huzur dolu o çayı içişlerinin üzerinden tamı tamına 7 gün sonra bir sabah gök gürlemesine benzeyen bir sesle uyandılar. Uykudan sıçrayıp “Geldiler” dedi sadece…
 
Bir hoşçakala dahi vakit bulamadılar
 
Sonra şehri bir uğultu kapladı. Herkes koşturuyor. Bir yerlere girmeye çalışıyordu. Komünler hemen toplantı almış görev dağılımında Sara'ya sağlıkçılara yardım düşmüştü. Adalet binası geçici revir olacaktı. Onaysa savunma birimi düşmüştü. Birbirlerine uzun uzun baktılar söyleyecek çok şey vardı; en basitinden neden ona bir şey anlatmamıştı da, birlikte geçirebilecekleri son zamanları çok görmüştü diyecekti ama… Ve Sara da asla öğrenemeyecekti, derin uykulardan geçtiği gecelerde ne kadar uzun süre seyredildiğini, nefesini duymak için ne kadar sessizce dinlendiğini… Sadece gülümsedi. Ve istiyordu ki bu her şey düzelecek sözü olsun. Bir hoşçakala dahi vakitleri olmadan ayrıldılar böylece.
 
Sara, Ermeni komşunun söylemek istediğini anladı
 
Yaralı insanlar, kadınlar, çocuklar, yaşlılar. Gün geçtikçe sayı çoğalıyor ve bazen katlanılmaz oluyordu çığlıklar. Günlerdir şehir kuşatma altında ama hala direnişteydi. Evleri ne haldeydi, o neredeydi bilmiyordu Sara. Ama açıkçası tek derdi kendi değildi, bazen günlerce arkadaşlarının ısrarına rağmen uyumaz bir kişiye daha yardım edeyim derken, yığılıp kalırdı. Ve bir gün Ermeni komşuları torununun cansız bedenini kucağına bıraktığında anladı aylar önce ne demek istediğini ama artık çok geçti. O gün hastaneden yükselen çığlıkları unutamayacaktı ömrünce Sara ve kendine itiraf edemese de anne olamayışına şükredecekti sonraları.
 
Limon yaprağı
 
Ve bunca hengâmenin içinde ondan hiç haber alamadı. Ta ki 28’inci günde su alması için yan revire gönderilene kadar. Kapıdan geçerken görmüştü, kolu kan içindeydi. Göz göze geldiler. Ve hemen kolunu sakladı. Sara yavaşça yaklaşıp, bir ay önce olsa iğneden korkan halinden eser kalmamış bir dirençle yaraya baktı. Bunca zaman gördüklerinden öğrendiği bir şey varsa o da bu kolun sarkan et ve görünen kemiğinden geriye ona başına koyacağı bir omzun kalmayacak oluşuydu…
 
Söylemek istediği çok şey vardı ama ne yeri ne zamanıydı. Bütün metanetiyle, kendisine çektiği acıya rağmen gülümseyen gözlere baktı. Belki savaşta olmasa ağlayacaktı hıçkıra hıçkıra ama ağlamadı, ah bile demedi. Sargıyı aldı, yarayı temizleyip kalan parçaları birbirine iliştirdi ve sıkıca sardı. İkisi de bunun faydasız bir çaba olduğunu biliyordu. Kalktı silahını aldı ve gitmek için davrandı, Sara ise çakılıp kaldı öylece. Kalkıp yürüdü Sara ise arkasından baktı. Koşsa, sarılsa, biliyorum bir daha görüşmeyebiliriz ama dese… Aklından geçenleri uçak sesi böldü ve daha sonraları durup düşündüğünde o sahnede hatırladığı tek şeyin kapıdan çıkarken, cebinden sarkan limon yaprağı olduğunu hatırlayacaktı Sara. Bu bir vedaydı ve henüz ikisi de bunu bilmiyordu.
 
Tanrıların öfkesi
 
Günler geçti, önce elektrikler, sonra sular kesildi koca şehirde. Sanki Tanrılar öfke kusuyordu, sanki birilerinin şarabını çalmış, saksılarını çiğnemişlerdi de herkes böylece onları vuruyordu… Kara bulutların şehri toza boğmasının ikinci ayı geliyordu ve o gece gökten bomba düşerken, yan taraftaki hastane de vuruldu. Artık yaralıları kaldıracak yer dahi yoktu. Bütün komünler, kalanlar, toplanıp karar verdiler. Ya direnmeye devam edeceklerdi ya da bir gün yeniden dönmek için gideceklerdi. Kimse gitmek istemiyordu, savunma birimindekiler de katılamadıkları toplantıya haber göndererek her koşulda kalacaklarını söylemişti. Biliyordu ki bu artık onu göremeyeceği anlamına geliyordu… Hiç sesi çıkmazdı normalde, herkes onu bu haliyle bilirdi. Ayağa kalktı, etrafındaki insanlara baktı. Yüzlerinde öfke, yorgunluk, direnç, acı her şey vardı ama bir yılgınlık yoktu.
 
‘Tarih akşamları ölüp sabahları dirilenleri yazacak’
 
Biliyordu "Kalalım" denilse kalınacaktı ama gitmeleri gerekiyordu. Bütün dirençleri ile kalıp direnebilirlerdi ama bir kişi bile daha eksilmek ve ardından yıkık bir kentle kalmak belki de onarılmaz olabilirdi. O yüzden birkaç şey söylemek istedi: “Elbet geri geleceğiz” diye başladı söze; “Tarih sıra bize geldiğinde şunu yazacak; Açtılar, susuzdular, ilaçları ve giyecekleri dahi yoktu ama direndiler. Toprakları için en güzel çocuklarını verdiler, en güzel düşlerini. Bir toprak ne kadar değerliyse o kadar can verdiler, her gün üçer beşer düştüler toprağa ama sabah yine uyandılar ve direndiler. Kimse seslerini duymadı, yardımlarına gelmedi ama onların da kimseden bir medet beklediği yoktu. Akşamları ölüp sabahları dirilen halklardı onlar diyecekler. Korku değil bizden bahsedecekleri, direnç olacak, umut olacak, cesaret olacak ama illaki direniş geçecek adımızın geçtiği her satırda. Geleceğiz elbet, geri geleceğiz, onların gözü önünde yeniden ve yine gelip topraklarımızı alacağız. Bu bir kaçış değil daha güçlü bir dönüş olacak elbet.
 
Tarih bizi yazacak çünkü biz tarihin en güzel direnişini verdik. Çünkü biz zalimlere karşı en güzel tebessümlerimizle umut olduk, çünkü biz başka bir dünyanın mümkün olduğunu gösterdik ama şimdi gitmeliyiz… Şimdi düşüp yollara tekrar döneceğimiz zaman için yaralarımızı sarmalıyız, daha güçlü daha büyük dönmeliyiz. "Yine de geliyorlar diyecekler" bize buna inanın…" dedi ve yerine oturdu. Kimse bir şey demedi, diyemedi... Her şeyi topladılar, hazırdılar gitmek için…
 
Yere düşen limon yaprağı
 
İzin istedi, tehlikeliydi ama evine gitmek istiyordu son kez. Madem onu görmesine izin yoktu… Karanlıkta bir hayli uzak olan evine kan ter içinde koştu. Ne bekliyordu bilmiyordu ama gitmek istedi son kez. Eve yaklaştığında gök aydınlandı birden, sanki yağmur gibi kurşun ve bomba yağdı. Arkasına baktı dönmek için çok uzak ve geçti. Eve gidecekti, ölmek belki de en güzel orda olur diye. Kapıya yaklaştıkça, yanık bir koku duydu, önce bir anlam veremedi ama hastaneden edindiği acı tecrübe ile bunun yanık et kokusu olduğunu anlaması uzun sürmedi… Yıkılmış ve dumanlar yükselen evin etrafında dolandı, bahçe tarafına gelince yerde bir karaltı gördü. Başı döndü, gözleri karardı. Biraz ilerleyince bir insan olduğunu anladı… Tanıyamadı kim olduğunu Sara ama az ilerisine düşmüş limon yaprağını görünce anladı. Evini son kez görmeye gelen sadece o değildi… Bağırmak istedi, haykırmak ve hıçkırmak.  Çok istediği vardı ve yarım kalmışı. Bir çığlık atsa şimdi, biliyordu ölüm kokan siyahlılar saracaktı etrafını ve korktuğu kendi değildi elbet, kentin içinde kalan çocuklar, kadınlardı.
 
Sabah yaptığı konuşmayı hatırladı, sessizce ağladı. Eksik söylemişti; "Tarih acılarımız karşısında durup yas tutmaya vaktimizin olmadığını da yazacak. Acılarımız bedenimizi delip geçerken biz sessizce ağlayıp yas tutacağımız zamanı bekleyeceğiz" demeliydi. Biraz durduktan sonra uzaktan sesler duydu, birileri evleri yağmalıyordu. Belli ki şehri kuşatanlar şehri yağmalamaya başlamıştı. 
 
‘Ölüm kusan silahlara karşı görünmeden akıp gittiler’
 
Limon yaprağını cebine koydu, onun az öteye düşen silahını aldı. Uzun bir tören yapabilir, sevdiğine bahçesinde bir mezar kazabilirdi ama ne zamanı vardı ne de dönüp hesap sormak için kaybedeceği vakti… "Sana söz" dedi. "Döneceğim topraklarımıza. Yine çocuk sesleri olacak bahçemizde ve biliyorum ki o zaman sen de olacaksın burada. Ama şimdi gitmeliyim, dönmek için gitmeliyim sevgilim. Tarihin bizi eksik yazmasına izin vermezdin, veremem ben de" dedi. Sonra karanlıkta kayboldu. Rivayet odur ki ölüm kusan silahlar arasında o gece şehirden binlerce insan görünmeden, sessizce akıp geçti. Yeniden dönmek için topraklarına bir inanç ve binlerce savaşçı eşlik etmiş onlara. Yakında dönecekleri ise şimdiden dilden dile dolanıyormuş…