İnsanlık ve barbarlık arasında sıkışan zaman

  • 09:10 15 Nisan 2020
  • Kadının Kaleminden
“Bir yanıyla iyidir çürümüşlüğe kimse umut bağlamaz diyorum ama diğer yandan daha büyük korkularım devreye giriyor ve yeniden yeniden soruyorum; bizler bu çürümeden ne kadar azadeyiz? Havada çürümüş bir sistemin kokusu ve korkusunu soluyoruz hala. Yoksa bu seyirlik, seyirci olma halimizi nasıl izah edebiliriz ki.”
 
Zeynep Karaman
 
 
Özellikle son yıllarda merkezi uygarlığın geldiği bu kapitalist aşamanın tam bir barbarlık örneği olduğunu (insan,toplum ve doğa düşmanı olduğu gerçeğini) bugünlerde her zamankinden daha yoğun hissediyor gözlemliyor ve yaşıyoruz.
 
Ne acı bir gerçekliktir ki, felaketler karsısında (ki bu felaketler sistemlerin yönetme anlayışlarının insanilikten ne kadar uzak olduklarının sonuçlarıdır) hiç bu kadar seyirlik duruma düşmemiştik.
 
Tecrit olmak, acıyı yaşayamamak, onun karşısında öylece seyirci kalmak, ölen yakınlarınla bile vedalaşamamak, mezarlarına bir damla gözyaşı dökememek, bir avuç toprak dahi atamamak.
 
Acı iyi değildir ama bu duygu bile öyle zamanlar olur ki , “acı, o an” yaşamla aramızdaki en güçlü köprünün kendisidir.
 
Çoğunluk, ekrana zomlanır gibi felaketimizi seyrediyoruz. Binlerce insan cezaevlerinde her an korkunç an’lara (toplu katliamlara) uyanmamız içten bile değil. İnsanlık onuru için, yaşam hakkı için didinen, binlerce insan olmasına rağmen genel olarak, durumu değiştirecek bir şey yapabilmiş değiliz.
 
Bu toplumun en iyileri dediğimiz vicdan sahibi olanlar, bir şeyler yapma, yaşanabilecek felaketlerin önüne geçme için didinmeye çalışsa bile genel toplumu bu seyirci olma durumundan çıkarabilmiş değil.
 
Daha dün kentlerin yıkılıp insanların diri diri yakıldığı, cenazelerin günlerce sokakta kaldığı, maden ocaklarının madencilerin mezarına dönüştüğü, her gün iş kazalarından dolayı onlarca işçinin öldüğü, günde en az üç kadının erkek tarafından katledildiği ve binlerce şiddetin anlık yaşandığı, yoksulluktan kaynaklı intihar haberlerinden geçilmediği, çocukların evde, cezaevinde, yatılı yurtlarda, sokakta, istismar ve tecavüze uğradığı, diğer yandan koronadan beter DAİŞ tarzı yapıların dünyanın en eski ve sürekli olan savaş coğrafyalarında pıtırak gibi türediği, kadınlar ve çocukların yeniden köle pazarlarında satıldığı, her an nereden geleceğini bilemediğimiz ama yaşam karşısında sürekli ve sürekli vahşi bir ölüm makinasının bir şekilde işlediği son yıllar evet üzerimizden bir türlü geçip gitmeyen ve bitmeyen kabuslu geceler gibi artık hiç bir maskeye ihtiyaç duymadan tüm çıplaklığı ile hayatlarımızda fütursuzca, at koşturmaya süratle devam ediyor.
 
Kapitalizmin alabildiğine derinlere sirayet ettiği bu çağda, artık felaketlerin ne zaman hangi kılıkta geleceğini tahmin edemez olduk. Elimizi neresine atsak neresinden tutsak diyebileceğimiz bir şey yok. Her şey elimizde kalıyor.
 
Sistem eskiden toplumsal sorunlardan bahsederken genelde sağlıklı bünyede bir yerde irin oluşmuş onu patlatmak ya da cerrahi bir müdahale ile onu kökten kesip atmaktan bahsederdi. Tabi ki hastalığın nedenlerine girmeden. Fakat bu öyle bir hal aldı ki, bedenin tümü; kanser desem bu gelinen durumu hiç bir şekilde tarif etmiyor. Kapitalizm,her yerinden cerehat akan elimizin değdiği her yeri dökülen bir cüzzamlı varlık sanki.Keşke nerden baksan tutarsızlık diyebileceğimiz bir durum olabilseydi. Görülen o ki, o dönemleri çoktan aştık.
 
Bir yanıyla iyidir çürümüşlüğe kimse umut bağlamaz diyorum ama diğer yandan daha büyük korkularım devreye giriyor ve yeniden yeniden soruyorum; bizler bu çürümeden ne kadar azadeyiz diyorum. Havada çürümüş bir sistemin kokusu ve korkusunu soluyoruz hala. Yoksa bu seyirlik,seyirci olma halimizi nasıl izah edebiliriz ki!
 
Evet son yıllarda çok çok acılar yaşandı fakat kendi felaketini hiç bu kadar izleyen, seyircisi olan bir durumda kalmamıştır insanlık.
 
Hani tecrit öldürür diyorduk ya, bu gönüllü zorunlu tecrit, yaşadığımız felaketin acısını bile yaşamaya izin vermiyor. Kanunların ve onu temsil edenlerin vicdanı yoktur onları harekete geçirecek olan sivil toplumun vicdani hareketleridir. Çabalar var ama bir şey daha var ki çoookkkk uğultu var. Herkes bir şeyler söylüyor ve hepimiz TV’lerin başında sosyal medyada dünyanın bir ucundan bir ucuna yükselen uğultu okyanusunda oradan oraya savruluyoruz.
 
Her haber, olay, istatistikler, o ne dedi, bu ne yaptı karşılaştırmaları ve topladığımız her bilgi, sürecin başında yol gösterici olsa da, bir noktadan sonra çöp yığınına dönüşmekten beter bir duruma geliyor kontrolümüzden çıkıyor ve çoğunlukla savruluyoruz.
 
Bilginin derin bir bilince ve vicdani harekete geçirmesi gerekirken, corona salgını ve bunun etrafındaki her şey seyirlik bir felakete ve çoğunluğumuzun felaket karşısında bir seyirciye dönüşmesini getirmiş bulunuyor.
 
Farkında mıyız bilmem ama zaman, bu şokun seyirci olma halinde geçiyor. Henüz felaketin acısını yaşamıyoruz, uğultuların çöplüğünde belki farkında bile değiliz ama hislerimiz uyuşturulmuş durumda. Birkaç on metrelik evlerimizde, kirli bir savrulmuştuk halinde bir çoğunluk var.
 
Henüz acıya dönüşmedi bu felaket.
 
Öyle sanıyorum.
 
Ne zamanki bilgi, bilince dönüşüyor, felaketin acısını derinden hissetmeyi getiriyor ve vicdanımızı harekete geçiriyorsa işte o zaman biz felaketten onurlu insanlar olarak çıkma şansını yakalayabiliriz.
 
Bugünlerde ya insanlığımızın temellerine bir tuğla daha koyacağız yada insanlığımızdan bir adım daha geriye düşeceğiz.Yani ya barbarlık ya sosyalizmi bir sloganın ötesine taşımak elimizde....Cezaevlerinde pandemi yönetimlerden kaynaklı binlerce insanın yaşam hakkı tehlikede!!!!Önce bu dala tutunalım ki savrulmadan seyirlik halden kurtulalım derim.
 
Evet, moda tabiri ile ‘sosyal mesafe’ ile hiç benzemeyen, bilincimiz,yüreğimiz ve yaşadıklarımız arasında korkunç bir boşluk ve mesafe girmiş durumda; Sormadan edemiyorum;bu durumda  seyredişin sosyal mesafesi kaç adımdır acaba? 
 
Bu seyirci olma hali, bana pandeminin toplumsal psikolojide yarattığı ayrı ama coronadan daha tehlikeli bir hal gibi geliyor.
 
Evet bu mesafeye vicdanı ile direnmeye çabalayan çok insan var. Fakat bu çabaların muktedirleri “infaz felaketi” kararından caydırmaya yetmediği,ölüm kalım meselesine dönüşmüş durumda olan tutsakların hayat hakkını sağlama alacak bir gelişmeyi maalesef getirmediği de açık.
 
Didinme diyorum iyilerin içinde olduğu çabaya. Ama bu genel seyirlik halimizi aştığımız anlamına zaten gelmiyor. Nasıl ki Muktedirler uzun zamandır dışarıda ki muhalefeti bastırmayı temel strateji olarak benimsemişse,coronayı da fırsat bilerek içerdeki binlerce muhalif tutsağı bile bile içerde tutmasının anlamı nedir diye sormanın manası da kalkamamıştır.
 
Zaman tükeniyor, tehlike çok büyük,çürümenin kokusu ve korkusu dünya topluları gibi herkesi seyirci durumuna getirmiştir. Oysa içerde yaşam hakkı elinden alınmak istenen binlerce binlerce kadın çocuk sevgili kardeş anne, baba arkadaşlarımız var.
 
Sevdiklerimizin yaşam hakkı muktedirlerin insafına bırakılamayacak kadar biriciktir.
 
Her zaman vızır vızır geçen ambulans seslerinin bile kesildiği bu korona günlerinde;
 
Herkes ama herkes sussunnnn!!!
 
Ölümü çağıran diller kurusunnnn!!!Sonsuza dek suuussunnn!!!
 
Yalnızca ve yalnızca yaşamın dili konuşsun!!!
 
Sessizlik öldürür, ses vermek yaşatır!
 
Sevdiklerinin sesi ol!!!
 
Yetmez!!!!
 
Cezaevleri, ölüm evleri olmasın! diye vicdanının sesi ol...
 
Yaşam geç kalmaya gelmez!...