Ruşen Seydaoğlu: İtirazımız aileye değil ailecilik anlayışına

  • 09:07 3 Ocak 2025
  • Güncel
Melike Aydın 
 
İZMİR - Kadınların aile içinde nesneleştirilmesinin erkek egemen sistemin bir yansıması olduğunu belirten Ruşen Seydaoğlu, eleştirilerinin toplumsal değerlere değil, ataerkinin dokunulmaz kılınmasına olduğunu ifade etti. Ruşen Seydaoğlu "Mevcut ailelere değil, ailecilik anlayışına; yani erkek egemenliğini sürdüren yapıya itiraz ediyoruz” dedi. 
 
Türkiye’de kadınların kazandığı haklara yönelik saldırılar, erkek egemenliğinin tarif ve konumlanışını da değiştiriyor. 5 bin yıllık bir geçmişe dayanan erkek egemenliği, kadınları özgür ve eşit bireyler olarak değil, aileye sıkıştırılmış bir çerçevede tanımlıyor. Bu anlayışın en dikkat çekici örneklerinden biri, Kadın Bakanlığı’nın Aile Bakanlığı’na dönüştürülmesi. Ancak kadınlar, bu tahakküme karşı 5 bin yıllık demokrasi mücadelesini kendi söylemlerini üreterek sürdürüyor.
 
Devletin aileye verdiği önemin altında yatan sebepleri anlamak için öncelikle aile kavramının ne anlama geldiğini sorgulamak gerekiyor. Ders kitaplarında “toplumun en küçük yapı taşı” olarak tanımlanan aile, devlet politikalarının merkezinde yer alıyor.
 
Bu çerçevede, aile ve ailecilik anlayışlarını, erkek egemen kapitalist aile yapılarıyla demokratik modernitenin öngördüğü özgür eş yaşam modelini Jineoloji Yayın Kurulu’ndan Ruşen Seydaoğlu değerlendirdi.
 
‘Aile bugünkü şekliyle ele alınamaz’
 
Ailenin nasıl oluştuğu sorusuna cevap bulabilmek için, ailenin bugünkü şekliyle ele alınmasının mümkün olmadığını dile getiren Ruşen Seydaoğlu, bugünkü aile yapısı halini almadan önceki insanların bir arada yaşam biçimlerinin incelenmesi gerektiğini ve tek bir tanımın yapılamayacağını ifade etti. İnsanların bir arada yaşama ihtiyaçlarını, onları bir araya getiren duygu, düşünce ve maddi ihtiyaçlar çerçevesinde, toplumsal bir varlık olmaları üzerinden değerlendirdiklerini belirten Ruşen Seydaoğlu, “Tarihin en başından beri, aslında yerleşik yaşama geçmeleriyle beraber, kısmi göçler ve yer değiştirmeler olsa da insanlar ortak duygular ve ihtiyaçlar çerçevesinde bir araya geliyorlar. Yalnız, bugün bildiğimiz anlamda aileden ayıran en temel nokta aslında kana dayalı bir birlikteliğin olmayışı. Toplumsal ihtiyaçlara ve değerlere dayalı bir yan yana gelişi kaynaklarda görebiliyoruz” dedi. 
 
‘Birlikte yaşamlar ulus devlet ailesine dönüştü’ 
 
İlk bir arada yaşamların, bugünkü ulus devlet ailesi halini alsa da bazı değerleri kaybetmeyen yanları da barındırdığını dile getiren Ruşen Seydaoğlu, bu yaşamın katmanlar halinde birbirinin içine geçerek sürdüğünü belirtti. Ruşen Seydaoğlu, “Bir şey bitti ve sıfırdan başka bir şey oluştu demek yerine, nüvelerini ve etkilerini taşıyan bir gerçeklik içinde toplumsal yapıların oluştuğunu görmek gerekiyor. Biz, birlikte yaşamı, ortak duygu ile ortak ihtiyaçların, ortak bir şekilde giderilmesi için yan yana gelen bir birliktelik olarak aileyi başlangıç olarak görebiliriz. Ama bugünkü anlamıyla ulus devletlerin oluşmaya başladığı süreçler açısından ya da insanlık tarihine kapitalizmin ayak seslerini yansıtmaya başladığından itibaren, aslında daha erkek egemen, daha hiyerarşik ilişkilerin kurulduğu ve bu ilişkilenme biçimlerinin daha erkek egemen zihniyetle korunduğu yapılara dönüştüğünü görüyoruz. Adını da aileden alıyor” sözlerini kullandı.
 
‘Aile ulus devletler eliyle bozuma uğradı’
 
Feminist hareketin, ailenin başlı başına erkek egemen ve feodal bir kurum olduğu tezini savunurken, bazı sosyalist yaşamı savunanların ailelerin toprağa dayalı birliktelikler olduğunu ifade ettiğini kaydeden Ruşen Seydaoğlu, “Kürt Kadın Hareketi olarak bunun aslında totalde tarihsel toplumsal yorumla nasıl ele alındığını düşündüğümüzde, insanlık tarihi kadar eski olan, beraber yaşamı esas alan toplumsal değerlerle oluşmuş birliktelikler; ama bu birlikteliklerin ulus devletler eliyle ya da kapitalist tahakküm ilişkileriyle bozuma uğratıldığı bir yaşam şekli olarak tarifliyoruz. Bugünkü koşulları daha zaruri, daha cinsiyetçi, aile reisinin olduğu, aile kurallarının devlet yasalarıyla belirlendiği bir yapı. Çünkü medeni kanunlar oluşturuluyor ve bu kanunlarda en temel kısım, aile ilişkilerinin nasıl düzenleneceğine dair oluyor. Haliyle, bu durumu devletin, o erkek egemen ve devletçi zihniyetin tekelinde bir zihniyet olarak görmek gerekiyor” diye belirtti.
 
‘Temel referans tarihsel yorum’
 
Tarihsel süreçleri göz ardı etmeden ele almak ve alternatif olarak ortaya konduğunun önemini vurgulayan Ruşen Seydaoğlu, “İki insan arasındaki cinsel sözleşme ve akabinde insanların toplumsal sözleşmesinden bahsederiz. Temelde, bugün biraz daha o değerlerin dışına çıkaran da, sözleşmeyi kuran anlayışın kimin elinde olduğu ve yürütücüsü olduğu gerçeğinin baş göstermeye başlamasıdır. Haliyle biz, insan toplumsallığının doğayı da gören bir yerden, demokrasiye duyarlı, demokratik aile dediğimiz aile formunu ve anlayışını oluşturabileceğini söyleyen bir yerdeyiz. Hem ideolojik olarak hem de politik bir hat olarak bunun için geriye gitmemiz gerekiyor. Çünkü temel referansımız tarihsel yorum yöntemi” dedi.
 
‘Dikey örgütlenmelere geçiş cinsel kırılma ile gelişti’
 
Aile nin hangi değerlerle bir araya geldiği konusunun, cinsel kırılmalardan bağımsız ele alınamayacağını söyleyen Ruşen Seydaoğlu, “Çünkü ilk cinsel kırılma öncesi, kadının kolektif aklının ve değerlerinin hakim olduğu bir arada yaşayışlar olduğunu söylüyoruz, buna dair referanslar veriyoruz. Bunu, arkeolojik kazılardan ve çeşitli araştırmacıların verilerine dayandırıyoruz. Ama bir yerde, üretim araçları gelişiyor diyoruz. Artık kolektif karar veren, yatay örgütlenmeler şeklinde yaşayan toplulukların daha dikey yapılara doğru evrildiğinden bahsediyoruz” diye kaydetti. 
 
Artı ürünün etkisi 
 
Üretim araçlarının gelişip ortaya çıkan artı değerin biraz daha erkeklerin ve hiyerarşinin üstüne, onların eline geçmesiyle, o artı ürünün nasıl üretileceği, sürdürüleceği ve korunacağı konusunun devreye girdiğini belirten Ruşen Seydaoğlu, “Haliyle biz, ilk cinsel kırılmadan itibaren peyda olan bir kana dayalı, çitlenmiş özel mülkiyetlerin içinde yaşayan çocuk sayısının ya da çocuğun kime ait olduğu meselesinin erkeğe ait bir şeye dönüştürüldüğünü görüyoruz. Sözlü tarih açısından da bulgular açısından da aslında çocuğun dahi kime ait olduğunun bilinmediği, daha doğrusu bir özel mülkiyet fikrinin olmadığı yaşamlardan bahsediyoruz. Aileyi, ekonomik ilişkilerin değişmesi, çitlenme, hayvanların evcilleştirilmesi ve üretim araçlarının geliştirilmesiyle bugünkü anlamına yavaş yavaş gelen aile formunun ilk ayak seslerinin o zaman duyulmaya başlandığı bir yapı olarak değerlendiriyoruz. 
 
Bir arada  yaşamayı sürdürme 
 
O zamandan itibaren inanç sisteminin dinciliğe dönüştürülmesi, felsefenin erkek egemen hale getirilmesiyle kadının özgürlüğünün giderek değersizleştirilmesi, mevcut o bir arada yaşayışa da yansıyor. Aile, erkek egemenliğinde hiyerarşik olarak sürdürülen toplumsal cinsiyetçi rollerin derinleştirildiği bir yapı haline getiriliyor. Tarihsel olarak geriye gidip ifade etmeye çalıştığımızda, ailenin her dönem farklılaştığını görüyoruz. Ama insanların bir arada yaşamayı sürdürmeye dair bir deneyimi olarak aileyi ifade etmek, bizler için en geniş tanım olacaktır” ifadelerini kullandı. 
 
‘Tarihsel bir sapma ve devam eden bir mücadele’
 
İnsanlığın ataerkilliğe ihtiyacını sorgulamanın, insanların mevcut savaşlar sistemine ihtiyacı vardı demeye benzediğini kaydeden Ruşen Seydaoğlu, sömürgeciliğin, savaş kurgularının ve kapitalist sistemin erkek egemenliğine dayandığını söyledi. Erkek egemen sistemlerin, toplumların bir araya gelip karar vererek dâhil olduğu bir ideoloji olmadığına işaret eden Ruşen Seydaoğlu, “Bu aslında yatay örgütlenme, toplumsal değerlerin daha çok doğanın içinden çıktığını, insanlığın bu şekilde öğrendiği ve zihniyetini genişlettiği sürece karşı bir sürecin oluşması anlamına geliyor. Çünkü temelde biz tartışmaları yürütürken, tarihsel akışın demokratik modernite ve kapitalist modernitenin yan yana devam ettiği bir süreç olduğunu söylüyoruz. Toplumların, toplumsal hareketlerin, inanç gruplarının ve kadınların güçlendiği dönemlerde özgürlükten, eşitlikten yana olan demokratik modernite değerlerinin öne çıktığını; diğer taraftan ise iktidarcı güçlerin, hegemonik erkeklerin ve ulus devletçi sistemlerin güçlendiği ve yükseldiği dönemlerde kapitalist moderniteye dair politikaların arttığını görüyoruz. Böyle bir tarih okuması içinde, ‘insanlar eşit, özgür ve daha yatay bir yaşamdan vazgeçti ve kendisi için doğru olanın ataerkil hiyerarşi olduğuna karar verdi’ gibi bir yerden bakmamız doğru değil”  diye konuştu. 
 
İdeolojiler nasıl yayılır?
 
Ataerkil aile sistemini anlayabilmek için karşıtlıklar içinden çıkmanın önemli olduğunu dile getiren Ruşen Seydaoğlu, “Ataerkil ailenin dayandığı kimi ideolojiler olduğunu söylüyoruz. Yapısal olarak ulus devlete bağlıdır ve onun politikalarını ‘toplumun en küçük hücresine kadar’ taşıyabilme yöntemi olarak aileyi ifade ediyoruz. Diğer taraftan, ana soylu sistem içerisinde ya da Neolitik Devrim içinde insanların beraber yaşadığı; kadınların doğada serbest dolaşırken edindiği deneyimleri diğer insanlarla paylaşarak, dayanışarak sürdürdüğü bir sistemden bahsediyoruz. Ancak işin içine kazanç girdiğinde, bu kazancı bazı tekeller ellerinde tutmak istediğinden, bunu toplumun tamamına bir şekilde sirayet ettirmek zorunda kalıyorlar. İdeolojiler, toplumlarda bu şekilde yayılır. Sen bir mahalleye, köye ya da bir evin içine girerek orada fikrini tartıştırabildiğin, ikna ettiğin veya zorunda bıraktığın zaman, çünkü zor da bir aygıttır fikrini kabul ettirmede, kendi ideolojini güçlendirmiş olursun.
 
‘Ataerki bir ihtiyaç değildi’
 
Şimdi biz, ‘Ataerki bir ihtiyaç mıydı?’ sorusunu ele alırken, ‘Bir ihtiyaç değildi, kadın değerlerine saldırı üzerinden geliştirilen bir sistemdi’ noktasında durmak zorundayız. Doğa, totemler ve tabularla korunduğu bir inançlı sistemden, görünmez tanrıların olduğu, bu tanrıların din adamları eliyle ulaştırılabildiği ve halklardan koparıldığı bir devletli sisteme evrilmeye başlandı. Haliyle, ailenin de ihtiyaçtan doğduğu söylenemez. Aksine, tarihsel akış içinde bir sapma yaşatılarak ataerkil sisteme geçildi. Bu vurgular üzerinden, neden ailenin ataerkil hale getirildiği daha şeffaf anlaşılabilir” ifadelerine yer verdi. 
 
‘İtirazımız ailelerin tartışılmaz kılınmasına’
 
Mevcut ailelerin bütünüyle toplumsal ilkelere dayanmadığı anlamına gelmediğini, ancak iktidarların yarattıkları ailelerin tartışılamaz kılınmasına itiraz ettiklerini vurgulayan Ruşen Seydaoğlu, insan yaşamının, toplumsal yaşamın ve yönetimsel faaliyetlerin tartışılamaz ve dokunulamaz kılındığı bir yerde, özgürlüğe dair insanların ivme kazanmasının mümkün olmamasının istendiğini sözlerine  ekledi. Ruşen Seydaoğlu şöyle devam etti: “Çünkü tartışılması halinde aileyi güçlendirecek çözümler de bulabilirsiniz; erkek egemenliğine alternatif, yeni toplumsal, özgürlükçü, eşitlikçi rollerin inşasına dair siyaset üretebilirsiniz. Ama iktidarlar ve hükümetler aileyi bu kadar dokunulmaz kılarak dogmatikleştiriyor. Görünmeyen ama bir şekilde genetiğe kadar işletilmiş bir anlayış oluşturulmaya çalışılıyor. Mesela bir yapısal kurum olarak ailenin kendisine bu yapılmıyor; ailenin içinde aslında sürekli işletilen cinsiyetçilik, dincilik ve milliyetçilik gibi anlayışlar da dokunulamaz hale getiriliyor. Bir aile yapısına dair eleştiride bulunduğumuzda, ‘Siz bizim milli değerlerimizi, toplumsal, tarihsel kadın-erkek ilişkilerimizi yok sayıyor, bitirmeye çalışıyorsunuz’ gibi son derece kaba ve sadece rasyonellikten uzak karşı çıkışlarla karşılaşıyoruz.
 
Aile neye dönüştürüldü?
 
Ancak tartışılmak istenen, insanların neden bir arada yaşaması gerektiği fikri değil; ailenin neden bu kadar ataerkil bir mekanizma olduğu, neden sürekli toplumsal cinsiyetçi rollerle kendini sürdürebildiği ve neden kadınların o aile içinde önce babanın, abinin denetiminde, sonra da başka bir ailede kocanın denetiminde bir nesneye dönüştürüldüğüdür. Bunun dışında, başka bir aile modelinin neden ısrarla karşısında durulduğunu sorgulamaya çalışıyoruz. Ve aileye ilişkin, özellikle kadın özgürlük mücadelesi açısından getirdiğimiz temel eleştiriler bunlardır. İnsanların ‘neden bir arada yaşıyor’a dair bir eleştiri değildir bu. Kürt aileleri ya da bilinen anlamda aşiret tarzı aileler bitirilsin gibi bir karşıtlık üzerinden tartışmıyor Kürt Kadın Hareketi. Orada, aslında devletçiliğin ve ulus devletin yansımaları dışında bir birliktelik, kadın-erkek ilişkisi, özgürlük ve eşitliğe dair neden kurulmuyor, nasıl kurulabilir tartışması yürütüyoruz.”
 
‘Aile topluma ailecilik ise iktidara dair bir kavramdır’
 
Jineoloji ile bilim odaklı çalışmaların gelişmesi sonrasında, eleştirel bakış ihtiyacının daha da açığa çıktığını dile getiren Ruşen Seydaoğlu, mevcut eleştirdikleri kavramları ancak yeni içeriklerle kullandıklarını ifade etti. Kadın özgürlükçü, demokratik ve ekolojik bir yaşamın kurulmasının aileden bağımsız olmadığını söyleyen Ruşen Seydaoğlu, “Aile, toplumun ürettiği ve toplumun içinde binlerce yıldır yaşadığı bir mekanizma. Bu mekanizmanın kendisi, ne bir sorunun tek başına sebebi olabilir ne de bu mekanizmayı ortadan kaldırmak, devasa bu cinsiyetçi sistemin çözümü olabilir. Haliyle biz, ortaya çıkan kavramları da yaşama biçimlerini de öncelikle kendi dönemleri kapsamında ele alıyoruz. Yani aile ortaya çıktığında nereden geldi ve neye dönüştürüldü, bu önemli bir nokta. Haliyle biz, ailenin insanların birlikte yaşamını da karşılayan boyutuyla ele alınması gerektiğini düşünüyoruz.
 
İktidarlar aileciliği savunur
 
Aile, beraber yaşamanın bir örneğidir; antropolojik olarak değerlendirilen bir mekanizmadır. Bugün kendini sürdürmesi, ne kadar köklü olduğunun da ispatıdır. Demek ki insanların böyle bir şeye, beraber yaşamaya dair bir ihtiyaçları var. Ailecilik dediğimiz mefhum ise, erkek egemen ve kapitalist aklın kurallarıyla inşa edilen, dogma haline getirilen, tartışılamaz ve dokunulamaz kılınan o ideolojik yaklaşımın kendisidir. Hani dinciliği, milliyetçiliği, sömürgeciliği gördüğümüz yanların bir bütünü olarak aileciliği ifade ediyoruz. İktidarlar aileciliği savunurlar; çünkü bu mekanizma, kendilerini sürdürebilme aygıtı haline getirilebilmiştir” sözlerini kullandı.
 
‘Aileyi özgür eş-yaşamla birlikte ele almak’
 
Diğer taraftan, demokratik modernite güçlerinin de mevcut aileleri dönüştürmeye dair söz kurduğuna işaret eden Ruşen Seydaoğlu, bunun ideolojik, teorik, kavramsal ve kuramsal hattıyla, özgür eş yaşam tartışmalarıyla devam ettiğini belirtti. Burada da kadın ve erkekten başlayarak, toplumdaki bütün bileşenlerin hangi prensiplerle birlikte yaşayacağına dair kuramlar üretildiğini söyleyen Ruşen Seydaoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: “Özgür eş yaşamda bağımsız olarak aileyi ele alamayız; bu, bir toplumsal gerçekliktir. Ama şunu da görmeliyiz: Bakın, iktidarın saldırıları ısrarla kendi yaratmak istediği, kendi yarattığı ailenin olduğu gibi kalmasına yöneliktir. O ailenin daha fazla özgürleşmesine dair politikaları yoktur.
 
Haliyle, itirazımızı somut politikada, örneğin yerel politikada, parlamenter siyasette; siyasi partner rejimi içindeki muhalif siyasi partilerin sözlerinde, aileye dair eleştirilerle görüyoruz. Bu eleştiriler, ailenin neden oluştuğuna, neden var olduğuna, neden ‘Aile Bakanlığı’ kurulduğuna dair tartışmaları kapsar. Kadını görmeyen aile anlayışına ve ailecilik anlayışına yönelik bir itirazdır. Ya da çocukların bağımsız, özgür bireyler olarak bir ailede yetişmesinin önünü kapatan hükümet ve devlet politikalarına karşı bir eleştiridir. Yani aile içindeki bireylerin, o iktidar mekanizmasından sıyrılıp özgür bireyler olamamasına ilişkin eleştirilerdir. Aileyi yeniden ele almaya, kadın özgürlüğü temelinde ve toplumsal değerlerle tartışmaya yönelik bir eleştiridir. Bizim eleştirimiz aileciliktir.”
 
‘Eş bir kopya değil, bir ortaklık’
 
Aileciliğin, erkek egemen zihniyetine ve kapitalist sistem ölçülerine dayandığını; çok çocuklu olmak, erkek çocuk doğurmak, soyun sürdürülmesi ve kana bağlı ilişkilerin güçlendirilmesi gibi durumların öne çıktığına dikkat çeken Ruşen Seydaoğlu, oysa ilk yaşama formlarında kimin kimle akraba olduğunun kan bağına değil, ortak duygu, düşünce ve maddi ihtiyaçlara dayandığını hatırlattı. Yeni aile modelinde ise daha çok çalıştırılacak işçi, savaştırılacak asker ve ucuz emek gücü üretmek için hükümetler tarafından ailelerin, aile içinde de kadınların kuluçka makinesine dönüştürüldüğünü kaydeden Ruşen Seydaoğlu, “Bunu gören bir yerde mevcut ailelere söz kurmak, aileciliğe söz kurmak anlamındadır bizler açısından. Hâlâ alternatif bir yaşamın mümkün olduğuna dair sözümüzü özgür eş yaşam kuramı üzerinden kuruyoruz. Siyaseti eş başkanlık olarak görüyoruz; diğer sivil toplum çalışmalarını ise eş sözcülük olarak görüyoruz. Aile içinde de kadın ve erkeğin eşit şekilde karar verdiği, eşit şekilde düşündüğü bir modeli savunuyoruz. Eş derken de bir kopyadan değil, bir ortaklıktan bahsediyoruz” dedi. 
 
‘İlişkileri ahlaki politik ilkeler üzerine kurmak’
 
Her ailenin, her bireyinin siyasete katılımını, beraber karar verme ve kolektif olarak eğitim, sağlık, kültür gibi ihtiyaçlarını karşılayabilmelerini sağlayacak bir mekanizmaya dönüştürülmesi üzerinde duran Ruşen Seydaoğlu, aile içindeki devletle ilişkili bazı öğretilerin, evlilik, nikâh ve doğan her çocuğa babanın sahip olması gibi zorunlulukların da tartışılması gerektiğinin altını çizdi. Ruşen Seydaoğlu, “Bunlar çok gündelik politikalar gibi duruyor ama aslında binlerce yıl öncesine dayanıyor bir şekilde. Mevcut aileleri demokratik ailelere dönüştürmek, özgür eş yaşam kapsamında yaklaşmayı gerektiriyor.
 
Mesafelenme gerekiyor 
 
Ama bununla beraber Kürt Kadın Hareketi, kimseye mevcut bu kapitalist ve erkek egemen sistem içinde yeni aileler kurun, modernizme dair gelenekler oluşturun ya da geri geleneksel yanları sürdürün gibi önerilerde bulunmuyor. İlişkilerin sahiden ahlaki ve politik ilkelerle kurulması gerektiğine dair bir yaklaşım sunuyor. Bu toplumsal gerçeklik içinde aile yapılanmaları, en çok tekrar tekrar söylediğimiz yere dönüşüyor. Çünkü özgürlüğe ve eşitliğe dair bütün imkânların en çok da aileler içinde oluşturulduğunu ve yeniden üretildiğini görüyoruz. Haliyle, mevcut ailelere ve ailecilik anlayışına dayanan yapılara bir mesafelenme gerekiyor. Mevcut ailelerle biraz daha uzakta bir pozisyonda durarak, onu çözümleyerek; ne istediğine, özgürlükten ve eşitlikten yana nasıl yaşamak istediğine karar veren özgür kadın ve erkek akıllarının oluşması için mücadele veriyoruz” diye konuştu. 
 
‘Kadın hareketi tarihsel arka planı gözeterek hareket ediyor’
 
Bazen, bir anda bir devletin aile politikası eleştirildiğinde, bu eleştirinin arka planı yokmuş gibi bir yaklaşımla karşılanabildiğine değinen Ruşen Seydaoğlu, oysa hem Kürt özgürlük hareketinin hem de Kürt kadın hareketinin kendi teorisinden eylemselliğine kadar her şeyi toplumun tarihsel kökenlerine dayandırarak hareket ettiğini söyledi. Ruşen Seydaoğlu, sözlerine şunları ekledi: “Bu mevcut yapıları eleştirme hakkımızı, mevcut yapıların dogmatik olduğunu söyleme hakkını elimizden almamalı. Çünkü aslında bunların tamamı, özgür ve eşit yaşamın nasıl kurulacağına dair toplumsal konsensüsler, ortak tartışmalar, ne istediğimizi özgür irademizle belirleyebileceğimiz zeminler, yani demokratik siyaset dediğimiz zeminin yaratılabilmesinin imkânı ve şartı olarak görülüyor.”