Kürt sineması, hafıza ve direniş
- 09:04 14 Ekim 2022
- Jıneolojî Tartışmaları
“Kürt sinemasının kuruculuğu hafızayla olan ilişkisinde yatıyor. Özellikle son 30 yıldır hafıza çalışmalarının ısrarla işaret ettiği birkaç temel nokta var. Bunlardan ilki, hafızanın geçmiş ve gelecekle kurduğu ilişkiye dairdir. Hafıza, her ne kadar geçmişe dairmiş gibi görünse de aslında geçmişin şimdide kurulmasıdır.”
Tebessüm Yılmaz
Temel kavramları ve bu kavramları nasıl kullandığıma ilişkin bir notla başlamak istiyorum. Bu çalışmanın teorik zemini Duncombe’nin hatlarını çizdiği kültürel direniş kavramsallaştırması ile bilhassa son 30 yıldır dünya çapındaki köklü sosyopolitik değişim ve dönüşümlere paralel yükselişe geçen hafıza tartışmalarına dayanıyor. Duncombe kültürü, dünyayı anlamlandırmamıza yarayan birtakım normlar ve davranış biçimlerini kapsayacak bir biçimde bir süreç olarak tanımlayarak kültürün ve buna paralel kültürel direnişin elastik yapısına dikkat çeker. Duncombe’den hareketle kültürel direniş aynı anda birçok şey olabilir; bilinçli ya da bilinçsizce hakim sosyoekonomik yapılara karşı direniş koyan ve/veya değişimi ajandasına alan kültürel eylemleri ve eylemlilik halini anlattığı gibi kendisini daha pozitif bir yerden yani yalnızca hakim olana karşıtlık üzerinden değil; kendisini mevcut olandan ayırarak kurucu bir vasıfla var edebilir. Bu kurucu olma özelliği benzer düşünce ve değerleri veya inanç sistemlerini benimseyenleri bir araya getirerek beraberinde failliği (agency) de mümkün kılar. Sözü Duncombe’den devralarak Kürt sinemasının tam da bu bağlamda bir aktör olarak kuruculuk vasfı olduğunu ileri sürmek istiyorum.
Toplumsal hafıza politik bir mücadele alanıdır
Kürt sinemasının kuruculuğu hafızayla olan ilişkisinde yatıyor. Özellikle son 30 yıldır hafıza çalışmalarının ısrarla işaret ettiği birkaç temel nokta var. Bunlardan ilki, hafızanın geçmiş ve gelecekle kurduğu ilişkiye dairdir. Hafıza, her ne kadar geçmişe dairmiş gibi görünse de aslında geçmişin şimdide kurulmasıdır. Dolayısıyla geçmiş hakkında konuşur gibi göründüğünde bile bünyesinde bir gelecek tahayyülü barındırır. Sanılanın aksine dinamiktir ve dönüşüme açıktır. Hatırlayanla birlikte değişir. Literatürde dikkat çekilen bir diğer husus, hafızanın siyaset yüklü bir terim olması. Hatırlamak politik bir eylemdir; dolayısıyla neyi, nasıl hatırladığımızın kendisi kadar neleri unuttuğumuz da politiktir. Toplumsal hafıza politik bir mücadele alanıdır, bu sebeple de ihtilafa açıktır. Bu çalışma kapsamında vurgulamak istediğim bir diğer unsur ise hafızanın cinsiyetlendirilmiş karakteri. Hatırlama-unutmanın ardında yatan güç ilişkilerinin nasıl cinsiyetlendirildiği, kimlerin hatıralarının anmaya değer olduğu, unutma yoluyla hangi öznelerin silinmeye çalışıldığı, sesi kıstırılmak istendiği de önemlidir. Kültürel ve kolektif hafızaya feminist bakış bu yüzden elzemdir. Evrensel olduğu iddia edilen kabul ve önyargılarla hafızaya yaklaşmak ağırlıklı olarak er(k)illerin sesini duymamıza sebebiyet verir. Bize düşense egemenin sesine kulak tıkayıp yok sayılmak istenenlerin sesine kulak vermek, sesine ses katmak olmalı. Dünyayı egemenin penceresinden değil, ötekilerin deneyimlerinden okumayı göze almalı. Kürt sineması bize tam da böyle bir olanak sağlıyor.
Kürt sineması ve karşıt hafıza
Kürt öznelliklerinin ve kimliğinin itinayla silinmeye çalışıldığı, varlığının inkâr edildiği bir coğrafyada Kürt sineması, hem Kürt (kültürel) kolektif hafızasını yaratan öznelerden biri hem de bu hafızanın sürdürülmesine yarayan araçlardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Kurucu özne olarak Kürt sineması, kendi gündemi, talepleri ve dili olan çok katmanlı ve çok sesli bir kültürel direniş biçimi. Devletin resmi hafızasının karşısına dikilen yeni bir mecra; bir karşıt hafıza (counter memory). Bu bağlamda yalnızca hâkim rejime karşı çıkmakla, ona direnmekle kalmıyor; barış inşasında da büyük bir rol oynuyor. Bu rolü kavrayabilmek için Kürtlere yönelik devlet şiddetinin karakterini, kapsamını ve bağlamını iyi anlamak gerekiyor.
Zorla yerinden edilme
TC Devleti’nin “kendisinden olmayanı” yok sayma, bastırma, sessizleştirme, asimile etme, asimile edemediğini ise yok etme politikasının Kürtlere has olmadığını bildiğimiz gibi Kürtler’in bu siyasetten en çok etkilenen halklardan biri olduğunu, üstelik bu sistematik devlet şiddetinin hala sürmekte olduğunu da biliyoruz. Malumun ilamına gerek olmasa da hem akademik literatürde hem de siyasal alanda “Kürt Meselesi” olarak adlandırılan “mesele”nin öznesi tabiatı gereği Kürtler değil, Türkler. Kürt Meselesi cümlesinin gizli öznesi olan Türklük, “sorun çıkartan” ve dolayısıyla “bastırılması gereken” Kürt öznelliğini nesneleştirerek yıllarca dikkatleri kendisinden uzaklaştırmayı başardı. Er(k)il, heteronormatif sömürgeci bu yaklaşımın 1990’lı yıllarda biçimi, yoğunluğu ve araçları değişti. Kürtlere yönelik devlet şiddeti, o güne dek görülmemiş bazı yeni formlara büründü: JİTEM ve Hizbullah gibi doğrudan devlet eliyle kurulan ve/veya desteklenen paramiliter oluşumlar, köy koruculuğu sistemi, zorla kaybetmeler, köy boşaltmalar ve bunları takiben zorla yerinden edilme.
Madalyonun öteki yüzü: Kürt direnişi
Bakur’da vuku bulan bütün bu şiddete rağmen, Kürtler ve Kürtlük, Türkiye kamuoyuna genellikle iki biçimde sunuldu. Bunlardan ilki Kürtleri erotikleştirilerek nesneleştirilen ölü bedenlere indirgerken (özellikle medya dilini hatırlayalım: “etkisiz hale getirilen teröristler”) diğeri Kürtleri pasifize ederek nesneleştirmeye çalıştı. “Teröristlerin zulmüne maruz kalan cahil, köylü Kürt” söylemi bir yandan Kürtleri öznelliklerinden arındırmaya çalışırken diğer yandan da Kürtlere yönelik asker ve polis şiddetini meşrulaştırıyordu. Bakur dışında kalan topraklarda şiddeti meşrulaştırarak görünmez kılmaya çalışan devlet söylemi ve onu destekleyen diğer imajlar sürekli yeniden üretilirken Kürtlerin deneyimlerini kendilerinden değil; hep egemen kültürün dilinden dinleyip gözünden görmüş olduk. Oysa madalyonun bir de öteki yüzü vardı: Kürt direnişi.
Kürt sinemasından hafızaya karşı direniş
TC Devleti’nin ve kamuoyunun yarattığı ve yeniden ürettiği bu sarsılmaz, sorgulanamaz ve sorgulanması dahi düşünülemez olan “büyük anlatıyı” çatırdatan ve karşısına bambaşka bir gerçeklik ve deneyim koyan Kürt sineması söz konusu şiddetin göbeğinde doğdu. Kürtleri pasifize eden, erotikleştiren ve/veya kriminalize eden Türk bakışını (Turkish gaze) alaşağı eden yeni nesil Kürt yönetmenler eyleyen, aktif özneler olarak Kürtleri beyaz perdeye taşımaya başladı. MKM çevresinde yetişen bir dizi yönetmen, farklı ve çoklu bir sinema dili kurmayı denedi. Türk sinemasının dolaşıma soktuğu resmi devlet söylemiyle birebir örtüşen, cehalet, fakirlik ve geri kalmışlık kıskacında kavrulan ya da topyekûn kötüler olarak karşımıza çıkan terörist Kürt imgesinin dışında farklı bir anlatı koyan Kürt sineması böylelikle resmi hafızaya karşı bir direniş örgütlemeye başladı. Üstelik bunu süregiden bir savaş ortamında gerçekleştiriyordu. Kısacası Kürt sineması hem bir hayatta kalma biçimi hem de kendini ve kendi gerçekliğini sinema yoluyla yeniden var etme mücadelesi olarak zuhur etmiş oldu.