Dicle Müftüoğlu: Kelepçelenenin hakikat olduğunu görmek lazım

  • 09:20 16 Mart 2024
  • Güncel
 
 
AGIRÎ - Geçtiğimiz günlerde, tahliye edilen DFG Eşbaşkanı Dicle Müftüoğlu, 10 aylık tutsaklık sürecine dair “İşin özü ve özeti şudur; Türkiye hakikatten korkuyor. Bu hakikatin takipçileri olan gazetecileri baskı altına alıyor. Kelepçelenenin hakikat olduğunu görmek lazım” dedi.
 
Dicle Fırat Gazeteciler Derneği (DFG) Eşbaşkanı ve Mezopotamya Ajansı (MA) Editörü Dicle Müftüoğlu, Ankara merkezli başlatılan soruşturma kapsamında, “örgüt üyesi olmak” ve “örgüt yöneticiliği” iddialarıyla 29 Nisan 2023 tarihinde gözaltına alınıp 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde tutuklanmıştı. Hukuksuz şekilde cezaevinde 10 ay tutulan Dicle, 29 Şubat’ta hakkında devam eden davanın 3’üncü duruşmasında tahliye oldu. Dicle hem tutsaklık sürecine hem de Kürt basınına yönelik baskı politikasına dair konuştu. 
 
Yaşanan sürecin Türkiye gerçekliğine dair her şeyi anlattığını dile getiren Dicle, özgürlük isteyen ya da sözünü söylemek isteyen herkesin kurgusal operasyonlarla baskı altına alındığına değindi. “Bir gazeteciyi Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde tutuklamayı ancak  Türkiye’de görebiliriz” diyen Dicle, “Mesleğimi icra etmem engellendi. Bunun basın özgürlüğü gününde yapılmış olması, Türkiye’nin iktidar aklını, zihniyetini ortaya koyuyor” ifadelerini kullandı. 
 
Seçim sürecinde algı operasyonu
 
Söz konusu operasyonun aynı zamanda seçim sürecine yönelik bir algı operasyonuna dönüştüğünü vurgulayan Dicle, “Biz tutuklandıktan 2 ay sonra hakkımızda bir iddianame hazırlandı. Operasyon Ankara’da olduğu için dosya Ankara 28’inci Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunuldu. Dosyayı inceleyen mahkeme, bunun CMK’ya aykırı olduğunu belirtti. Çünkü seçim öncesi bir operasyon düzenlenmişti. Birçok kesimden insan toplanıp, ‘örgüte finans sağlıyorlar’ gibi bir duyuruyla gözaltına alınmıştı. Gözaltına alıp, tutukladığınız kişilerin birbiriyle fiili ve hukuki bir birlikteliği yok. Dolayısıyla bu kişileri aynı iddianamede yargılamazsınız’ diyordu. Aslında merkezi bir operasyondu ve Ankara’dan doğruca, özelden Kobanê davası tanıkları üzerinden başlatılan bir operasyondu” şeklinde konuştu.
 
‘Meslektaşlarımızla görüşmemiz örgütsel suç gibi gösterildi’
 
Geçmişten bugüne iktidarın basına yönelik sansür ve baskılarını değerlendiren Dicle, şöyle konuştu: “İktidarın politikalarını eleştiren, bu politikalara karşı sözünü söyleyen, kendi yolunu ortaya koyan insanlar ve siyasetten farklı düşünenler yargılanmak isteniyor. Bu iddianame reddedildikten sonra savcılık aynı iddianameyi hiç değiştirmeden, yani emniyet fezlekesi dışında tek bir şey ortaya koymadan mahkemeye tekrardan sundu. Benim dosyam Ankara 19’uncu Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderildi. Orası yetkisizlik kararı verip Diyarbakır’a gönderdi. İddianame Diyarbakır 5’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nce kabul edildi. Duruşma günü belirlendi. Duruşma öncesi avukatım, tanıkların duruşmada hazır edilmesi yönünde başvuruda bulundu. Bu talep kabul edilmedi. Duruşmada savunma yaparken, savunmamı toparlamam ve kısa tutmam istendi. O kadar boş iddialar söz konusuydu ki. Meslektaşlarımızla telefon görüşmesi yapmamız örgütsel suç gibi gösterildi. Hem bir gazeteci olarak hem de bir insan olarak yaptığım faaliyetler suçlama konusu oldu. Ortaya hiçbir delil konulmadan, sanki tüm bunları örgütsel faaliyetler çerçevesinde yapmışız gibi bir algı oluşturuldu. Savcı iddianamede benim için ‘sosyal yaşamı, örgüt üyesi olduğuna işaret’ diye bir iddiada bulunuyor. Örgüt üyesi olmakla birlikte bir de örgüt kurmak, yönetmekle yargılanıyorum” sözlerine yer verdi.
 
‘Konu Kürt gazeteciler olunca durum daha çetrefilli’
 
Özgür basın için hiçbir dönemin kolay geçmediğini, yaptıkları her haberde hedef haline geldiklerini vurgulayan Dicle, “Gazeteler, matbaalar tahrip ediliyor, yıkılıyor. Gazeteciler katlediliyor. Gazetecilerin katledilmesi, tutuklanması, sürgüne gönderilmesi gibi birçok şey yaşanıyor. Söz konusu Kürt sorunu olunca, Kürtler olunca durum daha çok çetrefili hale geliyor. Söz konusu bir de Kürt gazeteciler olunca bu durum daha da ağırlaşıyor. 1992’de başlayan yayıncılık hayatı Kürtlerin hem direnişini anlattıkları hem de maruz kaldıkları ihlalleri, baskıları anlattıkları, kendi sözlerini söyledikleri alanlar oluyor. Buna yönelik baskı da bu duruma dair tahammülsüzlüğü ortaya koyuyor. O yıllardan bu yıllara 50’yi aşkın gazeteci katledildi. Gazeteler bombalandı. Yine OHAL ve valilik kararlarıyla Özgür Gündem Gazetesi’nin Kürdistan’daki birçok kente girişi yasaklandı. Böylesi bir tablo var. İşin özü ve özeti şudur; Türkiye hakikatten korkuyor. Hakikatin takipçileri olan gazetecileri baskı altına alıyor. Yüz yıldır çok farklı yöntemler denendi. Hala da denenmeye devam ediyor. Buna karşı direnen, hakikatin izinde ilerleyen gazeteciler var” dedi.
 
'Haberlerinizin yayınlandığı gazeteleri bile alamıyorsunuz’
 
Cezaevi sürecine değinen Dicle, cezaevleri ile ilgili süreci dışarıdan takip ederek haberler yaptığını anımsattı. Cezaevindeki tecridin bir bütünen yaşamı etkilediğinin altını çizen Dicle, cezaevlerini, “bir insanın varlığını yok etmek adına inşa edilmiş yerler” diye tanımladı.Cezaevlerini içeriden görmekle dışarıdan görmek arasında ciddi bir farkın olduğunu kaydeden Dicle, sözlerine şöyle devam etti: “ İçeride tecrit halini görme şansızınız oluyor. Evet, Türkiye’de 25 yılı aşkın süredir İmralı Adası’nda başlayan tecrit diğer cezaevlerine ve şu an gezdiğimiz sokaklara da yansıyor. Ama balığın derya içinde olup, deryayı görmediği gibi birçok kez bu durumu göremiyoruz. Cezaevinde tutulmakla birlikte bu durumu daha net görebiliyoruz. Yani sizi izole eden, dışarıdan koparmaya çalışan bir sistem var. İçeride okuduğunuz gazeteler sınırlı. Kendi haberlerinizin yayınlandığı gazeteleri alamıyorsunuz. Ancak cezaevi idaresinin, yani AKP-MHP iktidarının sunduğu ölçüde bir şeyler görebiliyorsunuz. Ailenizle iletişimler sınırlı. Cezaevinin inşa edildiği yapı üzerinden bile baktığınızda sizi hasta etmeye odaklı bir sistem, ruhunuzu dahi içten içe kemiren bir sistem var edilmeye çalışılıyor. Siz o sistemde yaşamaya tutunmaya çalışıyorsunuz. Orada yemeğin getiriliş biçiminden, gardiyanın yaklaşımına, haftada bir yapılan ani koğuş araması, koğuş baskınlarına, her yönüyle taciz etmeye odaklı bir sistem var. 1980 darbesi sonrası Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi gerçekliği var. Bu durum bir direnişle yıkıldı ama anbean o işkence zihniyetinin geri hortlatılmak istenildiği bir tabloyla karşı karşıyayız” ifadelerini kullandı.
 
‘Hasta tutsaklar tedavi edilmiyor’
 
Dicle, yıllardır kronik bir sorun haline gelen ve bunun için hiçbir iyileştirmeye gidilmeyen hasta tutsakların durumuna da birebir şahit olduğunu belirtti. Sincan Kadın Kapalı Cezaevi revirinde 3 ayı aşkın süredir doktor olmadığını aktaran Dicle, Selver Yıldırım, Özgür Özbek gibi durumu ağır olan hasta tutsakların tedavilerinin yapılmadığını kaydetti. Tutsakların tedavi için götürülürken uğradıkları baskı nedeniyle tedavilerinin engellendiğini kaydeden Dicle, “Kelepçeli muayene dayatılması, doktorların, görevlilerin size karşı onur kırıcı yaklaşımları, her biri birçok şeye yol açıyor. Bunların her biri sizi hasta ediyor. Cezaevindeki İdare ve Gözlem Kurulları cezaevi içinde yeni bir mahkeme kuruyor. Mahkeme üstü mahkeme işlevi görüyor. Cezaevine girdiğimde bu durumun dışarıya çok az yansıdığını fark ettim.  Mesela Sincan’da hiçbir tutuklu koşullu salıvermeden yararlanamıyor. Dilan Oynaş tutsak gazetecilerden biri. Tahliye tarihi Nisan ayında gelecek ancak Dilan 2 yılı aşkın bir süre içeride yatırılmış oldu. İçeri girince aslında bu kurulların nasıl işlev gördüğünü, biz dışarıda çok anlayamamış, bu kurulların ne yaptığını tam olarak görememişiz. Buna karşı dışarıda aslında doğru ve iyi bir mücadele yürütülmediğini, bu konunun birçok gündem gibi sıradanlaşıp kaybolduğunu görüyorsun. 8’inci Yargı Paketi ile bu durumlar daha da legal hale getirilmeye çalışılıyor” şeklinde konuştu.
 
‘Göğe bakmak bile sınırlı’
 
Cezaevlerinin insan psikolojisi üzerindeki etkilerine dikkat çeken Dicle, tutsak kaldığı 10 aylık sürecin kendisi üzerindeki etkilerini de anlattı. “Cezaevi aslında yapısı gereği insanı daraltmak, dar bir alana hapsetmeye yönelik bir şey olduğu için insanın içeride en çok özlediği sonsuz bir alanda, önünde bir engelin olmadığı alana yürümek, göğe bakmak” diye konuşan Dicle, Sakine Cansız’ın sözüne atıfta bulunarak şöyle devam etti: “Ama Kurdistan gerçekliğinde Sakine Cansız’ın dediği gibi ‘Ah demeye insan utanır’ haline geliyor. Çünkü 30 yılı aşkındır cezaevinde tutulan birçok tutsak var. Onların yaşadıkları, duydukları özlemler, onların hayali ya da onların özlemlerinin yanında, bir şeyleri özlemeyi sanırım kendimde çok hak göremedim. Cezaevine ilk girdiğim anda yaşadığım ilk anlar unutulmaz. Kötü olan her bir durumla, oradaki kadın arkadaşlarla geçirdiğim her bir zaman kıymetli ve anlamlıydı ama cezaevine ilk girenlere şaka yapılıyormuş. Ben onu yaşadıktan sonra öğrendim. O anı hiç unutmayacağım."
 
‘Kelepçelenenin hakikat olduğunu görmek lazım’
 
Tutsak kadınların mücadeleci ve direngen yanlarına vurgu yapan Dicle, sözlerini şöyle sürdürdü: “Cezaevinde tecrit çift yönlüdür. Hem oradaki var olan durumun dışarıya yansıması çok sıkıntılı hem de dışarının içeriye yansıması çok sıkıntılı. Bu anlamda zaten ‘Öcalan’a özgürlük, Kürt sorununa demokratik çözüm’ kampanyası kapsamında cezaevlerinde bir açlık grevi başladı. Bu eylem seçimlere kadar dönüşümlü halde devam edecek. Aslında içerideki tutsaklar bu meselenin daha fazla görünür olmasını istiyorlar. Tutsakların kendilerine dair tek bir talepleri yok. Bu kampanyanın büyütülmesine dair talepleri var. Bu eylem de bu sebeple başladı. Cezaevinde farklı bir biçimde eylem yapma şansı yok. Ne yazık ki sadece bedenlerini ortaya koyarak bir eylemsellik gerçekleştirebiliyorlar. Bunun yanı sıra birçok şey de üretip dışarıya yansıtmaya çalışıyorlar. Tutuklu yargılanan ve davası devam eden bir gazeteci olarak şunu belirtebilirim, gazeteciliğe sahip çıkmak adına bütün gazetecilerin davalarını sahiplenmeye, her türlü ihlale karşı birlikte ses çıkarmaya ihtiyacımız var. Bu, hem gazeteciler olarak yapmamız gereken bir şey hem de halkın tamamının, sivil toplum örgütlerinin, toplumun tüm dinamiklerinin ses çıkarması gereken bir durum. Çünkü burada perdelenmek istenen, dört duvar arasına konulmak istenen, kelepçelenen şeyin hakikat olduğunu görmek lazım. Eğer hakikate ulaşmak istiyorsak gazetecilere yönelik bu davalara karşı her türlü sansür, ihlal, engellemeye karşı ortak mücadele etmek lazım.”