‘Cumhuriyet kadınlara haklarını vermedi, mücadeleyle kazanıldı’
- 09:05 1 Kasım 2025
- Güncel
Melike Aydın
İZMİR - Cumhuriyet’le birlikte kadınlara “haklarının verildiği” söylemi sürse de, Avukat Nazan Sakallı, kadınların erkek egemen devlet yapısına karşı mücadelesinin bitmediğini vurguladı. Nazan Sakallı, “Kadınlara hakları lütfedilmedi, bu mücadele 1800’lü yıllarda başladı” diyerek eşitlik arayışının tarih boyunca kadınların direnişiyle sürdüğünü hatırlattı.
Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte kadınlara “haklarının bahşedildiği” söylemi tekrarlansa da, bu retorik kadın hareketinin tarihsel direnişini görünmez kılıyor. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte kadınlar, erkek egemen hukuk ve siyasetin sınırlarını aşarak kamusal alanda var olma mücadelesi verdi. Bu mücadele bugün hâlâ sürüyor.
Avukat Nazan Sakallı, kadınların yüzyılı aşan eşitlik arayışını ve Cumhuriyet’le birlikte şekillenen hak mücadelesini değerlendirdi.
‘Kadınlara hakları lütfedilmedi, mücadele 1800’lü yıllarda başladı’
Cumhuriyet'in kurulmasıyla kadınlara bütün haklarının lütfedildiği, dolayısıyla da kadınlardan o dönemin ve şimdiki iktidarlara şükretmesinin beklendiğini dile getiren Nazan Sakallı, oysa dünyada olduğu gibi Osmanlı’da da 1800'lü yıllardan itibaren eşit yurttaşlık talebinin kadınlarda da karşılık bulduğunu söyledi. Sanayi Devrimi’nin çok hızlı yaşandığı dünyada, başta ABD ve Avrupa’da kadınların hak talebiyle sokağa çıktığını belirten Nazan Sakallı, “Kadınlar yayınlar çıkarmaya, uluslararası toplantılar yapmaya başladılar. Dönemin tarihçilerine göre kadınların, ulaşım araçlarının çoğalması ve şehirlerarası ve ülkeler arası ulaşımın daha güvenli hale gelmesiyle, kadınlar da birbirleriyle haberleşmeye ve mücadelelerini ortaklaştırmaya başlamışlardır. En temel hak talebi kamusal hak talepleridir; önce eğitim ve çalışma hakkı talepleridir. Osmanlı'da da böyle oldu. 1800'lü yıllarda kadınlar hayır işleri yaparak örgütleniyor. Tanzimat ve II. Meşrutiyet sonrasında kız çocukları için ortaokullar, kız rüştiyeleri, liseler, öğretmen okulları açıldı. Özellikle II. Meşrutiyet'ten sonra ‘İnas Darülfünunu’ denilen kadınların gidebileceği üniversiteler açılmıştır. Öğretmenlik, memurluk, posta idaresinde çalışma gibi bazı işleri yapabilme hakkı kazandılar. Sonrasında kendileri için de hak talep ettiler” şeklinde anlattı.
‘Mecelle kadınların hak talebi için bir kalkış noktası oldu’
Ulus devlet yapılanmaları güçlenirken, çok uluslu Osmanlı Devleti’nin toprak kaybetmek istemediğini kaydeden Nazan Sakallı, o zamana kadar gayrimüslimlere vergilendirmede ve ticarette ayrımcı bir hukuk uygulaması olan ve yazılı olmayan “örfi hukuk” şeklinde devam ettiğini hatırlattı. Yazılı bir kurala ya da kanuna bağlı olmaksızın o güne dek “kadı hukuku” sistemiyle uygulanıyorken, bunu tekleştirmek ve pozitif hukuk sistemine dönüşmek üzere harekete geçildiğini söyleyen Nazan Sakallı, “İşte herkesin ilk ‘Medeni Kanun’ diye bildiği ‘Mecelle’ bu koşullar altında yazıldı. Aslında aile hukuku ile ilgili hüküm içermez. Borçlar Kanunu, Ticaret Kanunu diyebileceğimiz ama çok geniş kapsamlı, kişiler arasındaki özel hukuk ilişkilerini düzenleyen çok büyük bir kanun metnidir. Mecelle aslında Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde yaşayan herkesin eşit yurttaşlık temelinde hak talep edebileceği fikrinin ortaya çıkması anlamında kadınlar için de önemli olmuştur. Kadınlar için bir düzenleme içermez, aile hukukuna ilişkin bir düzenleme içermez. Ama kadınların da hak talep edebileceği bir kalkış noktası olabilmişti” sözlerini kullandı.
‘Medeni Kanun ilanına kadar kadınlar oturup beklemedi’
Mecelle’den sonra kadınların boşanma, çocukların bakımı, meslek edinebilmek, öğrenim görebilmek gibi konularda hak talep edebilir hale geldiğine işaret eden Nazan Sakallı, Cumhuriyet kurulmadan hemen önce de aile nizamnamelerinin çıktığını sözlerine ekledi. 1916 ve 1917 tarihli Aile Nizamnamelerinde günümüzdeki ‘Medeni Kanun’a benzer evlilik, boşanma, boşanma koşulları, evlilik hükümleri, velayet hakkı gibi konularda bazı düzenlemeler yapıldığını ifade eden Nazan Sakallı, “Kadınlara o güne kadar kazanamadıkları pek çok hakkı kazanmalarını da sağlamıştır. Ama en nihayetinde ‘Şer’i Hukuk’ esastır ve ona göre düzenlemeler vardır. Tabii ki bütünüyle eşitlikçi bir yerden yapılmış düzenlemeler değildir. Örneğin yakın yıllarda çıkmış arazi kanunnamesi ile kadın ve kız çocuklarının da belli koşullar altında neredeyse erkek çocukları kadar miras alabilmelerini sağlayan birtakım düzenlemeler yapılmıştır. 1926 tarihinde ‘Medeni Kanun’un yürürlüğe girmesine kadar gelinen süreçte hem kadınların vermiş olduğu çok ciddi bir mücadele vardır hem de o dönemki yöneticilerin ve aslında o dönemki entelektüel ve bürokrat çevrenin batılılaşma, modernleşme yönündeki eğilimlerinin de bir parçası olarak 1926'da Medeni Kanun ilan edilmiştir. Ama 1926'da Medeni Kanun ilan edilinceye kadar kadınlar da bir kenarda oturup beklememişlerdir” dedi.
‘Kadınlara seçilme hakkı 1913’te talep edildi’
Önceleri hayır işleri gibi konular etrafında örgütlenen kadınların 1908'den itibaren kendi hak talepleri için örgütlenmeye başladığını kaydeden Nazan Sakallı, 1913’te Kadın Haklarını Koruma Derneği’nin kurulduğunu belirtti. Derneğin ‘Kadınlar Dünyası’ adıyla bir dergi de yayınladığını söyleyen Nazan Sakallı, “Nezihe Muhittinler'in yazı yazdığı bir dergidir ve doğrudan hak talebinde bulunur. En temel şiarı da erkeklerle tam eşitlik talebidir. Bu süreçte kadınlar sadece çalışma hayatında değil, siyasal alanda da, kamusal alanda da söz sahibi olabilmesi için hak talebinde bulunmaya başlamışlardır. En temel taleplerden bir tanesi de bu eğitim, öğretim alma ve çalışma hakkını edinmekten sonra seçme-seçilme hakkıdır” diye ifade etti.
‘İlk siyasi parti Kadınlar Halk Fırkası’nın kuruluşu reddedildi’
Avrupa ve ABD’de benzer tarihlerde kadınların oy hakkı için verdiği mücadelenin Osmanlı’ya da yansıdığını belirten Nazan Sakallı, derneğin ve dergisinin etrafında örgütlenen kadınların 1923’te Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin (TBMM) kurulmasından hemen sonra Kadınlar Halk Fırkası adında bir siyasi parti kurarak seçime girmek istediğini ifade etti. O sırada henüz Cumhuriyet Halk Fırkası’nın dahi kurulmadığını dile getiren Nazan Sakallı, “Türkiye'deki ilk siyasi parti Cumhuriyet Halk Fırkası değil, Kadınlar Halk Fırkası’dır. Nezihe Muhittin ve arkadaşları tarafından kurulmuştur. Fakat partinin kuruluş talebi, talepte bulunduktan sekiz ay sonra İçişleri Bakanlığı'ndan reddedilmiştir. Ret gerekçesi olarak da kadınların böyle bir vatandaşlık hakkının bulunmadığı gösterilmiştir.
Geçen sekiz aylık sürede Cumhuriyet Halk Fırkası kurulmuş, iznini almış ve tarihe Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk siyasi partisi olarak geçmeyi başarmıştır. Ama kadınlar seçme-seçilme için mücadeleye devam etmişlerdir. Kadınlar Anayasa’da değişiklik yapılması ve kendilerine seçme-seçilme hakkı verilmesini talep etmişlerdir, fakat bu talepleri bir şekilde reddedilmiştir. O dönemin Cumhuriyet Halk Fırkası mebusları ve Cumhuriyet gazetesi yazarları bu kadınlarla dalga geçmiştir; ‘Havva'nın kızları Meclis’e girip bu yılın manto modasını tartışmak istiyorlar’, ‘Kadınların evdeki işleri bitti de sıra siyasete mi geldi?’ gibi sözlerle siyasete girme hakları hakir görülmüştür” sözlerine yer verdi.
‘Seçilme hakkı isteyen kadınlar dışlandı, yaftalandı, dernekleri kapatıldı’
Parti kurulamayınca Türk Kadınlar Birliği'nin kurulduğunu ancak dernek binasının polis baskınıyla kapatıldığını, Nezihe Muhittin'in de yolsuzlukla itham edildiğini kaydeden Nazan Sakallı, Nezihe Muhittin ve arkadaşlarının derneğin de içindeki hükümet yanlısı kadınlar tarafından alaşağı edildiğini dile getirdi. Bu girişimden sonra Nezihe Muhittin’in kamusal alanın dışına itildiğini ve 11 yıl boyunca kadınlara seçme-seçilme hakkının verilmediğini belirten Nazan Sakallı, “Cumhuriyet ilan edildi, hemen Medeni Kanun geldi, Avrupa'daki bütün ülkelerden önce Türkiye'de seçme ve seçilme hakkı geldi gibi söyleniyor. Oysa tersine, bunun için mücadele eden kadınlar dışlanmış, yaftalanmış ve haklarında karalama kampanyaları başlatılmıştır.
Nezihe Muhittin dönemin entelektüellerindendir ve Halide Edip, Fatma Aliye gibi entelektüel çok sayıda kadınla birlikte hareket etmiştir. Bu dönemde İngiltere'de, ABD’de seçme ve seçilme hakkı çoktan kazanılmıştır. Federal anlamda seçme ve seçilme hakkı 1920’de kazanılmıştır. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nde (SSCB) 1917'de Bolşevik Devrimi olur olmaz, seçme ve seçilme hakkı, Anayasa’da tam eşitlik ve kürtaj hakkı tanınmıştır. Örneğin Türkiye'de kürtaj hakkının tanınması için kadınlar 1980'li yıllara kadar beklemek zorunda kalmıştır” ifadelerine yer verdi.
‘İsviçre’den alınan Medeni Kanun dönemin en eşitlikçisi değildi’
Laik bir düzen kurulduğu ve buna uygun bir kanun gerektiği için 1926 yılında Medeni Kanun’un hazırlandığını dile getiren Nazan Sakallı, “Mehaz Kanun”, yani kaynak olarak o dönem itibariyle Avrupa ülkelerine nazaran pek de demokrat olmayan İsviçre Medeni Kanunu’nun alındığını belirtti. 1971 yılına kadar kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanımayan İsviçre Medeni Kanunu’nda ciddi ayrımcılıklar bulunduğunu aktaran Nazan Sakallı, şu ifadeleri kullandı: “Artık mirasta eşitlik vardır, ama örneğin erkek ailenin reisidir. Kadınların çalışmak için kocasının iznine ihtiyaç vardır. Kadın kocasının ikametgâhında yaşamak zorundadır, orada yaşamıyorsa erkeğin onu kendi ikametgâhında yaşamaya zorlama hakkı vardır. Buna ‘Kanun Hükmünü İcra Mazereti’ denir. Çocukların eğitimi ve terbiyesi konusunda babanın oyu üstündür. Kadın kendi bekârlık soyadını evlilik soyadıyla birlikte kullanamaz. Kocasının soyadını kullanmaya mecburdur.”
‘Cumhuriyetin kuruluşuyla getirilen yasalar eşitlikçi değildi’
Türk Ceza Kanunu’nun da (TCK) İtalya'dan alındığını ve orada da eşitsizlikler bulunduğuna dikkat çeken Nazan Sakallı, şöyle devam etti: “Örneğin ‘kız kaçırma’ gibi suçlarda bakire kadınla bakire olmayan kadın arasında ayrı cezalar bağlayan düzenlemeler var. Fuhşu meslek edinmiş bir kadına tecavüzde ceza indirimi yapan kanun hükmü vardır. Zinayı bir suç olarak tanımlayan, bunu kadın için ayrı, erkek için ayrı tanımlayan bir düzenleme vardır. Kadın için, bir kere bile bir erkekle birlikte olduğu izlenimi yaratan bir durum yeterliyken; erkek için evliymiş gibi birlikte yaşamak suç ve aynı zamanda boşanma sebebi olarak tanımlanmıştır. O dönemin koşullarında ancak bu kadar olabiliyormuş demek de mümkün. Fakat örneğin SSCB'de 1917'de yapılan Anayasa ve Medeni Kanunlarda neredeyse bugünkü anlamıyla eşitlikçi sayılabilecek düzenlemeler var. Gerçi SSCB'de de 1930'lu yıllarda kürtaj yasağı gelmiştir, aile mefhumu güçlendirilmeye başlanmış, kutsal analık propagandasına geri dönülmüştür. Yani Cumhuriyet'in kuruluşuyla birlikte getirilen düzenlemelerin bütünüyle eşitlikçi olmadığını görmekte fayda vardır.”
‘Kadın mücadelesiyle kanunlar değişti’
Kadınların çok uzun bir süre, özellikle 1980 sonrası Medeni Kanun'un ve TCK’nin değişmesi için kampanyalar yaptığını ifade eden Nazan Sakallı, 1980 darbesi sonrasında Türkiye'de kimse sokağa çıkamazken 1987 yılında kadınların “dayağa karşı yürüyüş”te sokağa çıktığını hatırlattı. Nazan Sakallı, “Kadına yönelik şiddetin önlenmesi, cinsel saldırı suçlarının önlenmesi, bununla ilgili kanunda değişiklik yapılması talepleriyle ortaya çıkmışlar. 1990'lı yıllar boyunca sokak eylemleri, lobi faaliyetleri, uluslararası çalışmalarla birlikte ciddi bir kamuoyu baskısı oluşturmuşlar. Nitekim 2002 yılında da bugün kullandığımız Medeni Kanun yürürlüğe girdi. Anayasa’da değişiklik yapıldı. Evliliğin, ailenin kadın ve erkek arasında eşitlik fikrine dayandığına dair bir düzenleme yapıldı” diye belirtti.
‘2002’den 2011’e kadar eşitlikçi yasalar çıkarıldı’
2002’de Medeni Kanun, 2004’te ise TCK’de önemli değişiklikler olduğunu söyleyen Nazan Sakallı, erkeğin ailenin reisi olduğu ibaresinin çıkarıldığını, çocukların bakımı ve eğitiminde iki eşin oyunun eşitlendiğini dile getirdi. Nazan Üstündağ, “Örneğin edinilmiş mallara katılma rejimi geldi. Kadınların yaşadıkları en önemli sorunlardan biri mülk sözleşmeleriydi; 20 yıl, 30 yıl evli kalan kadının eşi birtakım mallar ediniyor, bunlardan çoğu kadının hiç haberi bile olmuyordu. Erkek bunların hepsini kendi üzerine alıyor ve boşanma gerçekleştiğinde kadın elinde hiçbir şey olmadan 30 yıllık emeğini orada bırakarak oradan çıkmak zorunda kalıyordu. Fakat edinilmiş mallara katılma rejimi ile evlilik boyunca edinilen tüm mallar, karı koca arasında bazı istisnalar hariç malın kimin üzerine kayıtlı olduğuna bakılmaksızın ortak olarak paylaşılacak denildi. Önce 4320 sayılı kanun, sonra 6284 sayılı kanun çıktı. Kadınların şiddete karşı korunması anlamında önemli gelişmelerdi. 2011’de İstanbul Sözleşmesi imzalandı. Kadın Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü kuruldu. Aslında bugün talep ettiğimiz pek çok eşitlikçi düzenleme geldi. Fakat haklarımızın bir kısmını kaybetme noktasına geldik” diye belirtti.
‘Eşitlikçi düzenlemeler AB uyumluluk süreçleri ile birlikte yürüdü’
Kadınların oluşturduğu bu kamuoyu baskısını hem akademik çevrede, hem Meclis’te, hem sokakta, hem sivil toplum alanında yaygın ve etkin bir şekilde yürüttüğünü dile getiren Nazan Sakallı, “Neredeyse 20 yıl uğraşmışlar kadınlar bunun için. 2000'li yılların başı, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne (AB) uyum sürecinin başladığı yıllar ve çok sayıda uyum yasası çıkıyor zaten. Sadece kadın haklarına ilişkin değil, başkaca insan haklarına ilişkin mesela işkenceyle ilgili, ölüm cezasının kaldırılması, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kapatılması gibi çok sayıda düzenleme var. Bunların hepsinin bir araya geldiği bir süreçten bahsedebiliriz. Örneğin o dönemde çıkan TCK'nın 94. maddesinde tanımlanan işkence suçu, dünya üzerindeki bütün işkenceye dair insan haklarına ilişkin metinlerdeki tanımlamadan çok daha ileri bir tanımlama olarak ortaya çıkıyor. Bugüne kadar kullanabildik mi? Hayır. Ama metin olarak dünya üzerindeki bütün metinlerden, yani Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden daha ileride bir metin olarak ortaya çıkabiliyor” diye konuştu.
‘Yasalar hiçbir zaman tam uygulanmadı’
Kanunda olumlu değişiklikler yapılsa da, bu hakların uygulanmadığına dikkat çeken Nazan Sakallı, bu dönemin devamında “Kadın Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü”nün kapatıldığını sözlerine ekledi. Kürtaj hakkı 1980'li yıllarda tanınsa da, 6 haftadan sonra doktorların tıbbi zorunluluk yoksa kürtaj yapmak istememesi gibi bir şekilde yasanın uygulanmadığını paylaşan Nazan Sakallı, şu ifadeleri kullandı: “Yani aslında kâğıt üzerindeki haklarımızı ne kadar kullanabildiğimiz tartışmalı. Aslında 2000'li yıllardan 2010'lu yılların ortasına kadar devam eden süreç, darbe girişiminden sonra değişiyor. Kapitalizm ciddi bir kriz ile karşı karşıya bütün dünyada; bir savaş ekonomisi var. Dünyanın her tarafında savaşlar var ve sağ popülizm yükselişte. Savaş ekonomisi demek aslında korku imparatorluğu demek, bütün geleneksel kodlara geri dönülmesi demek. Kapitalizmin krizlerinden çıkışlarda mesela bütün savaş sonrası ya da öncesi dönemlere bakın.
Erkek nüfusunun azalarak kadın istihdamının gerekli olduğu dönemler dışındaki dönemlerde, kadınların çocuk doğurmaya, hastalara, yaşlılara ve çocuklara bakmaya yönlendirildikleri süreçler yaşandığını görürüz. Daha çok işçiye ve askere ihtiyaç var. Bu iktidar iktidara gelirken LGBTİ+’lara dönük çok özgürlükçü sayılabilecek söylemlerde de bulundu. Genelevin önünde yapılmış seçim açıklamaları var. Ekonomik gereklilikler, yönetsel birtakım gereklilikler... Bir de toplumu aile ile yönetmek kolaydır. Yani aileler halinde organize olmuş ve bir aile reisinin hegemonyası altında bir araya gelmiş toplulukları yönetmek, zapturapt altına almak daha kolaydır.”
‘Demokratik bir toplum ve kanunlarında eşitlik kabul edilmeli’
Kazanılan haklar geri alınmak istense de, kadınların mücadeleye devam ettiğine değinen Nazan Sakallı, kadınlar için gerekli olacak bir demokrasiden ancak kimsenin dışarda bırakılmadığı, ötekileştirilmediği, diğerlerinden daha dezavantajlı yaşamadığı bir toplumda bahsedilebileceğini belirtti. Nazan Sakallı şu şekilde konuştu: “Bunun için başka başka bir sürü şey gerekir elbette ama bunlar gerçekleşinceye kadar neler yapılabilir? Mesele sadece kanun metinlerinin kendisi değildir. İstanbul Sözleşmesi dün vardı, bugün yok; varken de uygulanmıyordu. Mesele hem devlet politikası olarak uygulanabilmesi, hem uygulamada var olabilmesi, hem kâğıt üzerinde var olabilmesi için bir basınç oluşturulabilmesi gerekiyor. Bu da ancak örgütlü bir toplumdan geçiyor.
Demokratik bir toplumdan bahsediyorsak, toplumun tüm bireylerinin eşit olduğu fikriyatını en baştan kabul etmemiz gerekiyor. Böyle bir toplumdaki bir Medeni Kanun’un da pek çok kanunun da bu temel üzerinde yükselmesi gerekiyor. Temel olarak kadınları ve çocukları şiddetten, istismardan koruyan bir mevzuat yapılanmasına ihtiyacımız var. Bunu sadece caydırıcı cezalarla yapamazsınız. Aynı zamanda bu bilinci de topluma verebilecek, bu bilincin de verilmesini sağlayacak bir sistem organize etmeniz gerekir. Dolayısıyla böyle bir Medeni Kanun ve kanunlar bütünümüz olsa, örneğin aynı zamanda toplumu da bu anlamda şekillendirebilecek ve ilerletebilecek bir süreç yaşamamızı sağlayabilir elbette. Ama öncelikli ve her daim bizim bu konuda örgütlü, uyanık ve bu işin tepesinde bulunmamız gerekir.”







