Barışın dili susarken, medyanın dili keskinleşiyor

  • 09:02 24 Ekim 2025
  • Kadının Kaleminden
 
“Bu topraklarda bir barış sağlanacaksa şayet, barışın dilinin de büyük bir etki yaratacağı gerçeğini göz ardı etmeden harekete geçmek gerekiyor.” 
 
Kesira Önel
 
Bilindiği üzere Sayın Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat 2024 tarihinde silah bırakma çağrısı ile başlayan Barış ve Demokratik Toplum süreci ayları geride bıraktı. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “Abdullah Öcalan gelsin, Meclis’te konuşsun” sözü sonrası atılması gereken adımlar tartışılırken, ilk hamle PKK’nin fesih kararı ve ardından gelişen silahların yakılması töreni tüm toplumda olduğu gibi biz gazetecilerde de barışın yeşermesine dair yeni umutlar yarattı ve bizi heyecanlandırdı. Bu heyecanın başlıca nedeni, bir gazetecinin barışın tarafında olması gerektiği şeklindeki basit önermeden gelmektedir.
 
Yaklaşık 50 yıldır bitmeyen acılar için yeni bir kapının aralanması hem Kürt hem Türk halklarına çok ciddi sorumluluk yüklemektedir. Nitekim toplumsal tepkilere bakıldığında, Türkiye’de kalıcı bir barışın sağlanmasını isteyenlerin oranı yüzde seksenleri bulurken, bu ihtimalin kanlı saha haline gelen Ortadoğu için de yeni bir demokratikleşmenin ilk adımı olarak görülmelidir.
 
Toplumu ayrıştıran dil 
 
Nitekim barış umutlarının suya düşürüldüğü 2015 yılından sonraki son on yıllık çatışmalı sürecin getirisini ve götürüsünü hesapladığımızda karşımıza korkunç bir tablo çıkmaktadır. Bu süreçte kullanılan keskin ve ayrıştırıcı dil ise toplumu adeta ortadan ikiye bölmüştür. Oysa ki o dönemki çözüm sürecinde halkın tam onayını alan müzakerelerden bugüne kadar gelen sürece baktığımızda, iktidarın yarattığı ve İYİ Parti ile Zafer Partisi gibi milliyetçi yapıların durumdan vazife çıkararak toplumu ayrıştıran “tek dil, tek millet, tek bayrak” söyleminden öteye, topluma olumlu dil anlamında yansıttığı tek bir politika olmadı. Baskı, yıldırma ve çöktürme süreci olarak tanımlanacak süreçten başta Kürtler olmak üzere tüm toplum nasibini aldı. Peşi sıra muhalefet partilerine dönük bir baskı aracı haline gelmeye başladı. Bu sürecin yürütücü gücü olan medyanın rolünü iyi bilen iktidar, medyayı tekelleştirerek bu süreci tamamlamaya çalıştı.
 
Kutuplaştıran, ötekileştiren, sonrasında çığırından çıkarak ahlaki düzeyi zorlayan bir dil kullanılması, medyanın geldiği noktayı açıklar nitelikte. Bu artık kanıksanan bir olgu haline gelmeye başladı. Meslek etiğinden uzak, tamamen muktedire angaje, toplumun değerlerini gözetmeyen bu dil ve üslup yaygınlaştıkça tahribatları da artmaya başladı.
 
Barış ve Demokratik Toplum süreciyle birlikte maalesef ki bu dil ve üslup değişmedi. Aksine daha da sivri, daha da zehirli bir hal almaya başladı. İşin kötü tarafı, iktidara angaje medyanın yanında bu kez muhalif kesimlerin sesi olduğunu iddia eden medya organları daha da beter bir yaklaşımla, gazeteci değer ve ilkelerini ayaklar altına alırcasına bir yayıncılığın parçası haline gelmeye başladı. Toplumda barışı sağlama çabalarını sekteye uğratmaya çalışan bu yaklaşım, toplumda ciddi rahatsızlıkları da beraberinde getirdi.
 
Şimdi geriye dönüp baktığımızda “tekrar aynı süreçleri mi yaşayacağız” kaygısı baş göstermeye başladı. Son günlerde gündemin en çok tartışılan konuları arasında yer alan “Umut Hakkı” meselesinde bazı medya organlarının itibar suikastına ortak olacak düzeyde yaklaşımları, “acaba bu kesimler savaştan mı besleniyor, çatışan bir toplumun varlığı bunları ayakta mı tutacak” şeklindeki kaygıları besliyor.
 
Oysa ki çatışan tarafların oturup konuştuğu bir süreçte, bu müzakere ve uzlaşı sürecinin zeminini daha etkin kılmaya dönük ve toplumu buna hazırlamayı görev üstlenen mecra basın ve medya organları olması gerekirdi. Buradan yola çıkarak 90’lı yılların ayrıştırıcı dili ile çatışma dilinden beslenenlere bir çağrıda bulunmak gerekiyor elbet.
 
Şimdi savaşın tüm etkilerini iliklerine kadar hissetmiş bir Kürt gazeteci olarak tüm meslektaşlarıma birkaç soru sormak isterim:
 
*Toplum için hakikat nedir ve biz hakikate nasıl bakıyoruz?
 
*Ülkenin en ücra köşesi diye tanımlanan bölgede akan kan ve gözyaşında hiç içimiz yandı mı ya da savaşta genç bedenler toprağa düşerken konfor alanlarımızı düşünmeden hiç içimiz acıdı mı?
 
*Sadece şu elli yıllık süreçte kadın, çocuk, yaşlı, genç demeden baskı altına alınan, her türlü itibar suikastına maruz kalan bir toplumun acısına bölücü yaftası vurmadan dokunduk mu?
 
Aslında soracak çok soru var. Fakat sadece bu sorulara dahi gerçek manada cevap verebilecek miyiz diye bakmak gerekiyor. “Ama” diye başlamadan vereceğimiz her cevabın önce vicdanımıza, sonra siyasetimize hatta toplumumuza nasıl sirayet edebileceğini hiç düşündük mü? Bugün burada çeşitli medya organlarında hâlâ savaş çığırtkanlığını kendine iş edinmiş meslektaşlarıma sözümüzü duyurmak isterim. Bu topluma ayna olabilecek gücü ve iradeyi taşırken, oluşacak barışın mihenk taşlarına harç olabilecekken, oluşturduğumuz algı ile milyonları hâlâ nefret diline mahkûm etmek kime ne kazandıracaktır, hiç düşündük mü?
 
Sanırım hayır! Çünkü bağlı bulunulan medya organlarının patronlarının tekelleşen ülke gerçekliğinin kronik hastalığını taşımak ve bu halde kalıyor olmak hem kolay hem de ortada durmak gibi. Oysa başlamak için hâlâ geç değilken, siyasi mecradan tutalım, toplumun tamamına barışın dilinin ne kazandıracağını ve etkilerini gösterebiliriz.
 
Belki bu kısa yazıda nasıl olması gerektiğini yeterli düzeyde ifade edemem ama tartışıp ortak bir paydada nasıl buluşabileceğimizi birbirimize pekâlâ anlatabiliriz. Bu topraklarda bir barış sağlanacaksa şayet, barışın dilinin de büyük bir etki yaratacağı gerçeğini göz ardı etmeden harekete geçmek gerekiyor. Ortada duran taşın altına koyulacak ellerden biri de kuşkusuz basın alanı olmalıdır. Topluma öncülük etme misyonu olmasa da doğruyu gösterme konusunda yüksek bir potansiyele sahip olduğumuzu biliyoruz.
 
“Bu iş bizimle olur mu?” diye soranlar olacaktır. Evet, tam da bu süreç bizimle ilerleyecektir. Bunun bilinci ve kararlılığında olmak dileğiyle.