
Barış Anneleri’nin sesinin kısıldığı bir ‘Barış’ mı?
- 09:02 28 Ağustos 2025
- Kadının Kaleminden
“Barış, teknik bir mesele değil, vicdani bir tercih, siyasi bir iradedir. O irade bir gün yeniden güç kazanırsa, belki o zaman Barış Anneleri’nin dili de gözyaşları da sesi de bu ülkenin gerçek hikâyesi olur.”
Berîtan Elyakut
Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) çatısı altında kurulan "Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu", ismi itibarıyla toplumun tüm kesimlerini bir araya getirmeyi, kardeşliği pekiştirmeyi ve demokrasiyi kurumsallaştırmayı hedefleyen bir yapı izlenimi verse de gelinen nokta hiçte öyle olmadığını gösterdi. Bu hafta komisyonda yaşanan bir olay, bu hedeflerle ne kadar uyumlu bir pratik içinde olunduğunu yeniden sorgulattı. Türkiye’de hâlâ çözülmemiş en temel sorunlardan birini tekrar gözler önüne serdi.
Komisyonda dinlenilmek için yer alan Barış Anneleri’nden biri, acılarını kendi anadiliyle, Kürtçeyle dile getirmek istedi. Ancak konuşmasına müdahale edildi. Gerekçe ise; Kürtçeye çeviri yapılamıyormuş. Ama aslında bu, çok daha derin bir politik gerçeğin sembolü olarak karşımızda durdu. Bu ülkede Kürtçe hâlâ sistematik olarak bastırılan, meşru görülmeyen, tanınmayan bir dil... Yani bu ülkede Kürt halkı hâlâ tanınmıyor.
Bir annenin kendi duygularını, acılarını ve umutlarını en iyi ifade edebileceği dil anadilidir. Kürt annelerinin yaşadığı acılar, çoğu zaman toplumsal barışın tesisi için en temel tanıklıklar olarak değerlendirilmelidir. Bu tanıklıkların, anadilde dile getirilmesine engel olmak, sadece bireysel hakların ihlali değil; aynı zamanda toplumun bir kesiminin hafızasının ve sesinin sistemli biçimde bastırılması anlamına geldiği unutulmamalıdır. Anadilin bastırılması sadece bir iletişim sorunu değil. Bu, halkın hafızasına, duygusuna ve kimliğine doğrudan müdahaledir. Bir annenin kendi dilinde yasını tutmasına, barış çağrısı yapmasına izin vermeyen bir sistem, “kardeşlikten” ve “dayanışmadan” nasıl söz edebilir? Hala tartışma konusu dahi edilemeyecek ‘Hasta tutsaklar ve İnfazını tamamlayan tutsakların serbest bırakılması’ durumunun dahi konuşulmadığı bir komisyona kim ne kadar güvenecek soruları cevaplanmayı bekliyor.
Çözüm Süreci: Hatırlanması gereken bir fırsat
2013-2015 yılları arasında “çözüm süreci” adı verilen dönem, Türkiye’nin demokratikleşme tarihindeki belki de en kritik eşiklerden biriydi. O dönemde silahlar susmuş, toplumda umut yeşermiş, diyalog yolları açılmıştı. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, sürecin mimarlarından biri olarak hem örgüt üzerinde etkili olmuş hem de topluma “birlikte yaşama” çağrısı yapmıştı. 2013 Newroz’unda Amed’de okunan mesajında kullandığı şu cümle hâlâ hafızalarda: “Silahlar sussun, fikirler konuşsun.”
Bu çağrı sadece bir ateşkes çağrısı değil, birlikte yaşama iradesiydi. Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği demokratik ulus paradigması, etnik ve kültürel farklılıkların bastırılmadığı, tam tersine anayasal güvence altına alındığı bir Türkiye modeli öneriyordu. Abdullah Öcalan’ın “demokratik ulus” kavramı, ulus-devlet modelinin ötesinde, etnik ve kültürel kimliklerin eşitliği temelinde bir toplumsal sözleşme önerisiydi. Ne yazık ki 2015’te bu sözleşme de masa devrilince ve deyim yerindeyse ‘Süreç buzdolabına kaldırılınca’ sona erdi. Barış umudu yerini yeniden savaşa, çatışmaya, baskıya ve inkâra bıraktı.
Bugün geldiğimiz noktada, bu önerinin ne kadar dikkate alınacağı, ya da neden hala bir çözüme ulaşılamadığı soruları yanıt beklemektedir. Ancak açık olan şudur ki; Kürt sorununda inkâr ve baskı politikaları sürdükçe, demokrasi ve barışın tesisi de mümkün olmayacaktır.
Bitmeyen tecrit politikası
Bugün görünürde Abdullah Öcalan’ın sürece dair fikirleri mektup ve heyet aracılığıyla halka ulaşsa da ‘Tecrit’ her yönüyle kapsamlı bir şekilde devam ediyor. 25 Temmuz’dan bu yana yeniden bir sessizleştirme politikası hayata geçirilmiştir. Özellikle sürecin asıl muhatabı olan Abdullah Öcalan’ın sürece hala aktif katılmamış olması ve sessiz bir sürecin ilerleyişi özelde Kürt kadınlarında, gençlerinde ve halkında sürece dair soru işaretlerini sürdürmeye devam ediyor. Halk Abdullah Öcalan’ın içerisinde yer almayacağı herhangi bir süreci ya da komisyonu kabul etmeyeceğini nitekim 27 Şubat tarihi açıklamasında net bir şekilde ortaya koymuştu. Bu tecrit sadece bir kişiye değil, aslında toplumun çözüm umuduna uygulanan bir tecrit olarak hala önümüzde büyük bir çıkmaz olarak durmaya devam ediyor.
İktidarın ya da şöyle diyelim ‘Barış ve Demokrasi’den taraf olduğunu iddia edenlerin bugün Öcalan’ın süreç üzerindeki etkisini, rol ve misyonunu tam anlamıyla görmesi gerekiyor. Öcalan’sız gerçekleştirmeyi düşündükleri (dist-ütopya) demokrasi süreci ne yazık ki kan ve gözyaşını sürdürmekten bir adım öteye gitmeyecektir.
‘Gerçek Barış’a giden yol nasıl dizayn edilir?
Barış; sadece silahların susmasıyla değil, sözün konuşmasıyla, anayasal düzlemde dillerin tanınmasıyla, kimliklerin kabulüyle mümkündür. Kürtçeye tahammül gösteremeyen bir sistemin, barışı getirmesi mümkün değildir. Bugün hâlâ Kürtçe mecliste susturuluyorsa, barış konuşmaları yalnızca inkâr üzerine kuruluyorsa, o zaman hep birlikte şu soruyu sormamız gerekir: “Barışa gerçekten hazır mısınız?”
Barış, teknik bir mesele değil, vicdani bir tercih, siyasi bir iradedir. O irade bir gün yeniden güç kazanırsa, belki o zaman Barış Anneleri’nin dili de gözyaşları da sesi de bu ülkenin gerçek hikâyesi olur.