Hakikatin izinde, özgür topluma doğru (6)

  • 09:01 23 Ağustos 2025
  • Dosya
 
Kürt Kadını: Sürgünden direnişe, direnişten özneleşmeye
 
Derya Ceylan
 
HABER MERKEZİ - Kürt kadını, tarih boyunca hem halkının hem kendi özgürlüğünün taşıyıcısı oldu. 1920’lerden bugüne uzanan çok katmanlı direnişin öyküsünde, kadınlar hem belleği korudu hem de yeni mücadele alanları yarattı.
 
Kürt kadının hikâyesi, yalnızca bir toplumsal cinsiyet mücadelesi değil; aynı zamanda ulusal kimliğin varlık-yokluk sınırında yürütülen çok katmanlı bir direnişin adıdır. Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte dayatılan tekçi ulus-devlet sistemi, Kürt halkının varlığını inkâr ederken, kadınların hem ulusal hem de toplumsal rollerini hedef alan ikili bir baskı düzeni kurar. Bu süreç, yalnızca kültürel ve siyasal alanlardan dışlanma değil; aynı zamanda belleğin, dilin ve toplumsal hafızanın kuşaktan kuşağa taşınmasını engellemeye dönük sistematik bir politikanın adıdır.
 
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, “Kürt sorunu, yalnızca ulusal kimliğin inkârı değildir; kadının toplumsal konumunun köleleştirilmesidir. Kürt kadını, hem halkının hem kendi özgürlüğünün mücadelesini aynı anda vermek zorunda bırakılmıştır” diyerek bu tarihsel hakikatin altını çizer.  Abdullah Öcalan’a göre, kadının özgürleşmesi, Kürt halkının özgürleşmesinden ayrı düşünülemez: “Kürt kadını, toplumsal hafızanın taşıyıcısı ve özgürlük mücadelesinin öncüsüdür. Onun mücadelesi, Kürt halkının varoluş mücadelesidir.”
 
Bugün bu gerçeklik, 1920’lerin zorunlu iskânlarından 1938 Dêrsim Tertelesi’ne, 1980’lerin cezaevi direnişlerinden 2000’lerin kadın belediyeciliği deneyimine ve 2010’ların kayyım saldırılarına kadar uzanan bir direniş çizgisiyle okunuyor. Her kuşak, öncekinin bıraktığı yerden devraldığı mücadeleyi, kendi koşullarında yeniden üreterek büyütüyor. 
 
Dosyamızın bu bölümü, Kürt kadınların tarihsel dışlanma sürecini ve PKK öncülüğünde gelişen özneleşme pratiklerini, hem sözlü tarih hem de Abdullah Öcalan’ın ideolojik perspektifi ışığında ele alıyor.
 
Cumhuriyet’in kuruluşu ve ilk yıllar: Çifte dışlanmanın başlangıcı
 
Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte şekillenen ulus-devlet projesi, homojen bir Türk kimliği inşasını hedefler. Bu hedef, yalnızca Kürtlerin ulusal kimliğinin inkârı anlamına gelmez; aynı zamanda Kürt kadınların hem etnik hem cinsiyet kimliği üzerinden iki katmanlı bir baskı düzenine mahkûm edilmesi demektir. Devletin resmi ideolojisi, bir yandan Kürt dilini, kültürünü, tarihini görünmez kılarken diğer yandan patriyarkal toplumsal yapıyı güçlendirerek kadınların siyasete, eğitime ve kamusal yaşama katılımını sınırlandırır. Bu iki katmanlı dışlanma, Kürt kadınların yaşam alanlarını daraltır, onları hem kamusal hem de özel alanda sessizleştirir. Devletin güvenlikçi politikalarıyla gelen zorunlu göçler, köylerin boşaltılması ve ekonomik bağımlılık, kadınları hem toplumsal hem de ekonomik olarak kırılgan hale getirir. Ancak bu kırılganlık, ilerleyen yıllarda kolektif bir direnişin mayasına da dönüşür.
 
Sömürgecilik koşullarına rağmen soluksuz mücadele 
 
Abdullah Öcalan bu süreci, “Cumhuriyetin kuruluş felsefesi, Kürt halkını yok sayarken kadını da erkeğin mülkü haline getirdi. Kürt kadını, iki kez tutsak edildi: Birincisi ulus-devletin Türkleştirme politikalarıyla, ikincisi erkek egemen feodal zihniyetle” sözleriyle açıklar. Abdullah Öcalan’a göre, kadın üzerindeki bu çifte baskı, tesadüf değil, devletin inşa sürecinin bilinçli bir parçasıdır: “Kürt kadınının hem halkına hem de kendi bedenine sahip çıkma mücadelesi, tarihin en ağır sömürgecilik koşullarında gelişti.”
 
‘Kürt kadını kültürünü aktarmaktan vazgeçmez’
 
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Osmanlı’dan devralınan merkezileşme arzusunun sertleştiği bir dönemde, Kürt kadınları tarih sahnesinden neredeyse silinir. 1925 Şeyh Sait İsyanı sonrası ilan edilen Takrir-i Sükûn Kanunu, yalnızca siyasal örgütlenmeleri hedef almaz; köylerin boşaltılmasına, toplu sürgünlere ve bölgedeki toplumsal dokunun parçalanmasına yol açar. Kadınlar, bu sürecin hem sessiz tanıkları hem de görünmez mağdurlarıdır. Topraklarından koparılan binlerce kadın, Batı illerine zorla iskân edilir; dilini konuştuğu için cezalandırılır, geleneksel giyiminden dolayı alay konusu olur. Bu travmaların çoğu yazılı kayıtlara girmez; hatıralar, ağıtlar ve ninniler aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktarılır. Abdullah Öcalan bu hafıza direnişini şöyle tanımlar: “Kürt kadını, sürgün yollarında bile anadilini ve kültürünü çocuklarına aktarmaktan vazgeçmedi. Bu, en büyük direniş biçimlerinden biridir. Devletin susturmak istediği dil, kadınların ninnilerinde yaşamaya devam etti.” 
 
1930’lar – 40’lar: Dêrsim ve sürgünler
 
1937-38 Dêrsim Tertelesi, Kürt kadınlarının kolektif hafızasında silinmez bir yara olarak yer eder. Bu yalnızca bir katliam değildir; aynı zamanda bütün bir toplumun kültürel damarlarının kesilmesi, hafızasının parçalanmasıdır. Devletin “medenileştirme” adı altında yürüttüğü askerî operasyonlar, köylerin bombalanması, ormanların yakılması ve halkın toplu olarak dağlardan toplanıp sürgün edilmesiyle sonuçlanır. Kadınlar, bu yıkımın en sessiz ama en derin tanıklarıdır. Erkekler cepheden cepheye vurulurken, kadınlar hem eşlerini hem babalarını hem de oğullarını kaybeder. Göç yollarında, yorgun ve aç düşmüş halde sırtlarında taşıdıkları bebekleri, açlık ve hastalıktan dolayı yaşamını yitirir.
 
‘Kadın kökün kendisidir’
 
Abdullah Öcalan bu süreci, “Dersim, Kürt halkının en kadim hafızasının kırılma noktalarından biridir. Kadın, burada hem soykırımın tanığı hem de hafızanın taşıyıcısı oldu. Onun susturulması, bir halkın susturulmasıydı” sözleriyle tanımlar.  Abdullah Öcalan’a göre, Dersim’de uygulanan şiddet yalnızca fiziki imhayı değil, kültürel ve dilsel kopuşu da hedefliyordur: “Kadınların sürgün edilmesi, dilinden ve toprağından koparılması, halkın köklerine dinamit koymaktır. Çünkü kadın, kökün kendisidir.”
 
Sürgün…
 
Sürgün, yalnızca mekân değiştirmek değildir; anadilinden, toprağından, inancından koparılmak demektir. Devletin iskân politikaları, özellikle Batı illerine zorla yerleştirilen Dersimli kadınların anadillerini konuşmalarını yasaklar. Yeni yerleşim yerlerinde yabancı bir dilin, yabancı bir kültürün ortasında kendilerini yalnız ve savunmasız bulurlar. Birçoğu, kendi çocuklarıyla bile Kürtçe konuşmaktan korkar hale getirilir.
 
Silahsız ama en köklü direniş 
 
O dönemi yaşamış kadınlar,  çocuklarıyla fısıldaşarak, anadillerinde konuşurlar, hatta torunlarına Kürtçe ninniler söyleyerek, dilin unutulmaması için mücadele eder. Abdullah Öcalan, bu tür hafıza pratiklerini şu sözlerle anlamlandırır: “Kadının söylediği bir ninni, devletin bütün inkâr politikalarına karşı bir özgürlük bildirgesidir. Bu, silahsız ama en köklü direniş biçimidir.”
 
1980’ler: PKK ile gelen özneleşme
 
12 Eylül 1980 askeri darbesi, Kürt halkı için yalnızca siyasi partilerin kapatılması ve binlerce kişinin gözaltına alınması anlamına gelmez; aynı zamanda toplumsal yaşamın her alanında ağır bir baskı döneminin başlaması demektir. Darbenin hemen ardından Kürt illeri, sıkıyönetim bölgeleri ilan edilir. Cezaevlerinde işkence, sistematik bir yöntem haline gelir; köylerde asker baskınları ve gözaltılar günlük hayatın parçası olur. Anadilin konuşulması, Kürtçe şarkı söylenmesi, hatta geleneksel kıyafet giyilmesi bile suç sayılır. Bu atmosferde kadınlar, çoğu zaman ev içi direnişin sessiz ama kararlı aktörleri olarak kalır.
 
PKK’nin çıkışı 
 
Abdullah Öcalan, bu dönemi değerlendirirken “12 Eylül, sadece Kürt halkının değil, Kürt kadınının da yaşam damarlarını kesmek istedi. Kadın, hem ulusal hem toplumsal köleliğin zincirlerini kırmak için yeni bir yol aradı” der. Abdullah Öcalan’a göre, bu arayışın somut cevabı PKK’nin ortaya çıkışı olur: “PKK, kadını ulusal kurtuluş mücadelesinin pasif destekçisi değil, aktif kurucu öznelerinden biri olarak tanımladı. Bu, tarihte ilk kez Kürt kadınının kendi kaderini eline almasının ideolojik zeminidir.”
 
Kadın  kendi özgürlük tanımını kendisi yapar 
 
1978’de kurulan ve 1980’lerle birlikte hızla örgütlenen PKK, kadınların yalnızca erkeklerle omuz omuza savaşmasını değil, aynı zamanda erkek egemen kültüre karşı kendi sözünü söylemesini hedefler. 15 Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla başlayan direniş süreci, kadınların özgürlük mücadelesine katılımını hızlandırır. Abdullah Öcalan, kadınların özgürlük mücadelesine katılımının anlamını şu şekilde ifade eder: “Kadının dağa çıkışı, sadece devlete karşı değil, erkek egemenliğine karşı da bir başkaldırıdır. Silah, burada semboldür; asıl devrim, zihniyetin değişmesidir.”  Abdullah Öcalan, bu katılımın, bir özgürlük laboratuvarı işlevi gördüğüne işaret eder ve şöyle der: “Dağ, kadın için bir savaş alanı olduğu kadar, yeni yaşamın da inşa alanıdır. Burada kadın, kendi özgürlük tanımını kendisi yapar.”
 
Bu süreç, Kürt kadın hareketi açısından bir zihniyet devrimidir. Çünkü ilk kez kadınlar, hem pratikte hem de teoride “özgür kadın” tanımını kendileri yapar, bu tanımı kendi mücadeleleriyle hayata geçirirler.
 
1990’lar: Zorunlu göç, şehirlerde yeni direniş
 
1990’lı yıllar, Kürt halkı için kitlesel yerinden edilmelerin, zorla göçlerin, faili meçhul katliamların ve köy yakmaların en yoğun yaşandığı dönem olur. Devletin “köy boşaltma” politikaları, özellikle kırsalda yaşayan Kürt kadınlarının yaşamını kökten değiştirir. Bir gecede askerlerin baskınıyla evlerinden çıkarılan, eşyalarını bile toplayamadan köylerinden sürülen binlerce aile, şehirlerin varoşlarına sığınmak zorunda kalır. Bu zorunlu göç, yalnızca mekânsal bir yer değiştirme değildir; geçim kaynaklarının kaybı, sosyal bağların kopması ve kültürel hafızanın dağılması anlamına gelir. Abdullah Öcalan bu süreci “Köylerin boşaltılması, Kürt toplumunun köklerinden koparılmasıdır. Kadın için bu, sadece evini değil, üretim alanını, dilini ve hafızasını kaybetmek demektir” sözleriyle tanımlar. Ona göre göç, Kürt kadınının toplumsal rolünü yeniden kurmak zorunda kaldığı bir döneme işaret eder: “Kent, kadına hem yeni zincirler hem de yeni mücadele imkânları sunar. Eğer örgütlü olursa, kadın bu yeni mekânda da direnişin öncüsü olabilir.”
 
Yeni sömürü alanı: Üretim zinciri 
 
Köylerde kadınlar tarımsal üretimde, hayvancılıkta ve dayanışma ağlarında merkezi bir role sahiptir. Ancak şehirlerde bu üretim zinciri kesilir. Kentin yabancı ritmi, kiraları, işsizlik, kadınların omuzlarındaki yükü daha da ağırlaştırır. Birçok kadın, hem evin geçimini sağlamak hem de çocuklarını okula gönderebilmek için gündelik işlerde çalışır; temizlikçilik, pazarcılık, tekstil atölyeleri bu dönemde kadın emeğinin yeni sömürü alanları olur. 
 
O yıllarda göç eden kadınlar, birçok baskıyla karşı karşıya kalsa da, yerleştikleri mahallelerde, komşularıyla birbirlerine destek olur. anadillerini yaşatmak için çocuklara masallar anlatırlar. Diğer yandan komşularıyla birlikte yaptıkları yemekler için kendi kooperatiflerini kurarak, aynı zamanda geçimlerini sağlamaya başlarlar. Abdullah Öcalan, bu tür dayanışma örneklerini “kentteki yeni direnişin nüveleri” olarak tanımlar: “Kadın, köyde toprağına nasıl sahip çıkıyorsa, kentte de kültürüne ve örgütlülüğüne sahip çıkmalıdır. Kent, kadının kendini yeniden yaratma mekânıdır.”
 
‘Kadın ulusal mücadelenin en stratejik ayağıdır’
 
Bu dönemde şehirlerde kurulan kültürel dernekler, dil kursları ve kadın dayanışma ağları, yalnızca kültürel kimliğin korunmasına değil, kadınların kamusal alandaki varlığının güçlenmesine de hizmet eder. Belediyeler ve sivil toplum örgütleri aracılığıyla kadınlara yönelik eğitim programları, anadilde okuma-yazma kursları ve politik bilinç atölyeleri düzenlendi. Kürt kadın hareketi, şehirlerde bu dayanışma ağlarını büyüterek hem ulusal kimlik mücadelesini hem de kadın özgürlük mücadelesini aynı hatta ördü. Abdullah Öcalan bu bağlamda “Kürt kadınının kentteki örgütlülüğü, ulusal mücadelenin en stratejik ayağıdır. Kadın burada sadece kendi kurtuluşu için değil, halkının özgürlüğü için de çalışır” der.
 
2000’ler: Kadın belediyeciliği ve kurumsal kazanımlar
 
2000’li yıllar, Kürt kadın hareketinin yalnızca dağda ya da sokakta değil, aynı zamanda belediye binalarında, yerel meclislerde ve kurumsal alanlarda güç kazandığı bir dönem olur. Demokratik siyaset zemininde geliştirilen eşbaşkanlık sistemi, kadınların yerel yönetimlerde eşit temsilini güvence altına alarak Türkiye’de bir ilki hayata geçirir. Bu model, yalnızca sembolik bir temsilden ibaret değildir; karar mekanizmalarının yarısını kadınlara açan, bütçeden projelere kadar her adımda kadın bakış açısının yerleşmesini sağlayan köklü bir dönüşüm anlamına geliyor. Abdullah Öcalan bu dönüşümü şöyle tanımlar: “Eşbaşkanlık, yalnızca bir yönetim modeli değil, kadın özgürlük ideolojisinin pratikleşmiş halidir. Kadın, siyasetin kenarında durmak zorunda değildir; bizzat siyasetin öznesidir. Yerel yönetimlerde kadın temsili, toplumsal özgürlüğün temel ölçütüdür.”
 
Eşbaşkanlık erkek egemen anlayışa meydan okumadır
 
Bu dönemde belediyeler bünyesinde kadın politikaları birimleri, kadın danışma merkezleri ve sığınma evleri kurulur. Belediyelerin bütçelerinde “kadınların bütçesi” adı verilen özel kalemler ayrılır. Bu bütçelerle kadın kooperatifleri desteklenir, şiddet gören kadınlara hukuki ve psikolojik danışmanlık sağlanır, kreşler ve meslek edindirme kursları açılır. Kadınlar, ilk kez kendi ekonomik bağımsızlıklarını kazanabilecekleri imkanlara kavuşur. Abdullah Öcalan’a göre bu kazanımların politik anlamı büyüktür: “Yerel yönetimler, halkın kendi iradesini doğrudan örgütlediği alanlardır. Kadın burada var oldukça, toplumun tümü özgürleşir. Eşbaşkanlık ve kadın belediyeciliği, kapitalist modernitenin erkek egemen siyaset anlayışına atılan en büyük meydan okumadır.”
 
Uluslararası alanda görünürlük 
 
2000’ler aynı zamanda Kürt kadın belediyeciliğinin uluslararası alanda görünür olduğu yıllardır. Latin Amerika’dan Avrupa’ya birçok kadın örgütü, Amed, Wan ve Mêrdîn gibi şehirlerdeki uygulamaları yerinde görmek için heyetler gönderir. Bu ziyaretler, Kürt kadın hareketinin deneyimini küresel feminist ağlara taşır. 
 
Ancak bu kazanımlar, devletin hedefi olmaktan hiçbir zaman çıkmaz. Abdullah Öcalan, bu saldırıların arkasındaki nedeni şöyle açıklar: “Kadının siyasetteki eşit temsili, devletin en çok korktuğu şeydir. Çünkü bu, yalnızca kadın-erkek eşitliği değil, aynı zamanda toplumun köklü dönüşümü anlamına gelir. Bu yüzden kadın belediyeciliği hep hedef alınacaktır.”
 
2010’lar – bugün: Kayyımlar, yasaklar ve yeni mücadele biçimleri
 
2010’lar, Kürt kadın hareketinin hem toplumsal görünürlüğünün ve kurumsal gücünün en yüksek seviyeye ulaştığı, hem de bu kazanımların sistematik olarak hedef alındığı çetin bir dönem olur. 2013-2015 çözüm süreci, kadınların yerel yönetimlerde, kültürel alanlarda ve toplumsal örgütlenmelerde daha rahat hareket edebildiği bir zemin sağlar. Barış ortamında kadın belediyeciliği projeleri hızla çoğalır, kadın örgütleri bölgede yaygınlaşır.
 
Çözüm süreci biter ve tablo değişir 
 
Ancak çözüm sürecinin bitmesiyle birlikte tablo değişir. 2016’da ilan edilen OHAL ve ardından gelen kayyım atamaları, Kürt kadın hareketinin onlarca yıllık kazanımını hedef alır. Kadın politikaları birimleri kapatılır, sığınma evleri işlevsiz hale getirilir ya da tamamen kapatılır. Kadın kooperatifleri dağıtılır, belediyelerde çalışan kadın aktivistler görevden alınır veya tutuklanır. Eşbaşkanlık sistemi doğrudan yasaklanır.
 
Abdullah Öcalan, bu saldırıların arkasındaki zihniyeti şu sözlerle açıklar: “Kadın, toplumun özgürlük pusulasıdır. Eşbaşkanlığı yasaklayan, kadın kurumlarını kapatan bir devlet, sadece kadını değil, toplumun tümünü tutsak almak istiyordur. Çünkü kadının siyasetten çıkarılması, halkın iradesinin yok edilmesidir.”
 
Baskı dönemi de olsa direnişten vazgeçilmez
 
Kayyım politikalarının yarattığı yıkıma rağmen kadınlar, yeni mücadele biçimleri geliştirir. Sokağın baskı altına alındığı koşullarda dijital alanlar, kadın örgütlenmesinin yeni mecrası olur. dijital medya kampanyaları, online eğitimler, uluslararası kadın ağlarıyla kurulan bağlar, baskı döneminde yeni bir direniş dili yaratır.
 
‘Dilimizi, kültürümüzü savunmak zorundayız’
 
Genç kuşak kadınlar, bu dönemin öncü aktörleri haline gelir. Üniversitelerde, sendikalarda, kültürel alanlarda kadın özgürlük perspektifini yaygınlaştırırlar. Bu dönüşümü, genç bir kadın aktivist şu sözlerle ifade ediyor: “Annem 90’larda köy yakıldığında göç etmiş. Ben şehirde doğdum. Ama hikâyemiz aynı: Dilimizi, kültürümüzü savunmak zorundayız. Kayyımlar bizim evimizin kapısını kilitlese de biz başka kapılar açıyoruz.”
 
‘Kadın mücadelesi akan bir nehir gibidir’
 
Abdullah Öcalan, bu kuşaklar arası sürekliliği şöyle tanımlar: “Kadın mücadelesi, kuşaklar arasında akan bir nehir gibidir. Bir nesil dağı, bir nesil belediyeyi, bir nesil dijital alanı savunur. Ama hepsi aynı özgürlük ırmağında buluşur. Devletin yasakları, bu akışı durduramaz.”
 
Kimlik ve özgürlük mücadelesi iç içe sürüyor 
 
Bugün Kürt kadın hareketi, hem ulusal kimlik mücadelesini hem de kadın özgürlük mücadelesini iç içe sürdürmeye devam ediyor. 1930’larda sürgün yollarında yürüyen kadınların mirası, 1980’lerde dağlarda savaşan kadınların kararlılığı ve 2000’lerde belediyelerde eşbaşkanlık koltuğunda oturan kadınların deneyimi, günümüzde genç kadınların ellerinde yeni biçimler kazanıyor.
 
Yarın: Kürt kadınları ‘çifte ezilmeye’ karşı direniş hafızası yarattı