Bir halkın belleğini silmek! (2)

  • 09:02 4 Şubat 2025
  • Dosya
Toplum hafızasında yas: Hatırlamak mı unutmak mı?
 
Dilan Babat 
 
HABER MERKEZİ – Yasın yalnızca duygusal bir tepki olmadığını, aynı zamanda insan olmaktan kaynaklanan temel bir hak olduğunu söyleyen Prof. Neşe Özgen, ölüme karşı gösterilen toplumsal ve bireysel tepkilerin, insanın kimlik ve aidiyet duygusunun bir parçası olduğunu söyledi. Neşe Özgen, yas hakkının engellenmesinin, sadece kaybın travmatik etkisini artırmakla kalmadığını, aynı zamanda ölümün kabullenilmesini de zorlaştırdığını sözlerine ekledi. 
 
Ölüm, insan yaşamının kaçınılmaz bir gerçeğidir ve yas, bu gerçekle başa çıkmanın en temel insani yollarından biridir. Kaybedilen bir yakına duyulan özlem, hüzün ve hatıralarla şekillenen yas süreci, sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsal bir deneyimdir. Ancak, tarih boyunca birçok toplumda yas hakkı ihlal edilmiş, cenazelerin yerinden edilmesi, bedenlerin tahrip edilmesi ve defin süreçlerinin engellenmesi gibi uygulamalarla insanlar sevdiklerine veda etme imkanından mahrum bırakıldı.
 
Dosyamızın bu bölümünde Prof. Neşe Özgen ile yas ve gömülme sürecindeki toplumsal hafızanın şekillenmesini konuştuk. 
 
Yas insanlarda nasıl cereyan ediyor? 
 
Cenazelerin yerinden edilmesi, bedenlerin bozulması, yas hakkının ihlali, gömme hakkının ihlali gibi birçok ihlalin uzun bir süredir devam ettiğini söyleyen Neşe Özgen, “Ölüm sonrası yas bizim ruhsal hakkımız, insan olmaktan gelen hakkımız. Canlıların büyük bir kısmı aslında kendilerinde olan bir varlık göçüp gittiğinde bunu hissediyorlar. Durgunlaşıyorlar, aynı toplulukta ise aralarında bir evlat, baba, ana ilişkisi varsa bunu hissediyorlar. Evde bizimle yaşayan hayvanlarda evdeki yası hissedip durgunlaşıyorlar, üzüntüyü hissederler. İnsanda bu nasıl cereyan ediyor? Yas hakkının engellenmesi ölümün kabullenilmesini yok ediyor. Bütün insan topluluklarınca ve uluslararası hukukun da tanıdığı insan olma haklarımız var. Bir topluluk içerisinde diğer üyelerle kendi özgür alanlarımızı belirli sınırlar içerisinde tutarak yaşayabiliriz. Bunun içinde yas ve ölüm dahil” dedi.  
  
Ölüm ve yasın iki aşaması 
 
Ölüm ve yasın iki aşaması olduğunu dile getiren Neşe Özgen, bu iki aşamayı şöyle aktardı: “Bir tanesi kişisel aşama. Birisinin arkasında yas tutmayı istediğimiz, ölmüş olan yakınlarımızın, ya da ruhsal olarak kendimize yakın bulduğumuz insanların yasını tutma hakkı. Diğeri ise toplumsal bir mesele. Kaybedilen bir nesnenin arkasında incinmiş olan libidomuzun kayıp nesneden ayrılma süreci yas. Bir zaman içinde, ömrümüzün bir kısmı içinde yas tutabiliriz. Sonuç olarak birey için geçerlidir. Bir kabullenme süreci geçirmemiz gerekiyor, çünkü yas bittiğinde kişi dünyaya katılmak için hazırlanmaya başlıyor. Yas süreci kayıp durumu ile başlıyor. Kaybı idrak ettiğimiz andan itibaren başlıyor. Uzun sürmüş hastalıkların sonunda artık iyileştiremeyeceğimiz kişinin yasını tutmak gibi. Ne kadar süreceği, nasıl deneyimleneceği ve nasıl baş edileceği bireylere ve kültürlere göre değişir, ancak yas tutmak insanın ve toplulukların doğasından gelen bir durumdur. Bir yandan ölümle yüzleşme hali, bir yandan iyileşme ve arınma hali.  Bu yas sürecinde, antik çağlardan bu yana her toplumda ve kültürde yer alan çeşitli ritüeller, yasımızı yaşamamızı ve süreci daha kolay atlatmamızı sağlar. Cenaze ve ölü gömme bunlardan biri.” 
 
Dinlere göre ritüeller 
 
Neşe Özgen, Türkiye toplumunun çoğunlukla tek bir yaşama inandığını, ancak beraber yaşanılan topluluklar içinde reenkarnasyona inananların da bulunduğuna dikkat çekti. Neşe Özgen, “Tek bir hayata inanış, hem din anlayışımızı hem de farklı inançlar içinde bulunma biçimimizi etkiliyor. Eğer birden fazla yaşama inansaydık, ahlak anlayışımızdan hesap sorma biçimlerimize, toplumsal ilişki tarzımıza kadar pek çok şey farklı olurdu. Tek bir yaşam olduğuna inanan topluluklarla, birden fazla yaşam olduğuna inanan toplulukların hayatı değerlendirme biçimleri, adalet ve hukuk anlayışları birbirinden farklıdır. Biz bir toplum içinde yaşıyoruz ve yas tutarken de aynı toplum gibi tek bir hayatımızın olduğuna inanıyoruz.
 
Bazı dinler ve inanışlar, ölüm sonrası hesap verilmesine dair çeşitli kurallar geliştiriyor ancak bu inançların temelinde tek bir yaşam anlayışı yatıyor. Ölü gömme geleneğine yaklaşık 3 bin yıl önce başladık ve bu ritüel, farklı dinler içinde kendine yer bularak günümüze kadar devam etti. Türkiye’de yaşayan halklar, cenazeleri yakma geleneğine sahip topluluklardan değil; biz, ölüyü toprağa geri vermeyi tercih eden bir yol izliyoruz.
 
Cenazelerde belirli ritüeller bulunur: bir kayba dair yas tutulması, kaybın idrak edilmesi ve kayıptan doğan büyük öfkeyle baş etme süreci… Tüm bunlar, bedenin uğurlanmasıyla birlikte gerçekleşir. Bu süreçte yaşadığımız öfke, acı, keder ve büyük kayıp duygusu, bu ritüeller sayesinde bir nebze olsun hafifler. Cenaze ve ölü gömme ritüelinin en önemli işlevlerinden biri, yas sürecini yavaşlatmasıdır.
 
Cenaze ve defin süreci, bizi kaybımızı uğurlamaya hazırlar; onu, inancımız ve ritüellerimiz eşliğinde içselleştirmemize ve yas sürecinin aşamalarını tamamlamamıza yardımcı olur. Ruhun ve bedenin, bu derin kederi taşıyabilmesi ve sonrasında iyileşebilmesi için yavaşlamaya, güç toplamaya ve içe dönmeye ihtiyacı vardır. Bu süreçte sevdiklerimiz ve dostlarımızla bir arada olmak, geçici de olsa bizi sevgi çemberiyle sarar ve yas sürecini daha katlanılabilir hâle getirir” sözleriyle anlattı. 
 
Habil ve Kabil vurgusu 
 
Kültürden kültüre farklılık gösteren ölüyü gömme ritüellerine değinen Neşe Özgen, “Kültürden kültüre farklılık gösterse de ölümle baş etme biçimlerimizin temelinde benzer nedenler yatar. Son zamanlarda bu durum değişmiş olsa da, yas sürecindeki bu yavaşlamanın, çevremizdeki hayatın bir anlığına durmasının ve sevdiğimiz varlığı uğurlama ritüelinin kesintiye uğraması, yas sürecinin tamamlanamaması anlamına gelir. Bu durumda yası idrak edemeyiz ve sonsuza kadar eksik kalmış bir duyguyla yaşarız. Biz, ağırlıklı olarak içinde bulunduğumuz coğrafyada Akdeniz, Orta Doğu ve Balkan halkları olarak bedenin hesap vereceği varlığa ulaşırken bütünlüğünü koruması gerektiğine inanan topluluklarız. Organ bağışından, kadavra olmak için beden bağışına, kan bağışına kadar pek çok konuda Diyanet'in onayına başvurulması da bu inançtan kaynaklanır. 
 
Toplumlarımız, çok daha eski dönemlerden beri süregelen bazı inançları din aracılığıyla sürdürerek, ölü bedenin bozulmadan ve organ kaybına uğramadan korunmasını önemseyen topluluklardır. Bu inanç, cenazenin beden bütünlüğü konusunda hepimizi hassas hâle getiriyor. Kabil, kardeşi Habil’i öldürdüğünde ne yapacağını bilemez ve Allah ona kardeşini nasıl gömeceğini bir karga aracılığıyla gösterir. Kabil, ‘Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cenazesini gömmede aciz kaldım’ der. Habil ve Kabil’den gelen bu gömme merasimi inanışı, İslamiyet'e kadar ulaşarak bizim cenaze ritüellerimizin temelini oluşturmuştur. Kefenleme, ölünün yıkanması ve nasıl gömülmesi gerektiğine dair ritüeller, antik kültürel miras ile yeni dinî inançlar arasında köklü bir bağ kurarak günümüze kadar varlığını sürdürmüştür” ifadelerini kullandı. 
 
33 kurşundan sonra yas tutamama hali 
 
Neşe Özgen, 1948 yılında Van’ın Qelqelî (Özalp) ilçesinde, 3. Ordu Komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın emriyle 33 kişinin katledilmesine dair “Van-Özalp ve 33 Kurşun Olayı: Toplumsal Hafızanın Hatırlama ve Unutma Biçimleri” adlı bir kitap yazdığını dile getirdi. Neşe Özgen, "Yola çıkış iddiam, köylülerin adalet arayışının yerine gelerek artık tatmin olduklarını görmekti. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk ve son kez olan bir şey gerçekleşti: Bir generalin kellesini aldılar. Çok uzun yargılamalar ve politik tartışmalardan sonra Mustafa Muğlalı önce müebbet hapse mahkûm edildi, ardından yaşından kaynaklı olarak cezası indirimlerle 20 yıla düşürüldü. Hapsedildikten hemen sonra bir hastalık bahanesiyle hastaneye kaldırıldı ve orada bir şekilde hayatını kaybetti.
Köye girdiğim anda, tatmin olmamış bir adalet duygusu ve nasıl tatmin olacaklarını bilmedikleri bir adalet arayışıyla karşılaştım. Çünkü ölüleri hâlâ gömülmemişti. 1948 yılında yaşanan hadise hâlâ devam ediyordu. Politik çalışmalarla bir mahkeme sonucu çıkmış olsa da, köylüler ölülerini gömemedikleri için çok ciddi bir huzursuzluk içerisindeydi. Katliam deresinde hâlâ ölülerin bulunduğunu gördüm. Köylüler, kimi zaman bununla mistik bir şekilde baş etmeye çalışıyor, oraya nur indiğini söylüyor, kimi zaman da o büyük yasın kendilerini ne kadar acıttığını ve üzdüğünü anlatarak bu acıyı paylaşmaya çalışıyorlardı. 1948’den beri süregelen bir yasın içindeydiler” diye belirtti. 
 
Cenazelere yönelik saldırılar 
 
Neşe Özgen sözlerini şöyle sürdürdü: “Sadece son dönemlerde cenazelere, bedenlere, ölü bedene saldırılar; 2015’te büyük abluka sırasında cenazelerin kurşunlanması, cenazelerin beden bütünlüğünün bozulması, sınırdan geçirilmeyen bedenler… Tekrar tekrar cezalandırılan ölü bedenler… Aslında çok daha eskiye dayanan bir devlet geleneği var: Öldürülen Ermenilerin bedenlerinin ortada bırakılması, 6-7 Eylül saldırılarında tecavüze uğrayan kadınların ya da öldürülen erkeklerin ortada bırakılması, cenazelerin taciz edilmesi, rahip cenazelerinin mezarlıklardan çıkarılıp kalplerine tekrar kazıklar çakılması, gayrimüslim cenazelerinin mezar taşlarının kırılması, mezarlıklara yönelik ciddi saldırılar… Bu büyük yas, aslında kişisel olarak tutulamayan, bireysel bir yas. Ancak bu, çevredeki bütün toplumsal yapıyı da bizim için güvensiz kılar. Slavoj Zizek, ‘Namussuzların cezalandırılmadığı bir toplumda çocuğunuzu adalete inandıramazsınız’ diyor. Benim cenazeme yapılan böyle bir hakaretin sonuçlarının ceza ile bittiğini görmezsem ve cenazemin itibarı iade edilmezse, çevreme karşı güvensizleşirim.
 
2004 yılında Meclis’e bir başvuru yapıldı, ardından bir Anayasa Mahkemesi kararı çıktı. 2004 yılında Anayasa Mahkemesi, Saliha Okutan, Hülya Sümer ve Ömer Kılıç’ın oğulları Mehmet Okutan, Kadir Sümer ve Mehmet Emin Kılıç’ın Siirt Eruh’ta cenazelerinin ailelerine teslim edilmemesinin uluslararası sözleşmelere ve insan haklarına aykırı olduğuna hükmetti. 2010 yılında, Van’da bir çatışmada yaşamını yitiren ve Siirt Kurtalan nüfusuna kayıtlı olduğu tespit edilen PKK militanı Feyzullah Koyun’un ailesi, hem İHD’ye hem de mahkemeye başvuruda bulundu. Açık bir tahrik olduğunu belirttiler. 27 Aralık 2017’de mahkeme, ülkemizin imzaladığı BM İnsan Hakları Savunucularını Koruma Protokolü’nün açıkça ihlal edildiğini belirtti. Anayasa Mahkemesi, 2019 yılında hükümlüye babasının cenaze törenine katılma ve taziyeye kabul edilme hakkı verilmemesi nedeniyle ‘özel hayata ve aileye saygının’ ihlal edildiğine karar verdi.
   
Yas kişisel, ölüm toplumsaldır 
 
2015’te Meclis’e getirilmiş olan cenaze ihlali var. HDP’li vekiller, 2013 yılında Muş Varto’da 13 mezarlığın yıkılmaya başlandığını belirtti. Ardından, Diyarbakır, Şırnak, Hakkari ve Ağrı gibi illerde idari amirlerin talimatıyla mezar taşları kırılmış ya da üzerindeki yazılar kapatılmış. Mezarlıkların bulunduğu yerler özel güvenlik bölgesi ilan edilmiş, aile ziyaretleri engellenmiş. Bitlis merkezde bulunan Yukarı Ölek’te yer alan Garzan Mezarlığı yıkılmış, mezarlıkta bulunan 276 mezar açılarak cenazelerden kalan kemikler kimlik tespiti için İstanbul ATK’ye gönderilmiş. Ne ailelere ne de avukatlara bilgi verilmiş. Kilometrelerce uzaklıktaki başka bir şehre nakledilmiş, 276 mezar tamamen kaybedilmiş, ailelere kemikler iade edilmemiş.
 
Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un cenazesine yapılan saldırı, Ağustos 2022’de Hakan Arslan’ın cenazesinin ailesine kutu içerisinde teslim edilmesi gibi gerilla cenazelerinin beden bütünlüğü bozularak ailelerine teslim edilmesi ya da kimliksiz mezarlıklara gömülmesi… Cumartesi Anneleri’nin cenazelerinin verilmemesi… Bütün bunlar, toplumun birbiriyle olan mesafesini artıran şeylerdir. Hayattayken bana sahip çıkılmayabilir ama ölüm toplumsal bir meseledir. Yas kişiseldir ama ölüm toplumsal bir meseledir. Bu toplumsallığı karşılayamamak, cenazenin yakını tarafından yas süreci başlatılamadığında toplumsal güvensizliği artırır. Benim cenazeme bu şekilde hakaret edenler, yan yana yaşama umudumu tamamen kırar.”
 
Moderniteden sonra ne değişti? 
 
Platon’un, Tagaros’ta yaptığı açıklamada; “Ey burada bulunan insanlar, hepiniz hukukun nezdinde değil, doğanın emri olarak yaratılıştan akraba, komşu ve vatandaşsınız. Benzer şeylerin benzerlikleri doğadandır. İnsanların tiranı olan tyronnos ise doğaya karşı pek çok şiddet eğiliminde bulunur” sözünü anımsatan Neşe Özgen, “Bizim bir arada yaşama hâlimiz olağan bir şey. Ne kadar didişsek de birbirimizden kopamıyoruz. Beraber olma ihtiyacı içerisindeyiz; doğuştan, doğanın bir gereği olarak komşuyuz, akrabayız. Bu kopmaz birliktelik bizi bağlar. Ölüm ise bizi birbirimize bağlayan en önemli şeylerden biridir. Ölüm bireysel bir şey değil, ölümle çok uzun yıllardır baş ediyoruz. Ölmekte olan kişi, üyesi olduğu topluluğun bir parçası olarak onların arasında ölümü gerçekleştiriyor. Ölmekte olana refakat etmek, ayin düzenlemek, tören yapmak, yardımda bulunmak tarih boyunca insanlık görevi ve toplumsal bir değer olarak görülmüştür.
 
Moderniteye kadar kişi, ölmeden önce ölümün bilincine varıyordu. Miras bırakabiliyor, kendinden sonra gelen insanlara öğütler verebiliyor, mezar taşına sözler yazdırabiliyordu. En az doğum kadar ölüm hakkında da bilgilerimiz vardı. Moderniteye kadar ölüm, topluluğun bir değeriydi. Peki, moderniteden sonra ne değişti? Ölü beden, yaşamın zıttı olarak algılanmaya başlandı. Oysa ölüm, yaşamın bir parçasıdır. Ölüm, sanki kendinde toplanmış tüm hastalıkların bir toplamıymış gibi, sağlıklı bedenlerin arasında bulunmaması gereken bir unsur olarak değerlendirildi. Böylece, ölüm değerler sisteminden koparıldı ve devletin gözetiminde, profesyonel hâle getirilerek yeni bir ritüele evirildi” dedi. 
  
Ne zaman devlet ölüm hakkında karar verici oldu?
 
“Neden devlet, iktidar, gömme ve ölüm meselesini kendi tekeline aldı?” diye soran Neşe Özgen, şunları dile getirdi: “Ölü gömme merasiminin ticarileşmesi, toplumsal mevki kaybedip ticari bir ritüele dönüşmesinin ötesinde bir soru bu. ‘Ölüm ne zamandan beri devletin karar verdiği bir konu oldu?’ Şu an da ölüm, tıpkı canlı bedenlerde olduğu gibi ölü bedenlerde de bir devlet otoritesine tâbi. Maddi ve manevi her türlü varlığa iktidar, bir el koyma güdüsü ile yaklaşıyor. Ölüm ne zamandan beri devletin karar verdiği bir konudur? Ölüm, kimilerine göre Allah’ın, doğanın, zamanın karar verdiği bir konuydu. Ne zaman devlet ölüm hakkında karar verici oldu? Asıl meselemiz budur. Devletin, ölü gömme sürecine nasıl müdahil olduğunu düşünmeye başlamadan önce, ölüm hakkında tek karar verici organ olmayı nasıl başardığını sormamız gerekiyor.
 
Hastanelerde, depremlerde, yangınlarda, maden ocaklarında, doğum anında karar veriyor ve ölü bedene de karar veriyor. Tüm bu zincir, otoriter bir iktidarın elinde hepimizi birer ölü beden hâline getirir. İnisiyatifi elinden alınmış, özgür iradesi yok edilmiş bir varlık, ölü bir bedendir. Hem cenaze kimliksizleştirilir hem de kimliksizleştirilirken üzerinde egemen iktidarın her türlü tasarrufta bulunmasına, kulak kesmesine, çıplak teşhir etmesine, mezarını tahrip etmesine, gömmesine, gömdükten sonra cenazesini çıkarmasına, kaybetmesine, yok etmesine… tüm bunlara zemin hazırlanır. Manevi duyguların yıkımı, fiilî bir kazanç hâline gelir ve iktidar buna hak kazanır.
 
Devlet, ölüm üzerine karar verici olamaz; ölüm, kendiliğinden olan bir şeydir. Bazen bir şeyler olabilir ama ölüm duygusunu kaybedeli uzun zaman oldu. Ancak, kendi ve ölü bedenlerimiz üzerinde karar verme yetkisini kaybedeli çok daha uzun zaman oldu. Bunlar, Kürt, Ermeni, LGBT, trans, intihar etmiş, kimsesiz, doğal afette ölmüş, aşağılanmış çingene; her tür olay, bizleri içtenlikten, dostluktan, gerçek bir uğurlama seremonisinden uzaklaştırıyor.
 
Tüm cenazeler siyasi bir araca dönüşmüş durumda. Bu mesele sadece Kürtlerin, Ermenilerin, LGBT’lerin ya da tecavüze uğramış çocukların bedenleriyle sınırlı değil; bütün cenazelerimiz aynı durumda. Hiçbiri artık bir ölü gömme töreni değil, hiçbiri ölümle vedalaşma sembolümüz değil. Hiçbir cenaze içtenlikle uğurlanamıyor.”
 
Yarın: Bir kimliği silme politikası mezarlıklar!