Sorumluluk kamu vicdanına yükleniyor...

  • 09:38 3 Kasım 2020
  • Güncel
Melike Aydın
 
HABER MERKEZİ - Şiddetli bir depremin ardından bölgede sayısız dayanışmaya tanıklık ettik (!) 5’i 4 yaş altı 8 kişilik mülteci aile çadır istediklerinde verilen “Ülkenize gidin, size mi bakacağız, siz depremzede değilsiniz” tavrı bütün o dayanışma ruhunu öldüren şey. Konuyla ilgilenmemizle birlikte bebekler kucaklara alındı, kolonyalar döküldü… Mülkün sahibi mülkünü geçici olarak dahi paylaşamadı… 
 
Kültürel erkekliğin üretimi olan mülk, yani hırsın, hükmetmenin, iktidar olmanın diğer adı olan devlettir. Adalet de kişilerin onuruyla, beden ve ruh bütünlüğünü başkasının sınırlarını ihlal etmeden yaşama hakkını korumayı içerir. Türkiye’de ise adalet mülkü, devleti korumakla ilişkilendiriliyor, hatta temeli sayılıyor. Mülkiyetçiliğin ya da devletçiliğin başka bir yanı da gördüğü her şeyi mülkleştirmesi, yani eşyalaştırmasıdır. Tam da burada faşizmin tanımını hatırlamak gerekir. Faşizm canlı olan her şeyi eşyaya yani cansız varlıklara çevirmektir, ölümseverliktir. Devlet -Osmanlı’daki adıyla mülk- faşizmin ta kendisidir. İşte etrafı tel örgülerle çevrilmiş insan çiftliğinde yaşayan canlılar olarak bizler bu mülkleşme sürecinden kaçamayız. Adına işçi, köle, reaya, serf ne derseniz deyin, efendisinin mülkü olan bizler devletli sistemlerin eşyalaştırma sürecine her zaman tabi olduk.
 
Dereler intikamını canlardan alıyor
 
Bu kısa değerlendirmenin ardından Bayraklı’ya geleyim. Bir zamanlar portakal ve nar bahçeleriyle kaplı olan Bayraklı’nın özellikle kıyıya yakın yerlerinin yerleşmeye uygun olmadığı uzun süredir burada yaşayanlar tarafından bilinir. Yer yer bataklık olan kıyı kesimlerini besleyen çaylardan biri bugün Bayraklı Adliyesi’nin kenarından diğeri de mahalleleri dolana dolana topraktan koparılmış halde denize kavuşturulur. İnsanlık sayısız canlının yuvası olan dereyi “ıslah” ederek daha erkekçesi “dize getirerek” insanlığa hizmet etmiştir. İşte röportajlarımızda “Doğa bizden intikamını alıyor” diyen depremzedenin dediği intikamın sonucunda canlarımızı yitiriyoruz. Bu yapılanın, mülkün değil yiten canların hakkını kimler ödeyecek, kimler hesap vermeli sorusu her deprem, sel, çamur yaşam alanlarımızı yok ettiğinde soruluyor ve bazen yüksek bazen daha alçak seslerle cevaplandırılıyor da.
 
Sorumluluk ‘kamu vicdanına yüklenmiş’ görünüyor
 
Depremin yaşandığı ilk anlarda yurttaşların daha uzman ekipler gelmeden başlattığı dayanışma ve yardımlaşma ruhu hiç kuşkusuz deprem sonrası da devam etti. Gönüllü ekiplerden, yerel yönetimlerden, sivil toplum kuruluşlarına, siyasi partilerden sosyal medya fenomenlerine herkes seferber oldu ama devletin fiili varlığı görülmedi. Devlet yardımları daha çok Diyanet Vakfı tarafından yapıyor. Buram buram Türk-Sünni-İslam kokulu çaylar, çorbalar… Ama deprem 7 büyüklüğünde değil. Bu nedenle olağanüstü hal ilan edilmesi gerekir ve devlet depremzedelere tazminat ödemek zorunda kalır. Onun yerine para yardımı sağlamak, sadaka kültürünü geliştirmek devlet ideolojisini daha da benimseten bir durum. Yönetimlerin babadan oğula geçtiği erkek sistemlerden halk yönetiminin “temsilen” sağlandığı erkek sistemlere devletin iki hali de sözde kalan halk için var olma görevini bu felakette de Soma’da olduğu gibi vakıflara, gönüllülere ve kamu vicdanına yüklemiş gibi görünüyor.
 
Ya daha uzun sürseydi?
 
İzmir depreminde iki durum gözlere çarpıyor. Biri yıkılan binaların hepsinin Körfeze kıyısı olan Bayraklı’da olması. Aslında depremin öncesinde Adliye Binası'nın ya da Folkartların yapımına ilişkin sohbetlerde olası bir depremde en çok zarar görecek bölgenin buralar olacağı hep konuşulurdu. Buralara nasıl ruhsatlar verilebildi? Şimdilerde insanlar ‘ya 15 saniye değil de 45 saniye sürseydi? Şimdi yıkılmayan Folkart binaları o zaman yıkılır mıydı acaba? Çadırlarda birbirinden bağımsız olarak devam den sohbetlerde böyle bir zeminde keşke portakal ve nar bahçelerinin kenarında iki katlı evlerinde yaşamaya devam etseydi’ diye konuşuluyor.
 
Belediyenin çorba dağıtması sorgulanmayacağı anlamına gelmez
 
İkinci olarak Bayraklı’da diğer binalar yıkılmazken neden bu binalar yıkıldı sorusu göze çarpıyor. Bazı binaların varlığından sorumlu olarak gösterilen iki kişi tutuklandı. Peki ya diğerleri?  Belediye sorumluluğu olan çok şeyi bu süreçte gerçekleştiriyor. Gıda ve temizlik malzemesi temininde bunların dağıtımında başarılı. Ancak yine de insanlar bu binaların denetiminde sorumluların arasında belediyeleri de sayıyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın denetleme görevinin yanında belediyelerin de yıkım görevleri vardır. Yapı kullanım izinlerinden ruhsatlara ilgili belediyeler harçlar alıyor ama kim denetliyor? İçinde avukatlık bürolarının bulunduğu ev sahipleri işyeri açma aşamalarında ruhsatları nereden alınıyor? Mansuroğlu Mahallesi’nde yapı kullanım izin belgesi olmayan binalar ve buralarda işyerleri var. Belediye bu işyerlerinden ruhsat harçları tabela vergileri kazanıyor. Haklarında soruşturma başlatılması gerekenleri sıralarsak bu mülke, iktidar olanlara kadar uzanan bir sürece girilecektir.
 
Hayat hızla olağanlaşıyor
 
Kaç binanın yıkıldığı konusunda bile oluşan bilgi kirliliğini düzeltmekten imtina eden devlet ve beraberinde gelenler depremzedeleri pek mutlu etmiyor. Bir taraftan enkazdan canlı çıkarma telaşı sürerken diğer taraftan ise hayat giderek daha olağan şekilde devam ediyor. Oysa dünyada bir kişinin bile acı çekmesi tüm dünyada yaşayanlar için dert olmalıydı. Aslında bunca şey kolektif vicdan yoksunluğuna işaret ediyor. Ama dayanışanların en göze çarpanı, ön saflarda hep kadınların olması… Kadınlar buluyor, ihtiyacı olanları belirliyor ve dağıtıyor.
 
Mülteci aileye ırkçı tavırlar sergilendi 
 
Alanda yaşanan başka çarpıcı durum evi hasar gördüğü için sokakta kalmak zorunda kalan 5’i 4 yaş altı 8 kişilik mülteci aile çadır istediklerinde verilen “Ülkenize gidin, size mi bakacağız, siz depremzede değilsiniz” tavrı bütün o dayanışma ruhunu öldüren şey. Konuyla ilgilenmemizle birlikte bebekler kucaklara alındı, kolonyalar döküldü. Ancak akabinde mülteci aile, 40 dakikalık yürüme mesafesindeki çadırlara götürüldü. Aile mülteci depremzedelerin yanına götürülecek. Depremzedeye bile yönelen bu ırkçılığın kaynağı ne? Mülk sahibi mülkünü başkasıyla paylaşamaz…
 
Devletli ideolojilerin çelişkileri ortaya çıkıyor
 
Alandaki bir diğer konu ise pandeminin düğünleri taziye çadırlarını aratmayacak yoğunlukta olması. Umarım depremin yaraladığı bizleri koronavirüs sarsmaz. Ama yaşanan her felakette devletin tavrından gördüğümüz çökenin her zaman devlet ideolojisi olduğu. Depremde Bayraklı Adliyesi hasar görürken “Adalet mülkün temelidir” sözü bir kez daha zarar görmüş oldu. Devletin yani mülkün toplum için var olduğu kavramını da yan yana koyunca hem teorik hem de pratik olarak devletli ideoloji ve pratiklerin çelişkileri ortaya çıkıyor.