Arzu Yılmaz: Diaspora barışın stratejik gücü
- 09:03 13 Aralık 2025
- Güncel
Melike Aydın
İSTANBUL - “Kürt diasporası, hem nicel hem de niteliksel olarak olağanüstü bir potansiyele sahip. Ama Kürt sorunu, hiçbir zaman uluslararası toplumun diğer çatışma konuları kadar önceliği olmadı” diyen Akademisyen Arzu Yılmaz, Kürt–Türk barışının uluslararası gündemde yeterince görünür olmamasının önemine dikkat çekti.
Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti), Barış ve Demokratik Toplum Süreci kapsamında İstanbul'da 6-7 Aralık tarihleri arasında "Uluslararası Barış ve Demokratik Toplum Konferansını" gerçekleştirdi. Dünyanın farklı ülkelerinden gelen akademisyen, yazar ve filozof isimler Kürt sorunun çözümü ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın paradigması, Kürt-Türk barışı ile ilişkili olarak deneyim aktarımları gerçekleştirdi.
Hewler Kürdistan Üniversitesi akademisyenlerinden Doç. Dr. Arzu Yılmaz sorularımızı yanıtladı.
“Devletler, varlıklarını sürdürebilmek için ister istemez bölgesel ittifaklar ve işbirliği düzenleri kurmaya ihtiyaç duyacaklar. Bu, tercihten ziyade hayatta kalma gereğinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor.”
*Ortadoğu'da kalıcı ve kapsayıcı bir toplumsal barışın tesisi için, Türkiye, İran, Irak ve Suriye'deki Kürtlerin kolektif siyasi hakları ve Anayasal statülerinin güvence altına alınması kritik öneme sahip. Bu bağlamda, "Sınır aşan kolektif haklar" kavramı, bölge devletlerinin Vestfalya tipi egemenlik paradigmalarıyla nasıl uzlaştırılabilir? Bu, Kürt aktörlerin entegrasyonu mu yoksa özerkliği mi hedefleyen politikalar izlemesini gerektirir?
Yeni dönemde, adını ‘geçiş süreci’ koyduğumuz, Gramsci'nin kavramsallaştırmasıyla eskinin öldüğü ama yeninin doğmadığı bu dönemde, İspanya’nın “backlash” dediği, yani Vestfalya dönemine geri dönüş reflekslerini gördük. Ekonomide korumacı politikalar, sınır güvenliğinin yeniden öne çıkması gibi gelişmeler bu reflekslerin örneklerindendir. Egemen devletin, Kürtçe’de dendiği gibi, ‘Karınca ölmeye yaklaştığında kanatları çıkarmış’ misali, ulus devletin de ömrü tükenirken kanat çıkarması gibi değerlendirilebilir. Bu Vestfalya refleksleri; ekonomi politikalarında, sınır güvenliğinde ya da anayasal olarak federal olan sistemlerin bile merkezileştirilmesi yönündeki otoriter eğilimlerde kendini gösteriyor. Korkunun ecele faydası yok gibi görünüyor, çünkü bu durum birilerinin istemesiyle değil, kapitalist ekonomi sisteminin temelden sarsıldığı bir süreçte ortaya çıkıyor. Dolayısıyla ulus devlet krizi, 1990’lardan beri altı oyulan ulus devletin yeni zorluklara karşı dayanamayışı, bu reflekslerin de ancak bir yere kadar işe yaramasına yol açıyor.
Buradan çıkacak olan, tartışmaya açık olsa da en azından bu geçiş döneminde deneyimleme ihtimalimizin yüksek olduğu biçim, bölgesel yeni düzenlerin oluşması gibi görünüyor. Küreselleşmenin tersine döndüğü bu dönemde, ulus devletlerin eski formunda devamı mümkün değil. Devletler, varlıklarını sürdürebilmek için ister istemez bölgesel ittifaklar ve işbirliği düzenleri kurmaya ihtiyaç duyacaklar. Bu, tercihten ziyade hayatta kalma gereğinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Avrupa Birliği konusunda bazıları bir çözülmeden söz etse de, bana kalırsa çözülmeyecek, aksine daha da derinleşecek. Savunma alanında aldığı kararlar da bunu gösteriyor.
Kendi bölgemize dönersek, Ortadoğu’da 2020’de İbrahim Antlaşmaları ile başlayan ve Hazar’dan Doğu Akdeniz’e uzanan bir hattı kapsayacak şekilde genişleyen süreç, hem Ortadoğu’ya yeni bir coğrafi sınır çizmekte hem de bölgesel düzeni ekonomik ve savunma işbirliği çerçevesine kavuşturan bir yapıya dönüşmektedir. Bunun içinde ister istemez yeni bir egemenlik anlayışı oluşacaktır. Bu, bir yönüyle yeni teorik önermeler, bir yönüyle de pratikte uygulanabilirliğin test edileceği bir dönemdir.
Bu aşamada, dünkü sunumumda geniş anlatma fırsatı bulamasam da, Kürt meselesi üzerinden söylemeye çalıştığım şey şudur: Abdullah Öcalan’ın önermesi, hem zamanlama açısından hem de yeni bölgesel düzenin neye evrileceğine dair güçlü bir perspektifin olmadığı koşullarda, toplumların barış içinde ve kalıcı bir istikrara kavuşmasına yardımcı olabilecek bir içerik taşımaktadır. Bunun değerinin farkında olarak ele alınması gerektiğini düşünüyorum.
Bu bağlamda son olarak şunu söylemek gerekir: Sözünü ettiğimiz Türk-Kürt diyaloğu bir barışa evrilecek olursa, bu yalnızca Türklerle Kürtler arasında yeni bir anlayıştan ibaret olamaz. Zamanın ruhu ve dinamikleri gereği, Türkler ve Kürtler arasında sağlanacak bir barış dahi Türkiye’nin sınırlarıyla sınırlı kalmayacaktır. Bu nedenle, bu önermenin Ortadoğu ölçeğinde, yeni bölgeselcilik anlayışı çerçevesinde değerlendirilmesinin bölge halklarının tamamının yararına olacağı kanaatindeyim.
“‘Pragmatist olmadan pragmatik, realist olmadan gerçekçi, idealist olmadan ilkeli olmak.2 Bence bu dönem tam da böyle bir dönemdir.”
*Suriye denklemi içerisinde, Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi (AANES), uluslararası ve bölgesel aktörlerin (özellikle ABD, Rusya, Türkiye, İran) çelişen güvenlik ve jeopolitik çıkarları arasında bir çözüm üretmeye çalışıyor. Rojava’nın siyasi ve idari yapılarının, Suriye'nin gelecekteki merkez-çevre ilişkilerini tanımlayacak şekilde uluslararası tanınırlık kazanması ve hukuki sürdürülebilirliğe ulaşması için hangi stratejik tavizler veya mekanizmalar gereklidir?
Şunu söylemek gerekir: Bir kere bazı tespitler yapmak gerekiyor. Hatırlatmak adına, bu geçiş sürecinde bir yapboz dönemindeyiz. Bunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Dolayısıyla ‘yapıldı’ dediğiniz şeyin bozulma ihtimali çok yüksek; ‘bozuldu’ dediğiniz şeyin yeniden inşası da mümkün. Bunu temel bir zemin olarak koymak gerekiyor. İkincisi, daha önce de söylediğim gibi, merkezileşme ve adem-i merkezileştirme arasındaki gerilimi göz önünde bulundurmak gerekir. Herhangi bir strateji belirlerken bu gerilimi akılda tutmak önemlidir. Üçüncüsü, ne olursa olsun ortada bir Üçüncü Dünya Savaşı ihtimalinin konuşulduğu ve herkesin bu ihtimale hazırlık yaptığı bir dönemde, savunma gücü ister devlet formunda olsun, ister halklar veya bölge ölçeğinde olsun bir önceliktir. Strateji belirlerken savunma gücünü hesaba katmak gerekir. Bu çerçeveden baktığımızda, bunu Arap Baharı döneminde de söylemiştik: Kürtler bu döneme hazırlıklı. En başta savunma gücü açısından hazırlıklılar. Büyük dezavantajları olsa da –örneğin Güney sahası açısından konuşursak savunma gücünün bölünmüşlüğü, hava savunma sisteminin olmayışı ve hâlâ Bağdat’a bağımlılık gibi zayıflıklar yine de eğitimli ve savaş tecrübesine sahip bir güç mevcut. Aynı durum Rojava için de geçerlidir.
Rojava’da, biraz önce tarif ettiğim zemini Şam üzerinden düşündüğünüzde, hiçbirine sahip olmayan bir Şam’ı egemen bir devlet olarak yeniden inşa etmeye çalışmak ile kendisini bu verilere göre hazırlamış bir Rojava Özerk Yönetimi’ni karşılaştırdığınızda tablo nettir. Bu nedenle Şam, daha kurulmamış bir ordusuyla kağıt üzerinde IŞİD’e karşı uluslararası koalisyona dahil edilmiş olsa bile, SDG’nin entegrasyonu gerçekleşmeden koalisyonla ortak çalışma pratiği geliştiremiyor.
Bunlara baktığımızda, savunma gücünü olabildiğince muhafaza etme hedefiyle hareket etmek, bu riskli dönemde herhangi bir siyasi aktör için kaçınılmazdır. Bunu yalnızca Kürtler için değil, tüm aktörler için söylüyorum. Elbette bu, Kürtler için de geçerlidir. İkincisi, yapboz döneminin ruhuna uygun olarak akışkanlık içinde farklı işbirliklerinin mümkün olduğunu hatırlamak gerekir. Bu dönemde stratejik işbirliklerinin çalışabilirliği yüksektir. Zaten ‘transactional ilişkiler’ dediğimiz, bölümlenmiş ilişki biçimi uzun süredir yeni dönemin uluslararası ilişkilerinde belirleyici bir dış politika yöntemi haline geldi. Önümüzdeki dönemde ise, özellikle sorunuza bağlı olarak Kürtler açısından, bu yapboz ihtimallerini göz önünde bulundurarak angajmanları ve işbirliklerini çerçevelendirmek, dinamiklerin değişebileceği ihtimalini hesaba katmak gerekir.
Üçüncü faktör ise, merkezileşme ile adem-i merkezileşme arasındaki gerilimi düşündüğümüzde, daha esnek ihtimallerle hareket edebilme gereğidir. Öncelikler sıralaması yapıldığında, hayatta kalmak mutlak öncelikse, güvenliği garanti altına aldıktan sonra siyasi olanı da tümüyle dışlamadan ama esnek davranarak merkeze dahil olmayı, bir gün yeniden çeperi ya da özerkliği güçlendirmeyi mümkün kılacak bir esneklikle çerçevelemek gerekir.
Bu konuda Amerika’nın son Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nde önemli bir ifade var: ‘Pragmatist olmadan pragmatik, realist olmadan gerçekçi, idealist olmadan ilkeli olmak. Bence bu dönem tam da böyle bir dönemdir. Bu öncelikleri ve verileri net belirleyen, aldığı pozisyonları da stratejik angajmanın gerektirdiği ölçüde taahhüt altına girmeden tanımlayan bir yaklaşım, yalnızca Kürtler için değil, bölgede hayatta kalmak isteyen tüm aktörler için geçerlidir.
“Dolayısıyla bu diyalektik masa başında matematik hesaplar gibi kurulamaz; ‘ikiye üçü koyarsak beş eder’ türünden mekanik bir süreç değildir. Çünkü bu özne olma halinin kendi içinde de bir diyalektiği vardır.”
*Kürt siyasal hareketinin farklı parçalardaki barış süreçlerinde benimsediği "Kürt Barışının Tarzı" (diplomasi, şiddet dışı direniş, sivil itaatsizlik) ile askeri aktörlerin (PKK, YPG/SDG, Peşmerge) varlığı arasındaki diyalektik ilişkiyi nasıl analiz ediyorsunuz? Özellikle Türkiye bağlamında, PKK'nin feshi süreci, Kürtlerin siyasal taleplerinin kurumsal temsili ile nasıl eş zamanlı ve koşulsuz olarak yürütülebilir?
Bu dönemin Kürt siyasal alanı açısından artık geri döndürülemez bir sonucu var. Bunu teslim etmek gerekir. Kürtler artık yalnızca askeri değil, politik bir güç olarak; coğrafyasıyla, nüfusuyla, kendi stratejisi ve politikalarıyla, sadece Ortadoğu’da değil, uluslararası politik sahnede de yerini aldı. Bunun geriye döndürülmesi, zora dayalı yöntemlerle bile tarihin gerisine düşürülemeyecek bir seviyeye ulaştı. Şimdi bunun gerektirdiği yeni bir diplomasi dili ve yeni bir siyaset yapma biçiminin zorunlu olduğu, tüm Kürt siyasal aktörlerince de kabul ediliyor. Fakat zorluk şurada: Şiddetin ve zorun tüm biçimleriyle sürdüğü bir süreçte bu meşru politik özne olma pozisyonu nasıl sürdürülebilir? Bu kolay cevaplanabilecek bir soru değil.
Bunu bir yandan gündelik gelişmelere anında cevap vererek, ama aynı zamanda tarihin sunduğu fırsatı uzun vadeli bir projeksiyonla değerlendirebilecek bir akılla yapmak gerekir. Günlük hayatta karşılaşılan tehlikelerle uzun vadeli hedefleri harmonize eden bir politika geliştirmek hiç kolay değildir. Dolayısıyla bu diyalektik masa başında matematik hesaplar gibi kurulamaz; ‘ikiye üçü koyarsak beş eder’ türünden mekanik bir süreç değildir. Çünkü bu özne olma halinin kendi içinde de bir diyalektiği vardır. Tek aktör değilsiniz. Birçok aktörün aynı anda etkide bulunduğu bir alanda siyaset şekilleniyor. Bu nedenle tarifesi, sabit bir matematiği olduğunu düşünmüyorum; bu daha çok sahada şekillenecek bir süreçtir. Burada akılda tutulması gereken, tarihin bu anındaki pozisyonun ve gelecekteki ihtimallerin farkında olmak, bu ihtimalleri hesaba katan bir akılla hareket etmektir. Kanımca, tarihin sunduğu bu fırsatı en iyi değerlendirme yolu da budur.
“Barış süreci yürürken, bu iki başlığın uluslararası toplumun gündemine, Kürt sorununu ve Orta Doğu'da Kürtlerin konumunu hak ettiği ölçüde taşıyamamasını gündeme almak gerekiyor.”
*Kürt diasporasının ve uluslararası hukukun, Ortadoğu'daki Kürt meselesinin çözümünde artan rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Kürt aktörler, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) ve diğer uluslararası mekanizmaları, hak ihlallerini gündeme getirmek ve siyasi statü taleplerine uluslararası destek sağlamak için nasıl daha stratejik bir şekilde kullanabilirler?
Çok güçlü bir Kürt diasporası bugün dünyada, diğer Yahudi ve Ermeni diasporası gibi, bu son Gazze Savaşı'ndan sonra çok ciddi bir bölünme yaşadı. Sadece bunlar, ana vatandaki gelişmelere bağlı olarak değil, aynı zamanda dünyanın kendi içindeki dinamiklere de bağlı olarak diasporalar olağanüstü bir dönüşüm içerisinde ve bu dönüşüm içerisinde Kürt diasporası, hem nicel hem de niteliksel olarak olağanüstü bir potansiyele sahip. Ama Kürt sorunu, hiçbir zaman uluslararası toplumun diğer çatışma konuları kadar önceliği olmadı. Bunu, Gareth Stansfield'ın bir derleme kitabındaki önsözde çok iyi anlattığını her zaman altını çizerek hatırlatırım. Stansfield, Kürt sorununun uluslararası toplum için çözülemeyecek kadar büyük bir öncelik olamayacak kadar önemsiz bir sorun olduğunu söylemişti. Ona bir referansla bakıldığında, Türkiye'deki barış süreci başladığında bile, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'nden Çin Devlet Başkanı'na kadar herkes hemen bu süreçle ilgili destekleyici açıklamalar yaptı. Ama Ukrayna-Rusya barışından, Gazze'deki İsrail-Filistin barışından daha az önemli olmayan Türk-Kürt barışının, bu geçtiğimiz bir yıl içerisinde, uluslararası toplumun gündemine ne kadar az yer bulduğuna baktığımızda, neredeyse dikkate alınmadığını bile teslim etmek gerekiyor. Dolayısıyla bir yanda böyle bir diaspora bağlamında olağanüstü bir potansiyel varken, diğer tarafta bölgenin yeniden şekillenmesinde tayin edici bir faktör olma potansiyeline sahip.
Barış süreci yürürken, bu iki başlığın uluslararası toplumun gündemine, Kürt sorununu ve Orta Doğu'da Kürtlerin konumunu hak ettiği ölçüde taşıyamamasını gündeme almak gerekiyor. Dolayısıyla, dediğim gibi, güç yoluyla zora dayalı barışın yapılmaya çalışıldığı bir süreçte biz, Kürt-Türk barışı bağlamında aslında hayata geçirilmeye çalışılan barış projelerinden farklı olarak, tarafların gönüllülük esasına dayalı bir masa etrafına geldiği bir süreçten bahsediyoruz. Üstelik, diğer barış projelerinde bir büyük kaybedenle bir büyük kazananın söz konusu olduğu sonuçlar aşikarken, bu barış sürecinde her iki tarafın da ‘kazan-kazan’ bir sonucu hedeflediği bir süreçten bahsediyoruz. Dolayısıyla, dediğim gibi, bu fırsatın hem içeride iyi değerlendirilip toplumsallaşması gerekiyor, çünkü toplumsallaşma tartışması süreç bağlamında çok sık gündeme geliyor. Bu son günlerde çok önemli. Bu toplumsallaşma konusunu sadece Türkiye kamuoyu bağlamında değil, uluslararası toplum ve kamuoyu bağlamında, üstelik Kürtlerin olağanüstü diaspora potansiyeli orada dururken, gündeme almanın, dikkate almanın ve farkındalıkla bir eylemlilik içerisine girmenin çok değerli olacağı kanaatindeyim.
“Senelerce Kürtlerin inkârı, Türkiye üzerinden ya da Ankara'nın baktığı yerden, devlet aklı üzerinden bir yüzyıl Kürtlerin inkârına karşı bir mücadele yürütüldü. Günün sonunda, Abdullah Öcalan'ın da teyit ettiği üzere, Kürtlerin varlığının inkârının bittiği, fakat şimdi ise bir bakıma bunun devamı olan Kürtlerin bir politik özne olarak kabulünün inkârıyla karşı karşıyayız bana kalırsa”
*Mesud Barzani’nin Türkiye’ye gerçekleştirdiği ziyaret ile Abdullah Öcalan’ın Barzani ile görüşme talebini birlikte düşündüğümüzde, bu gelişmeleri Kürt siyasal hareketleri arasındaki ilişki biçimleri ve “Kürt birliği” fikrinin güncel siyasal olanakları açısından nasıl değerlendirmek gerekir? İmralı görüşmeleri açısından bakınca Türkiye’nin bu süreçteki Barzani’nin ziyaretine dair tepkilerini nasıl değerlendirmek gerekir? Bu ziyaret Kürt iç siyasetindeki dengeleri sizce nasıl etkiliyor?
En başa dönecek olursak, bir kere Kürt-Türk barışı dediğimiz şey Türkiye sınırlarından ibaret değil derken, aslında bunun birinci önermesi tabii ki bu Kürt-Türk barışı sadece PKK ve Türkiye (Ankara) arasında bir barış değil. Eğer bu nihayete erecekse, Ortadoğu'da Kürtler ve Türkler arasında bir barışa tekabül ettiğine göre, bu Suriye'de Rojava yönetimi, Irak'ta da Başûr yönetimi ya da Kürdistan Bölgesel Yönetimi de doğal olarak içerisinde olacaktır. Ama sorunuzda bahsettiğiniz hem Abdullah Öcalan'ın Mesut Barzani ile görüşmesi konusu, hem de Mesut Barzani'nin Cizre ziyareti ile birlikte ortaya çıkan fotoğraf, eleştiriler ya da tepkiler, doğrusu bana şunu düşündürdü: Senelerce Kürtlerin inkârı, Türkiye üzerinden ya da Ankara'nın baktığı yerden, devlet aklı üzerinden bir yüzyıl Kürtlerin inkârına karşı bir mücadele yürütüldü. Günün sonunda, Abdullah Öcalan'ın da teyit ettiği üzere, Kürtlerin varlığının inkârının bittiği, fakat şimdi ise bir bakıma bunun devamı olan Kürtlerin bir politik özne olarak kabulünün inkârıyla karşı karşıyayız bana kalırsa. Bu, hem Abdullah Öcalan'ın ‘İmralı'ya kim gitsin, gitsin mi, git giderse kaç kaç’ sayfasındaki laflar, hem de Mesut Barzani'nin Cizre'ye gelmesi ile ortaya çıkan tepkilerle kendini gösteriyor. Bilebildiğimiz kadarıyla bu insanlar oradan zorla girmediklerine göre, bu bir protokolün gereği. Ama buna rağmen oluşan tepkiler, Kürt'ün varlığı kabul edilmiş olsa bile, Kürt'ün bir politik özne ve bir iktidar sahibi olarak kabulünde hala ne kadar büyük sıkıntılarla karşı karşıya olduğumuzu, bize sadece Mesut Barzani'nin Cizre ziyareti değil, aynı zamanda Abdullah Öcalan'la İmralı'da görüşmelerden kaynaklanan durumlar da gösterdi.
Sorunuzun bir diğer tarafına da cevap vermek gerekirse, eğer bu bir Türk-Kürt barışıysa, aynı zamanda Türk-Kürt barışını da ister istemez içerleyecektir. Ve geldiğimiz aşamada sanıyorum şunu rahatlıkla söyleyebilecek durumdayız: Türk-Kürt barışının neye evirileceği konusunda önemli aşamalar kaydedilmiş olsa bile, hala önümüzde ciddi riskler var gibi görünüyor. Ama bu geçtiğimiz bir yıl içerisinde bu mevzunun kaçınılmaz bileşeni olan Kürt-Kürt barışı açısından sonuçlarına baktığımızda, daha umutlu konuşabileceğimiz bir sonuçla karşı karşıya olduğumuz net bana kalırsa.







