‘Kapitalist düzen iklim değişikliğini engelleyemez’
- 09:04 3 Aralık 2021
- Ekoloji
Habibe Eren
HABER MERKEZİ - Glasgow Zirvesi’nin fiyaskoyla sonuçlandığını belirten ekoloji aktivisti Ecehan Balta, “Küresel ısınmayı 1,5 derece ile sınırlı tutmak için ona neden olan kömür, petrol ve gaz üretimini acilen, hemen şimdi kısıtlamak gerekiyor. Fakat Glasgow’da bu sonuca ulaşabileceğimiz herhangi bir gelişme olmadı. Esas gelişme, kapitalist düzenin iklim değişikliğini engelleyemeyeceği yönündeki bilginin artık genel bir kabul görmesiydi” dedi.
Türkiye'nin iklim değişikliği ve kuraklık risklerinin belirlenmesini ve çözüm önerilerinin sunulmasını amaçlayan 729 sayfalık rapor önümüzdeki günlerde Meclis Başkanlığı'na sunulacak. TBMM Küresel İklim Değişikliği Araştırma Komisyonu tarafından hazırlanan raporda Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün, iklim değişikliğinin gelecekte Türkiye’yi nasıl etkileyeceğini ortaya koyabilmek amacıyla 2016-2099 dönemi için geliştirdiği küresel iklim projeksiyonlarına da yer verildi. Buna göre Türkiye genelinde ortalama sıcaklık 2021-2099 döneminde yıllık 1 ila 6 derece artacak. Yağışlar ise yüzyılın son periyodunda yurt genelinde azalacak. Azalışlar, ilkbaharda yüzde 20-50 aralığına, yaz mevsiminde ise yüzde 60’lara varacak.
İklim değişikliği ile sellere yol açan şiddetli yağışların artmasının öngörüldüğü raporda, Ankara ve İstanbul’un “çok şiddetli yağış” projeksiyonlarına göre Ankara’da çok şiddetli yağışlı gün sayısı, 2021-2099 döneminde 6-10 gün aralığında artacak, günlük maksimum yağış miktarı ise 800-124 mm’ye kadar yükselecek.
Raporda Türkiye’nin de içinde bulunduğu yarı-kurak ve kurak iklim kuşaklarında, gerekli ve yeterli tedbirler alınmazsa belirli oranlarda kuraklığa bağlı tarımsal ekosistemin bozulabileceği ve gıda güvenliğinin tehlikeye girebileceği öngörülürken, tarımsal üretimde düşüş erozyon ve çölleşme riskine de dikkat çekiliyor.
Son süreçte yaşanan doğa olayları, sel, taşkınlar lodos ve fırtınalar can kayıplarına neden oluyor, bu durum iklim krizinin geldiği noktayı da gözler önüne seriyor. En son Marmara’da etkili olan fırtına ve lodos nedeniyle 6 yurttaş yaşamını yitirirken çok sayıda yerleşim yeri ve alan zarar gördü. Türkiye’de madenler, JES’ler ve HES’ler başta olmak çeşitli araçlarla müdahalenin düzeyi arttıkça yıkım da derinleşiyor. Bölgede ise yıkıma gerekçe ‘güvenlik’ oluyor. Milyonlarca ağaç güvenlik gerekçesiyle kesiliyor, kalekol, karakol ve barajlarla yeşil alanlar yok ediliyor. Bu durum milyonlarca canlı türünün yaşam alanının yok olmasına neden oluyor. Savaşlarda kullanılan kimyasal silah atıklarından kaynaklı aynı zamanda toprak, su ve yeraltı kaynakları da büyük zarar görüyor. Öte yandan en son maden şirketleri tarafından tarumar edilen Erzincan, Sivas, Dersim Elazığ bölgelerine yaban hayvanların katledilmesi için kalekollar kurulduğu ortaya çıktı.
Yerküre Yerel Araştırmalar Kooperatifi kurucu ortağı ve ekoloji aktivisti Ecehan Balta Meclis’e sunulacak olan raporu, iklim krizi ve buna dönük politikalara dair sorularımızı yanıtladı.
“Anadolu’da, ‘aç mezarı yoktur’, derler. Neden? Çünkü Anadolu ve Mezopotamya’nın bereketli toprakları bizlere yiyecek bir şeyler mutlaka verir. Ama bir yere kadar: Madencilik faaliyetleriyle yerin altını üstüne getirirseniz, barajlarla nehirlerin doğasına karşı savaşırsanız, bulduğunuz tüm topraklara tek tip tarımsal ürün ekip biyoçeşitliliği azaltırsanız, aç mezarı da olur maalesef”
* Türkiye'nin iklim değişikliği ve kuraklık risklerinin belirlenmesini ve çözüm önerilerinin sunulmasını amaçlayan 729 sayfalık rapor önümüzdeki günlerde Meclis Başkanlığı'na sunulacak. Raporda önümüzdeki süreç için ortalama sıcaklığın 1-6 derece artması, tarımsal üretimde düşüş, erozyon ve çölleşme riski öngörülüyor. Siz bu konuda ne söylemek istersiniz?
Görünen köy kılavuz istemez. Biz ekolojistler, ekososyalistler ve çevre örgütleri bunu on yıllardır dile getiriyoruz. Bilim insanları da 1950’lerden itibaren girdiğimiz çağın başka bir çağ, antroposentrik (insan merkezli) bir çağ olduğunu ifade ediyorlar. Dünyada hava sıcaklığının 1,5 ila 3,5 derece artması konusu konuşuluyor, 1.5-2 derece ile sınırlama konusunda irade beyanları dile getiriliyor ancak iklim krizini derinleştiren pek çok faktör, azalmak ya da durmak bir tarafa, hızlanarak devam ediyor. Birleşmiş Milletler (BM) tahminlerine göre, iklim değişikliği nedeniyle gıda fiyatlarının önümüzdeki yıllarda yüzde 50 zamlanması, diğer yandan da küresel ekin verimlerinin yaklaşık yüzde 30 düşmesi bekleniyor.
Endüstriyel tarım durmuyor; havayı ve suyu kirletmeye, vahşi yaşamı yok etmeye, pandemiler üretmeye devam ediyor. Tarım, gıda üretmekten daha çok hayvan yemi, biyoyakıtlar ve işlenmiş gıda ürünleri için endüstriyel içerik üretmekle ilgili hale geldi. Bu da endüstriyel tarım olmazsa 8,5 milyar insan nasıl doyacak şeklindeki söylemin tamamen bir yalan olduğunu ortaya koyuyor. Esas küçük köylülük olmazsa, agrobiyoçeşitlilik olmazsa, buna bağlı olarak gıda egemenliği olmazsa 8,5 milyar insanın çok daha büyük bir çoğunluğu gıdaya erişemez. Bakın, 2011’de Mısır’da başlayan Arap ayaklanmaları sürecinin birinci tetikleyicisi gıda kriziydi. Kurak geçen birkaç senenin ardından gıda fiyatlarındaki olağanüstü artıştı insanları sokaklara döken. Tarımsal üretimde düşüş, erozyon ve çölleşme dediğiniz zaman açlık isyanları demiş oluyorsunuz bir bakıma da. Anadolu’da, “aç mezarı yoktur” derler. Neden? Çünkü Anadolu ve Mezopotamya’nın bereketli toprakları bizlere yiyecek bir şeyler mutlaka verir. Ama bir yere kadar: Madencilik faaliyetleriyle yerin altını üstüne getirirseniz, barajlarla nehirlerin doğasına karşı savaşırsanız, bulduğunuz tüm topraklara tek tip tarımsal ürün ekip biyoçeşitliliği azaltırsanız, aç mezarı da olur maalesef. Bunu önlemek için ne yapmalı? Çok şey söylenebilir. Ama her şeyden önce “sanayi ölçekli olmayan” üretim yapan, agroekolojik tarım ve topluluk destekli üretim kapasitelerini artırmak isteyen üreticiler ve onlarla dayanışma içinde olmak isteyen gıda toplulukları, sivil toplum örgütleri ve türeticiler bir araya gelmeli. Derinleşen gıda krizine ve daha da ötesi, çok boyutlu iklim krizine karşı anti kapitalist bir seçenek üretmek dışında bir şansımız yok.
“Dünya üzerindeki kirletenlerin çok büyük bir çoğunluğunun ABD, AB ve Çin olduğunu, ilk on şirketin de karbon emisyonlarının yine çok büyük bir bölümünden sorumlu olduğunu biliyoruz. Türkiye’nin de ekolojik ayak izi 133. Yani, doğal döngü 100’ün altında olduğu sürece sürdürülebilir bir yaşam olamayacağına göre, Türkiye de kirleticilerden bir tanesi konumunda”
* Pandemi ile birlikte iklim krizi ve ekolojik yıkım daha fazla açığa çıktı. Yaz boyunca ormanlık alanlarda çıkan yangınlar, barajların çekilmesi, verimin düşmesi vs. gibi krizler bu duruma örnek gösterilebilir. Tüm bunlar gerçekleşirken bir yandan da ekolojik tahribat, şirketler eliyle sürdürülüyor. Bizleri nasıl bir tehlike bekliyor?
Tam kaldığım yerden devam edeyim: Kapitalizm kâr odaklı ve kaosa dayalı bir sistemdir. Daha fazla kar elde etmek için birbiriyle yarışan şirketlerin kuralsızlığı, kapitalizmin ana belirleyicisidir. Kural tanımazlık, sürdürülebilirliği de dışlar, ekolojik duyarlılığı da… Dünya üzerindeki kirletenlerin çok büyük bir çoğunluğunun ABD, AB ve Çin olduğunu, ilk on şirketin de karbon emisyonlarının yine çok büyük bir bölümünden sorumlu olduğunu biliyoruz. Türkiye’nin de ekolojik ayak izi 133. Yani, doğal döngü 100’ün altında olduğu sürece sürdürülebilir bir yaşam olamayacağına göre, Türkiye de kirleticilerden bir tanesi konumunda. Ama kirletenler yoksullar değil. Kirletenler sermaye ve zengin devletler. Bu bize ne gösteriyor? Her şeyden önce eşitsizliklerin bu alanda da devam ettiğini. Aynı zamanda daha çok kirletenlerin krizden daha az etkilendiğini de biliyoruz. Burada da ciddi bir eşitsizlik var. 2050 yılına kadar 1,5 milyar insanın iklim mültecisi olması bekleniyor. Aşırı hava olayları ve kuraklık vb. nedenlerle insanlar yer değiştirmeye zorlanacak. Gıdaya ve temiz içme suyuna erişimde zorluk çekenler yine yoksullar olacak. Yoksulların içinde de azınlıklar, kadınlar, engelliler gibi grupların, yoksulun da yoksulu olanların bu süreçten daha fazla etkileneceğini biliyoruz. Ama her şeyin ötesinde, dünyayı sarsan iki yıl devam edecek. Yerküre 2008’den beri yeni nesil koronavirüslerle uğraşmaya başladı. Şimdi aşı bulundu, evet. Ama varyasyonlar da geliyor. Bir de zaten, aşıya kim ne kadar erişebiliyor diye bakmak lazım. Afrika ülkelerine aşı hibe edilmesi sürecini Dünya Sağlık Örgütü yönetemedi, bu ülkelerde Covid-19 ne kadar insanı etkiliyor, bilmiyoruz. Pandemilerin ana nedeni vahşi hayata aşırı müdahale ve endüstriyel hayvancılık. Zoonoz hastalıklar (Hayvanlardan insanlara veya insanlardan hayvanlara doğal koşullar altında bulaşabilen hastalık) devam ettikçe, dünya üzerinde biyoçeşitlilik kaybı ile birlikte insan yaşamının da biçim değiştirmesine tanık olmaya devam edeceğiz maalesef.
“Glasgow Zirvesi tam bir rezalet, kelimenin tam anlamıyla bir fiyaskoydu. Küresel ısınmayı 1,5 derece ile sınırlı tutmak için ona neden olan kömür, petrol ve gaz üretimini acilen, hemen şimdi kısıtlamak gerekiyor. Fakat Glasgow’da bu sonuca ulaşabileceğimiz herhangi bir gelişme olmadı. Esas gelişme, kapitalist düzenin iklim değişikliğini engelleyemeyeceği yönündeki bilginin artık genel bir kabul görmesiydi”
*2030 yılına kadar karbon emisyonunun azaltılıp toplam küresel ısınmayı bir buçuk derecede sınırlama hedefi amacıyla BM İklim Zirvesi geçtiğimiz günlerde gerçekleştirildi. Zirve beklentiyi karşıladı mı?
Glasgow Zirvesi tam bir rezalet, kelimenin tam anlamıyla bir fiyaskoydu. Glasgow Zirvesi’nden sonra Financial Times gazetesi şöyle yazmış: “Glasgow zirvesi öncesinde enformel olarak belirlenen / üzerinde konuşulan hedef ‘1.5 dereceyi canlı tut’ idi. Ancak küresel ısınmayı 1,5 derece ile sınırlı tutmak için ona neden olan kömür, petrol ve gaz üretimini acilen, hemen şimdi kısıtlamak gerekiyor. Fakat Glasgow’da bu sonuca ulaşabileceğimiz herhangi bir gelişme olmadı”. Esas gelişme, kapitalist düzenin iklim değişikliğini engelleyemeyeceği yönündeki bilginin artık genel bir kabul görmesiydi. İlk zirve 1992 yılında Rio’da yapılmıştı. O günden bu yana; 29 yılda 26 tane zirve düzenlendi. Hükümetler birbirlerine sözler verdiler, ama yapmadılar. Zaten sözleri de tutsalar bile iklim değişikliğini durduracak cinsten değildi. Zirve, bizlerin beklentisi dışında bir durumla sonuçlanmadı. Fiyasko bekliyorduk, fiyasko oldu. Ama o sırada bizler aynı tarihlerde Glasgow’da ekoloji örgütleri on binlerce kişilik eylemler düzenledik, alternatif bir zirve gerçekleştirdik ve dünya çapında, bundan sonra umuyoruz kopmaz biçimde bir araya gelmeyi başardık. “İklimi değil sistemi değiştir” sloganının hükümetlerden beklentimiz değil, kendi zorunluluğumuz olduğunu bir kez daha ortaya koyduk. Bu açıdan da beklentilerimizin ötesinde iyi bir zirve geçirdiğimizi söyleyebilirim.
“Güvenlik gerekçesiyle mera ve otlak kullanımlarının sınırlandırılması zaten endüstriyel olmayan hayvancılık pratiklerinin de son derece sınırlı hale gelmesi anlamına geliyor. Ekolojik kriz de bütün bunların üzerine, evet kuraklık ve kıtlık potansiyelini taşıyor demek bile yeterli değil, şu anda Uşak-Denizli hattından doğuya doğru, Karadeniz ve birkaç il hariç “şiddetli kuraklık” yaşanıyor”
* AKP iktidarı ekolojik yıkımı en fazla inşaat ve enerji sektörleri üzerinden bölgede de ‘güvenlik’ politikaları kapsamında gerçekleştirdi. Söz konusu talan politikaları ile tarım ve hayvancılıkta bitme noktasına geldi. Önümüzdeki süreç açısından kuraklığın yanı sıra kıtlığın da bizleri beklediği söylenebilir mi?
Evet, inşaat ve enerji en kirletici sektörlerden ikisi. Fosil yakıt arama noktasındaki çabalarıyla Doğu Akdeniz’de ülkeyi bir başka savaşın eşiğine getirdiğini de atlamamak lazım. Sayıları üçe çıkan nükleer santral inşaatlarıyla da ekolojik yıkımın gelecekte de devam edeceğini garantiliyor. Tarım ve hayvancılığı bitme noktasına getiren pek çok faktör var: Yeni uygulamaya alınan para politikaları da tarım ve hayvancılık alanındaki girdi maliyetlerini inanılmaz yükseltmiş durumda. Pek çok alanda dışa bağımlı olan gıda sektöründeki maliyetler de son derece arttı. Aynı zamanda zaten güvenlik gerekçesiyle mera ve otlak kullanımlarının sınırlandırılması zaten endüstriyel olmayan hayvancılık pratiklerinin de son derece sınırlı hale gelmesi anlamına geliyordu. Ekolojik krize ilişkin de tüm bunların üzerine, kuraklık ve kıtlık potansiyelini taşıyor demek bile yeterli değil, şu anda Uşak-Denizli hattından doğuya doğru, Karadeniz ve birkaç il hariç “şiddetli kuraklık” yaşanıyor. 6 aylık verilere baktığınızda da Manisa ve Kars arasında düz bir çizgi çizerseniz onun altı tamamen şiddetli kuraklık yaşayan bir bölge. Bunda yağışların olduğu kadar, betonlaşmanın, barajların, ormanların yok edilişinin, arazilerin tarıma açılışının da büyük payı var. İfade ettiğiniz gibi, bu süreç talan politikalarının bir sonucu.
“Şırnak’ta yangın iki ay söndürülmüyorsa onlar dünyanın ciğerlerini bilerek ve isteyerek söndürüyorlar demektir, sadece Şırnak’ın değil. Bu herkesin meselesi olmalı. Doğanın sınırı ya da vatanı yok. Ekoloji mücadelesinin de olmamalı”
* Ekoloji mücadelesi Türkiye’de hâlâ çok sınırlı ama yerel de bu konuda bir hareketlilik mevcut. Bu noktada tüm toplum için en acil olan talepler neler olmalı? Türkiye’nin her tarafındaki ekoloji mücadelesinin ortaklaşması için ne yapmalı? Başka bir ifade ile Kaz Dağları ile Hasankeyf, Cerattepe ile Munzur, Bodrum’daki yangın ile Şırnak’taki yangın için mücadele nasıl ortaklaştırılır, ne söylemek istersiniz?
Ekoloji mücadelesi sadece Türkiye ile de sınırlı değil, her şeyden önce bunu söylemek isterim. Ekvator boyunca uzanan yağmur ormanları tüm dünyanın karbonunu emme konusunda en yüksek potansiyele sahip canlı alan. Şimdi Brezilya devlet başkanı Bolsanaro yağmur ormanlarını kasten yakıp endüstriyel tarıma açınca kendi sermayesi için iyi bir şey ama bütün dünya için korkunç bir şey yapmış oluyorsa, Bolsanaro’ya karşı mücadele de ekoloji hareketlerinin bir zorunluluğu. Şırnak’ta yangın iki ay söndürülmüyorsa onlar dünyanın ciğerlerini bilerek ve isteyerek söndürüyorlar demektir, sadece Şırnak’ın değil. Bu herkesin meselesi olmalı. Doğanın sınırı ya da vatanı yok. Ekoloji mücadelesinin de olmamalı. Sadece bu bakış açısıyla kavrarsak Kaz Dağları’ndan Hasankeyf’e, Cerrattepe’den Munzur’a, Bodrum’dan Şırnak’a, Türkiye’den Brezilya’ya köprüler kurabiliriz. Zaten o köprüleri kuramazsak da herkesin kendi kapısının önünü süpürüp yan gelip yatacağı evreyi çoktan geçtiğimiz için, dünya denilen sermaye cehenneminde sıkışıp kalırız.