Gülistan Kılıç Koçyiğit: Gazetecilerin katledilmesi savaş suçudur

  • 10:11 26 Ağustos 2024
  • Siyaset
ANKARA - DEM Parti Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit, Güney Kurdistan’daki saldırıda iki gazetecinin katledilmesini savaş suçu ve yargısız infaz olarak nitelendirdi. Gülistan, savaşta bile gazetecilere dokunulamayacağını vurgulayarak, hükümeti bu saldırıların sorumlusu olarak gösterdi.
 
Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit, Meclis'te düzenlediği basın toplantısında gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Toplantıda katledilen iki kadın gazeteciyi anan Gülistan, sorumluluğun Türkiye’de olduğunu vurguladı.
 
'Savaşta bile gazetecilere dokunulmaz'
 
Özgür Basını selamlayarak konuşmasına başlayan Gülistan, katledilen kadın gazetecileri andı. Gülistan, “Neden böyle bir giriş yaptım? Çünkü ne yazık ki dünyanın dört bir yanında savaş ve çatışmalar devam ediyor. Bu savaş ve çatışmalar içerisinde gazeteciler işlerini yapmaya, dünyaya haber ulaştırmaya çalışıyorlar. İşlerini yaparken de çoğu zaman savaşın ve saldırıların hedefi oluyor, yaşamlarını kaybediyorlar. Birkaç gün önce Süleymaniye’de Türkiye’nin İHA ve SİHA saldırısı sonucu Hêro Bahaddin ve Gülistan Tara hayatını kaybetti. Buradan onları anıyorum. Bir araç vuruldu, o araçta iki gazeteci yaşamını yitirdi, dört kişi de yaralandı. Soruyoruz, bu İHA ve SİHA saldırılarının gerekçeleri nedir? Hiçbir yargılama yapılmadan, binlerce kilometre uzaktan sivil yerleşim yerlerinin ve sivil araçların hedef alınmasının amacı nedir? Türkiye bu saldırılarla ne yapmayı amaçlıyor? Bu kaçıncı saldırı, kaçıncı sivilin ve gazetecinin katledilmesi? Bu konuda hiçbir açıklama yapılmıyor. Bu saldırıyı şiddetle kınıyoruz. Bu, bir yargısız infazdır. Eğer siz SİHA’larla bir başka ülkenin hava sahasında sivil araçları ve sivil yerleşim yerlerini hedef alıyorsanız ve o hedef sonucunda özgür basın emekçilerini, gazetecileri, orada yaşayan halkı katlediyorsanız, bunun adı yargısız infazdır. Savaşta bile gazetecilere dokunulmaz. Savaşta bile gazetecilerin yaşam hakkı, haber yapma ve mesleklerini yerine getirme hakkı korunur. Ancak ne yazık ki Türkiye, Süleymaniye’de defalarca sivil yerleşim yerlerini hedef alarak, sivil araçları vurarak, oradaki insanları ve özgür basın çalışanlarını katlederek savaş suçu işlemiştir. Bunu açık ve net olarak ifade edelim” dedi.  
 
‘İki gazeteciyi katletmek nasıl ifade edilecek?’
 
Gazetecilere yönelik bu katliam saldırılarının İsrail’in uygulamalarından farksız olmadığını belirten Gülistan, “İsrail-Filistin çatışmasında İsrail’in TRT muhabirlerine yönelik saldırısını burada günlerce konuştuk. Evet, konuşmalıyız da. Bu Meclis'te bu saldırı kınandı, evet kınanmalı da. Ancak İsrail'in yaptıklarını suç sayan, İsrail’in eylemlerini kınayan anlayışın gidip aynı şeyi Güney Kürdistan’ın Süleymaniye kentinde yapmasını ve iki gazeteciyi katletmesini nasıl ifade edeceğiz? Bu ikiyüzlü bir politika değil midir? Başkası yaptığı zaman suç, İsrail yaptığı zaman suç, AKP ve MHP yaptığı zaman doğru mu oluyor? Biz buradan soruyoruz, bu iki gazetecinin katledilmesinin sorumluluğu kimdedir? AKP ve MHP iktidarındadır. Kürt sorununu demokratik yöntemlerle çözmeyen, her yeri savaş alanına çeviren, Güney Kürdistan’ın neredeyse her metrekaresine askeri üs kuran, askeri anlaşmalarla yeni bir savaşın kapısını aralamaya çalışan iktidar, bizzat bu ölümlerin sorumlusudur ve bunun hesabını vermelidir. Şu ana kadar hiçbir açıklama yapmamış olmalarını asla kabul etmiyoruz. 
 
Buradan soruyoruz; neden sivil yerleşim yerlerini hedef alıyorsunuz, neden gazetecileri katlediyorsunuz? Bu soruların cevabını istiyoruz, hükümeti açıklama yapmaya çağırıyoruz. Sadece Türkiye’nin yaptıkları değil, sadece İsrail’in yaptıkları değil, aynı zamanda Ukrayna-Rusya savaşında da gazeteciler hedef alınıyor. Orada da gazetecilerin kaldığı otele yapılan saldırı sonucunda bir gazeteci hayatını kaybetti. Birçok gazeteci de ağır yaralandı. Tüm bu gazetecileri hedef alan saldırıları DEM Parti olarak kınıyoruz, asla kabul etmiyoruz. Buradan bir kez daha Hero Bahaddin ve Gülistan Tara’nın yakınlarına ve özgür basın çalışanlarına başsağlığı iletiyoruz. Biliyoruz ki halkın ve hakikatin sesini yansıtan özgür basın emekçilerinin kalemi yerde kalmayacak, onların ardılları onların sözlerini ve çalışmalarını sürdürecek” diye konuştu.
 
Büyük bir şiddet pandemisi ve linç kültürüyle karşı karşıyayız
 
Konuşmasının devamında Gülistan şunları söyledi: “Büyük bir şiddet pandemisi ile karşı karşıyayız. AKP, Meclis'ten başlayarak örgütlediği linç kültürünü bir toplumsal linç kültürü olarak her yerde tırmandırmaya devam ediyor. Kadınlara yönelik sokak ortasında artan şiddet neredeyse yaşamın her alanına yayılmış durumda. Bu bir şiddet dalgası. Sadece bireysel ve münferit değil, bir iktidar politikası olarak toplumsal yaşamın her anını ve her yerini kuşatan bir şiddet pandemisi. Son olarak Manisa’nın Akhisar ilçesinde kadına yönelik şiddeti hep beraber izledik. Neydi şiddeti uygulayanı bu kadar cesaretlendiren? Tabii ki iktidarın kadına yönelik şiddetteki cezasızlık politikasıydı. Hamile bir kadın, boşanmak istediği eşi tarafından saatlerce orada dövüldü, herkes izledi. “Hamileyim” diye çığlık atmasına rağmen ne yazık ki kimse kadının yardımına koşmadı. Tek bir kolluk görevlisi orada yoktu; ne yazık ki kadın çok ağır bir şekilde yaralandı. 
 
Bütün bunları üst üste koyduğumuzda özellikle bu olayın aslında neyin kanıtı olduğunu görüyoruz. İktidarın kadınları korumak için hiçbir önlem almadığını, aksine her gün ve her an kadınların yaşam hakkı başta olmak üzere birçok ihlalle karşı karşıya olduğunu açık ve net bir şekilde gösterdi. Neden bunları yaşıyoruz? Çünkü İstanbul Sözleşmesi’nden çıkan, 6284’ü etkin uygulamayan ve boşanmayı zorlaştıran, nafaka hakkımızı tartışmaya açan bir düşman hukukuyla, bir düşman aklıyla karşı karşıyayız. Kadın düşmanı bir iktidar her gün ama her gün kadınların yaşamına kast ediyor. Bir cins kırımına varan bu şiddeti körüklüyor ve bunu besliyor. Bu failler eğer işledikleri suçların cezasız kalmayacağını bilselerdi, bu suçları işlemezlerdi.
 
Şiddet meşrulaştırılıyor
 
Anayasayı tanımayan, kürsü dokunulmazlığını hiçe sayan ve kürsüye yönelik şiddeti meşrulaştıran bir aklın kadına yönelik şiddete dair de söz söylemesini beklemiyoruz. İşte şiddet şiddeti besliyor. Meclis'ten sokaklara taşan kadına yönelik şiddetten, çocuğa yönelik şiddete; oradan hayvanlara, göçmenlere yönelik şiddete; yoksullara yönelik şiddete; oradan ötekilere varan bir şiddet sarmalıyla, şiddet dalgasıyla karşı karşıyayız. Bu bir linç kültürüdür, bu linç kültürü bizzat iktidar eliyle beslenmekte, iktidar eliyle hortlatılmaktadır. Neredeyse bütün ülkeyi teslim alan bir anlayışa dönüşmüş durumdadır. Bunun altını çizmemiz gerekir. Herkesin bu riske ve şiddete karşı tutum alması gereken günlerden ve eşiklerden geçiyoruz. Ne yazık ki bunun çok çok uzağındayız. AKP’li milletvekili Alpay Özalan’ın, İstanbul Milletvekili Ahmet Şık’a Meclis kürsüsünden saldırması neyin göstergesiydi? Bu iktidarın muhalif olan, kendisini rahatsız eden hiçbir düşünceye tahammülünün olmadığının açık ve net göstergesiydi. O gün orada kürsüye saldıran, şiddet uygulayan milletvekiline en üst düzeyde, Cumhurbaşkanı düzeyinde sahip çıkılıyorsa, bu aslında şiddetin meşrulaştırılmak istendiğinin ve bundan sonra da saldırıların arkasında durulacağının resmini gösteriyor. 
 
Hep beraber şiddeti mahkûm etmediğimiz, buna karşı durmadığımız bir noktada bu şiddet nasıl önlenecek? Hayır, önlenmeyecek. Güçlü olanların zayıf olanları ezdiği, çok olanların az olanları linç etmeye çalıştığı bir gerçek karşımıza çıkıyor ki bunun daha da artma ihtimalini buradan söylememiz gerekiyor. Bu şiddet kültürüne karşı dayanışmak, bu şiddet kültürünü mahkûm etmek, bu şiddet kültürüne karşı bizim hep beraber mücadele etmemiz gerek. Ve özel olarak da kadına yönelik şiddeti besleyen, cezasızlığı meşrulaştıran bu düzenin son bulması için her yerde yan yana durmamız, hep beraber sesimizi yükseltmemiz gerekiyor ki bu şiddetin önüne geçebiliriz.
 
Kürdü inkârda 90'lı yılları aratıyorlar 
 
Bu ülkede Kürt olmak, Kürtçe şarkı dinlemek, Kürtçe şarkı söylemek suç hâline getirilmeye çalışılıyor. Kürdü inkâr etmede 90’lı yılları aratan bir politikayla karşı karşıyayız. Ama sorarsanız Türkiye yüzyılındayız, ama sorarsanız uçuyoruz bütün göstergelerde. Yüzyıldır öğrendikleri tek bir şey var o da tahrik etme; yüz yıldır öğrenmedikleri tek şey de bizim bu tarz saldırılarla pes etmeyeceğimiz ve mücadeleden vazgeçmeyeceğimiz hakikatidir. 21 Ağustos’ta Balıkesir’de çalışan 3 Kürt işçi Mehmet Argın, Cemal Güzel ve Özgür İpek çalıştıkları şantiyenin yanındaki Atatürk Parkı’nda Kürtçe şarkı dinlerken önce sözlü tahrik, ardından ise hem kolluk görevlilerinin hem de orada bulunan lunaparkın sahibi tarafından işkenceye maruz kaldılar. Saldırı sırasında lunaparkın sahibinin, ‘bunlar Kürttür, teröristtir’ demesiyle bekçi ve yunus ekipleri neredeyse 20 kişi, işçileri ters kelepçeleyerek coplarla saldırmışlar ve ‘bunlar Kürttür, vurun, öldürün’ şeklinde bağırmışlardır. Öyle ki bekçi saldırırken kendi parmağını kırmıştır, ama yine suçlu kim, suçlu yine Kürtler olmuş. Ağır şekilde darp edilen Cemal Güzel, Cumhurbaşkanına hakaret ve polise mukavemetten tutuklanmış. ‘Vurun Kürde, öldürün’ diyene ne olmuş? İşkence edenlere ne olmuş? İşkence uygulayan kolluğa ne olmuş? Tabii ki onlara hiçbir şey olmamış, onlar serbest bir şekilde yaşamlarına devam ediyorlar.
 
Bize dayattığınız gölge yurttaş olmayı asla kabul etmiyoruz
 
Kürt hem saldırıya uğradı, hem yaralandı, hem hakarete uğradı, hem linç edildi ama günün sonunda da cezaevine konulan yine Kürt oldu. Bu ülkede şarkı dinlemek suç mu diye sormak istiyoruz. Bu ülkenin parkları ve bahçeleri Kürtçe şarkı dinleyen Kürtlere yasaklı mı? Bunun açıklamasını istiyoruz hükümetten. Kürtler sadece Diyarbakır’da, Hakkâri’de, Bitlis'te, Muş’ta mı Kürtçe konuşabilir, örneğin Yozgat’ta Tekirdağ’da Kürtçe konuşmamalılar mı? Kürtçe konuşmaktan imtina mı etmeliler? Gölge yurttaş mı olmalılar, kendilerini, dillerini, kültürlerini gizlemeliler mi? Bu soruyu buradan hükümete soruyoruz. Bir tane hükümet yetkilisi, İçişleri Bakanı geçmiş olsun dileğinde bulundu mu, bir açıklama yaptılar mı, bir özür yayınladılar mı, şiddet uygulayan polis için soruşturma başlattılar mı, şiddet uygulayanları gözaltına aldılar mı? Bütün bunlara hayır cevabı veriyoruz, ne yazık ki. O zaman fail kim? Burada failin sadece o işkence uygulayan lunapark sahibi ve polisler olmadığını, failin bizzat AKP ve MHP iktidarı olduğunu belirtmemiz gerekiyor. 
 
Yine bundan sadece 2 gün sonra Nevşehir Ürgüp’te 13 Kürt işçi Amedspor forması giydikleri için saldırıya uğradılar, terörist denilerek darp edildiler ve bu saldırıyı yapanlar yine serbest kaldı. Bu saldırı sonucunda saldırıya uğrayan işçi Edip Bozkurt tutuklandı, cezaevine gönderildi. Yargının, kolluğun, bütün iktidarın bu tür olaylarda taraf olduğu, ırkçıları ve nefret suçu işleyenleri koruduğu, kolladığı bir yerde bizim toplumsal barıştan, yan yana yaşamaktan bahsetmenin koşulları ortadan kalkıyor. Bugün AKP iktidarı politikalarıyla toplumu ortadan ikiye bölüyor. Gerçek anlamda bölücülük yapıyor. Edirne’den Hakkâri’ye biz milyonlarız, bu ülkenin gerçek sahipleriyiz, bu ülkenin misafirleri değiliz, bu ülkenin her karış toprağında anadilimizi elbette konuşacağız. Asla ama asla bize dayattığınız gölge yurttaş olmayı kabul etmiyoruz.
 
Kenan Evren’e rahmet okutacak bir politika ile karşı karşıyayız
 
Bütün bunlar yaşanırken Tayyip Erdoğan ne diyordu? Dün Bitlis'te? Kürt halkının gözlerinin içine baka baka, üstelik Bitlis’te. ‘İnsanımızın kimliğinden, dilinden dolayı ötekileştirildiği günler geride kaldı, baskıların ve yasakların olduğu günler geri gelmemek üzere tamamen geride kaldı’ diyor. Kürtçe halay çekenlerin tutuklandığı, Kürtçe şarkı söyleyenlerin darp edilip linç edildiği bir ortamda Tayyip Erdoğan’a soruyoruz: Nasıl oluyor da yasaklar ve baskılar ortadan kalkmış, nasıl oluyor da insanlar kökenlerinden ve dillerinden dolayı ayrımcılığa uğramıyor? Dönüp sadece küçük ortağının son bir haftada yaptığı açıklamalara baksa hakikati ve gerçeği görecek. Ama onun görevi gerçeği görmek değil. Onun görevi gerçeği karartmak, algı oluşturmak ve manipülasyon yaratmaktır. Kenan Evren hayatta olsaydı, sanırım AKP ve MHP’nin Kürt ve Kürtçe düşmanı politikalarını ayakta alkışlardı. O anlamıyla 12 Eylül zihniyetine ve Kenan Evren’e rahmet okutacak bir politika ile karşı karşıyayız.
 
Türkiye gerçeğinde çiftçiler nasıl üretime devam etsin?
 
Birkaç gün önce Tarım Bakanlığı’nca hazırlanan ve Resmî Gazete’de yayınlanan işlenmeyen tarım arazilerinin kiraya verilmesine ilişkin yönetmelikle çiftçilerin mülksüzleştirilmesi, topraklarının sermayeye yağmalanması için bir yönetmelik çıkarıldı. Bu yönetmeliğin hedefi nedir? Çiftçileri topraklarından uzaklaştırmak, çiftçilerin topraklarını büyük sermaye şirketlerine vermek ve bunun sonucunda o insanları yaşam alanlarından uzaklaştırarak onları büyük kentlerde ucuz iş gücü hâline getirmek istediklerini biliyoruz. Hükümet şunu soruyor mu? Çiftçiler, küçük üreticiler neden üretemiyorlar? Bu soruyu sormuyor. Girdi maliyetlerinin neredeyse yüzde 300-400 arttığı, çiftçinin mazot ve gübre alamayacak hâle geldiği, banka borçlarını ödemek için topraklarını sattığı bir ortamda taban alım fiyatlarının en dipte açıklandığı bir Türkiye gerçeğinde çiftçiler nasıl üretime devam etsin? Üretimi teşvik etmek yerine girdi maliyetlerini devletin üstlenmesi, hızlı bir tarım eylem planı açıklaması gereken hükümetin kendisi, bugün çiftçilerin topraklarına el koymak için yönetmelik çıkarıyor. 
 
Bunun bir endüstriyel tarımın önünü açmak olduğunu, aslında burada monokültürel dayalı sermayeye yeni bir rant alanı açmak istediklerini biliyoruz. Bu yönetmelik kapsamında ne istisna tutulmuş? Açılmayan milyonlarca hektar hazine arazisi bu yönetmelikten istisna tutulmuş. Neden? Çünkü o hazine arazilerini yarın öbür gün sermayeye peşkeş çekecekler, özelleştirerek satacaklar. Artık çiftçiler, tarım ve hayvan üreticileri için bıçak kemikte. Üretemiyorlar, borçlarını ödeyemiyorlar. Ürettiklerini gerçek değerinde satamıyorlar. Biz en pahalı fiyatlarla gıda ürünlerini alıyoruz ama ne yazık ki aracılar kazanıyorlar, büyük tekeller kazanıyor. Bu nedenle hızlı bir şekilde tarım eylem planının açıklanması, küçük üreticinin, çiftçinin desteklenmesi, girdi maliyetlerinin desteklenmesi için hızla adımlar atılmalıdır. Hükümeti bir an önce çiftçilerin topraklarına el koymaktan vazgeçip çiftçinin derdine derman olacak bir politikayı hayata geçirmeye çağırıyoruz.
 
Salgına karşı prosedürlere çalışmaya çağırıyoruz
 
Bütün bu politikalar iktidarın ne kadar gerçeklikten kopuk olduğunu gösteriyor. Sadece haber taraması yapsalar, Maraş’tan Uşak’a, Edirne’ye kadar çiftçinin eyleme başladığını, üretim krizi içinde olduğunu görecekler. Ama bunu yapamıyorlar. Yeni bir salgınla karşı karşıyayız. Biliyorsunuz Dünya Sağlık Örgütü, Maymun Çiçeği olarak bilinen monkeypox virüsüne karşı acil durum ilan etti. Bu sürede de bütün ülkelere uyarılarda bulundu. Ankara’da dört kişinin karantinaya alındığı haberini aldık. Sağlık Müdürlüğü bu haberi yalanladı. Sağlık Bakanlığı karantina haberini doğruladı. Daha şimdiden birbirini yalanlayan, kamuoyunu yanıltan haberler açığa çıkmış oldu. Sağlık Bakanlığı ne diyor? ‘İnşallah virüs ülkemize gelmez.’ Ne diyelim? İnşallah virüs ülkemize gelmez. Böyle dediğimizde virüs gelmeyecekse eyvallah, hiçbir problem yok. Bunun böyle olmayacağını Sağlık Bakanlığı’nın kendisi de biliyor. Önlem almaya çağırıyoruz. Nasıl önlemler alındığını Türkiye kamuoyuna açıklamasını bekliyoruz. Bu ülke henüz Covid-19 yarasını saramadı. Covid-19 bu ülkede felakete dönüştü. Yüz binlerce insanımız yaşamını yitirdi, hâlâ kaç insanımızın Covid-19’dan yaşamını yitirdiğini bilemiyoruz. Üç maskeyi halkına ulaştıramayan hükümet ve Sağlık Bakanlığı gerçeği ile karşı karşıyayız. Pandemide sermaye kârına kâr katarken bütün işyerleri üretime devam ederken yoksullar evinde açlık ve sefalet içerisinde kaldılar. Bu ülke pandemide bir sınıfsal kastın oluştuğunu, zenginlerinin refahının devam ettiğini, yoksulların ise çaresizlik içinde kıvrandığını gördü. Sağlık Bakanlığı’nı bu nedenle gerçekçi önlemler almaya, bu tedbirleri de hızlıca kamuoyuna açıklamaya davet ediyoruz. Aksi hâlde Covid-19 gibi bir durum yaşarsak, bunun ülke için, Türkiye’de yaşayan milyonlarca dar gelirli için felaket olacağı aşikâr.
 
Tekirdağ Hapishanesi’nden korkunç haberler alıyoruz
 
Günlerdir Tekirdağ Hapishanesi’nden korkunç haberler alıyoruz. Tekirdağ 2 No'lu F Tipi Yüksek Güvenlikli Hapishanesi’nde bulunan Abdulkadir Bozkurt, 15 Ağustos'ta ailesi ile görüştüğü zaman hapishane müdürü, başgardiyan ve hapishane psikoloğu tarafından ölümle tehdit edildiğini ve her an öldürülebileceğini söylüyor. 22 Ağustos'ta ailesi ile telefon görüşmesi yaparken aslında bu görüşme kesiliyor, aile avukat gönderiyor ve Bozkurt’un 10 gardiyan tarafından kameraların bulunduğu yerde saldırıya uğradığı, darp edildiği anlaşılıyor. Bozkurt neden darp ediliyor? Aynı cezaevindeki yönetim ve gardiyanların karıştığı bir olaya tanık olması nedeniyle. Yani Bozkurt'a işkence yapıyorlar, tanıklığından vazgeçmesi için. Tanıklıktan vazgeçmediği için yaşamı risk altında. Yine aynı cezaevinde Bakır Öztürk, yaptığı telefon görüşmesinde aynı cezaevinde Ahmet Sürme, Neşat Güven, Ali Gül, Erdal Özdoğan, Tahir Aktan, Mehmet Ali Belek ve Halil Göktürk’ün tecrit altında olduğunu ve burada yaşam hakkımız dâhil birçok hakkımızın gasp edildiğini söyledi. Biz buradan Adalet Bakanlığına çağrı yapıyoruz. Cezaevlerini işkence evlerine, cezaevlerini eza evlerine çevirdiniz. Tekirdağ ve diğer tüm cezaevlerinde bulunan mahpusların yaşam hakkı ve diğer bütün sağlık hakları sizin sorumluluğunuzdadır. Bu konuda yaşanacak her türlü sorunun sorumlusu Adalet Bakanlığı’dır. Adalet Bakanlığı bu konuda adım atmaya ve Tekirdağ Cezaevi’ne bir heyet göndererek inceleme yapmaya davet ediyoruz.
 
Narin Güran için herkes elinden geleni yapmalı’
 
21 Ağustos’tan beri 8 yaşındaki Narin Güran kayıp ve hâlâ bulunamadı. Evine 3 km uzaklıktaki Kur’an kursuna gidiyor ve o günden beri kendisinden haber alınamıyor. 8 yaşındaki bir çocuktan bahsediyoruz. Bu konuda geçmiş pratikler, Gülistan Doku ve diğer bütün örnekler, bu konuda devletin ve yetkililerin zafiyetini gösteriyor. Özellikle failler iktidar yanlısı olduğunda iktidarın, polisin ve yargının failleri nasıl koruduğunu çok iyi biliyoruz. Buradan bir kez daha hem bütün halkımıza hem de yetkililere çağrı yapıyoruz. Narin Güran’ın bulunması için herkesin elinden geleni yapması ve Narin’in ailesine sağ salim teslim edilmesi için hızlı hareket edilmesi gerekiyor. Bu süreç içerisinde de sorumluların ve faillerin cezalandırılması için derhal adım atılmalıdır.”