‘Namus’ adı altında kadın cinayetleri

  • 09:06 13 Kasım 2021
  • Kadının Kaleminden
“Medya, erkeği ve aile yapısını cesaretlendiren ve şiddeti yeniden üreten bir rol üstlenerek, şiddetin üretiminin bir devlet politikası olduğu kısmını örtmektedir.”
 
Elif Turan
 
Namus, Nomos tan gelir. Nomos un kelime anlamı, iktidar, kural, kanun demektir. Ataerkil toplum ve buna dayalı uygarlık, sınırsız kullanım aracı olarak, kadına uygulanan erkek tahakkümünün, egemenliğinin, şiddetinin adını namus koymuş ve sorgulamanın, eleştirmenin yasak olduğunu dayatmıştır. Kadının köleliği ve sömürüsü üzerine kurulan düzen, kadının kimliğini, bedenini denetim altına almış ve her türlü şiddeti, ölümü kadına hak görmüştür. Daha küçük bir çocuk iken kendi bedenlerinin aileleri için ne anlama geldiğini öğrenen genç kadınlar onu koruması gerektiğini içselleştirmişlerdir.
 
Bedeninin çocukken kazandığı bu anlam üzerinden karşı cinsle ilişkiler konusunda endişe ve utanç taşıyan ve en küçük hareketin cezasının çok ağır olacağını bilerek yaşamayı öğrenmişlerdir.
 
Bir erkekle kendi isteği ile birlikte olmak veya cinsel saldırıya uğramak, fark etmez, ‘lekelenmiştir!’ Birçok toplumsal yargı ve şiddet türüyle karşılaşan kadınlar, kendi başına aşamayacakları bu sorunlar yumağı ile karşı karşıya kalmaktadır. Kadının bunu bir leke olarak algılaması, toplumun en küçük birimi olan aile içinde öğretilmiş ve erkeklerden oluşan meclislerin, bedeni üzerinde karar verme yetkisi olduğu kavratılmıştır.
 
Bazılarımız namus bazılarımız aşk adına öldürülüyoruz
 
Ataerkil sistemde kadının namusunu koruma, namuslu yaşama adına gerçekleşen her türlü anlayış ve eylem kadını iradesizleştirdiği gibi, erkeğe daha fazla bağlanmanın da yolunu açmıştır. Erkek sadece ölçü getiren ve kural koyandır. Yani bu durumda erkeklerin namuslarını, eşlerinin, annelerinin, kız kardeşlerinin, kız arkadaşlarının cinsel yaklaşımları ile elde ettikleri bir zihniyettir. Ve tüm bunlara bağlı olarak bazılarımız namus ve bazılarımız ise sevgi, aşk adı altında öldürülüyoruz.
 
Bir erkeği sevmek, onun malı olmakla eş değer duruma geliyor. Oysa sevgi tahakkümü ve şiddeti içermez ama ne yazık ki toplumun değer yargıları ile birleşince şiddet mekanizmasına dönüşüyor. Kadını intihara iten de, kadını yaşamdan koparan da kadını ötekileştirende, aynı zihniyetin ürünüdür.
Tahakküm kuranlar; aile, bireyler, devlet kurumları işbirliği ile şiddeti zamana yayarak, kadını yaşamı konusunda intiharı tercih etmeye zorlar. Nedenleri ise ergenlik, sosyal yaşamdaki değişimler, aile ilişkileri, eş, akraba ve arkadaş tehdidi, dedikodu, şantaj, devlet kurumlarına güvensizlik, medya ve fuhuş olarak gösterilebilir. İntihar eden veya öldürülen kadınların adli soruşturması yeterince derinleştirilmiyor. Sadece aile içindeki sorunlara dayandırılan soruşturmalarla “sevdiği biri var mıydı?”, “baskı yaptınız mı?” gibi sorular ile sınırlı kalıyor.
 
Namus cinayetleri coğrafyaya özgü gösterilmeye çalışılıyor
 
Kolluk kuvvetlerine yansıyan olaylara baktığımızda namus adı altında işlenen cinayetler ve intiharlar, Kürt illerinin kapsadığı coğrafya ve bağlı olduğu kültürel köken üzerinden değerlendirmeler diğer tahakküm alanlarını gizlemekte ve kadınları aile dışındaki bu tahakküm alanlarına yönlendirerek, onları oralarda bekleyen şiddet mekanizmalarının da gizlenmesine ve daha çok şiddete maruz kalmalarına neden olmaktadır. Namus zaman içerisinde farklı coğrafyalarda farklı şekillerde ortaya çıksa da günümüzde hala doğu ve Asya kültürlerinde etkin ve yaygın bir şekilde sürmektedir. Erkeğin ayrıcalıklı statüsünü korumak için kadın cinselliği ve bekâretine yönelik olarak beslenen saplantılı takıntı ve bunun yol açtığı namus cinayetleri her ne kadar coğrafyaya özgünmüş gibi çalışılsa da dünyanın birçok yerinde yaygınlık gösteren bir durumdur. Namusun kaynağını kadın bedeninde, mahallenin temizliğinde, geriliğin ya da bir kültürün göstergesi saysa bile bütün bu düzlemler arasında bir geçiş olduğu görülüyor.
 
Farklı şiddet uygulamalarının sonucunda yaşamını yitiren kadınların yaşamlarının, arzularının, hayallerinin ve bunları gerçekleştirme çabasının, iktidarların konumlarını bir şekilde sarstığı anlaşılıyor. Namus bu karmaşıklığın üzerini örten, tartışmayı kapatan, ilişkileri sorgulamayı önleyen bir formül olarak karşımıza çıkıyor. Kadına yönelik şiddetten söz ederken namusu çok farklı bir düzleme oturtmamak gerekiyor. Eril zihniyetin tıpkı bir kalkan gibi kullandığı namus olgusu kadına şiddeti normalize ettiğini görüyoruz, ataerkil toplum ve devlet işbirliği ile şiddetin önünü açarak kadını intihara, cinayete, işkenceye maruz bırakıyor. örneğin yargı önünde takım elbise giyerek  ‘namusumu temizledim’ şeklindeki  ifadelerle ceza indirimi alıyor veya medyadaki namus cinayeti söylemleri;“aldatan eş, namus cinayetine kurban gitti”, “kızını bir erkekle gören  baba namusunu temizledi”, “ağabeyi eş cinsel olduğunu öğrendiği için kardeşini öldürdü” gibi üretilen dilin de bir politika ve algı oluşturduğu nettir. Medya, erkeği ve aile yapısını cesaretlendiren ve şiddeti yeniden üreten bir rol üstlenerek, şiddetin üretiminin bir devlet politikası olduğu kısmını örtmektedir. Tüm bu  haberler de toplumdaki eril zihniyeti  besleyen faktörlerden bazıları olarak karşımıza çıkıyor ve bu zihniyetlerin  birbirlerini  desteklemeleri  ile kadın cinayetleri meşrulaştırılıyor. Kadın cinselliğinin denetimi ile başlayan ve binlerce yıldır devam eden toplumsal ve siyasal iktidarın eril niteliği, kandaş toplumlardan günümüz modern toplumlarına kadar devam etmektedir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini inşa eden ve besleyen iktidar toplumsal olarak erkeği üst, kadını ise alt düzeye konumlandırmıştır. Kadını namus bağlamında hapis eden ve erkeği her türlü alanda konumlandıran eril zihniyet günümüzde halen varlığını sürdürmektedir.
 
İstanbul Sözleşmesi yaşatır
 
Toplumsal cinsiyet eşitliğinin olmadığı bir yerde sürdürülebilinir bir demokrasinin varlığından söz etmek mümkün değildir. Kadına yönelik şiddetle mücadele sadece kadın kurumları tarafından değil adalete, eşitliğe, insan haklarına inanan tüm kesimler tarafından yürütülmelidir. İşte tam da bu noktada “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” diyoruz. İstanbul Sözleşmesi’nin en önemli özelliği, biyolojik veya hukuki, ailevi bağ olup olmadığına bakmaksızın ev içi şiddetin (örneğin eski veya mevcut eşler, evlilik dışı partnerler, birlikte ikamet edilen aile fertleri, akrabalar veya birlikte ikamet edilen başkaları tarafından yöneltilen şiddetin )ve kadınlara yönelik her türlü şiddetin önlenmesidir. Kadınlar ve erkekler arasındaki hukuki ve filli eşitliğin gerçekleştirilmesinin kadına yönelik şiddeti önlemede önemli bir unsur olduğunu benimseyen Sözleşme, kadınlara karşı ayrımcılığı da yasaklamaktadır. Sözleşme toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılığı ve şiddeti temel almıştır ve toplumsal cinsiyeti tanımlayan ilk uluslararası belgedir. İstanbul Sözleşmesi kadına yönelik şiddeti önlemede resmi bir sözleşmedir. Fakat eril iktidar sözleşmeyi uygulatmayarak ve son süreçte çekilme kararı ile kadına ölümü reva görmüştür. Erkek egemen iktidar, eril zihniyeti koruma altına alarak kadını erkeğe muhtaç etme politikasını gün yüzüne çıkarmıştır. Ve erkeğin yanında olduğunun mesajını yenilemiştir. Biz kadınlar eril iktidarın bu tutumunu hiçbir zaman kabul etmeyecek, yıllardır sürdürülen kadın mücadelemizi büyüterek yaşam hakkımızı, özgürlük talebimizi avazımız çıktığı kadar yükselteceğiz.
 
KADINLAR NAMUSUNUZ DEĞİLDİR KADINLAR KADINDIR…