Devlet ve ataerki karşısında özgürlük

  • 09:04 22 Mayıs 2021
  • Kadının Kaleminden
 
 
“Şiddet kavramı ve olgusunu özgürlüğün karşıtı olarak görürsek gerçek manasına ulaşmış oluruz. Özgürlüğün karşısına geçmiş olan şiddete baktığımızda bütünsel bir zor gerçekliği ile karşılaşırız. O halde şiddet toplumsal özgürlük karşısına dikilmiş bütünsel bir zor olayıdır. Radikal ve köklü çözümler bu sistem ve yaşamın baştan sona sorgulamasıyla gerçekleşir. Bu minval üzere bir yaklaşım eylemselleştirdiğimizde başta kadın ve tüm toplumsal kesimler üzerine uygulanan şiddeti daha iyi tamamlamış, anlam geliştirmiş ve özgür yaşamı inşa etmiş oluruz.”
 
Berivan Elter
 
İnsanlık uygarlık tarihi ile beraber bir şiddet sarmalı içerisinde bir tarafın öznelleşmesi bir tarafında nesnelleşmesiyle günümüze kadar gelmektedir. Bu sarmalın ilk zamanları ataerkil toplulukların çıkışına kadar uzanmaktadır. Ancak şiddetin ilk örgütlü ve sistematik halini devletli uygarlığın doğuş anında görebiliriz. Rüşeym halimdeki bu doğuşun kimyasına eğildiğimizde şiddeti; bu şiddetin doğurduğu nesnelleştirmeyi ötekileştirmeyi baskıyı bütünü parçalamayı görürüz. 
 
Kadını genci çocuğu farklılıkları toplumsal güçleri birbirinden ayırdığını böylece sömürüp dejenere ettiğini görürüz. Toplumun geleceği üzerine kurulan bu sistem toplumun dinamiklerini devşirdikçe kendi varoluşunu gerçekleştirebilmiştir. Toplumların gelecek potansiyeli toplumsal güçlerle beraber kadın gençlik ve çocuklardır. Bu toplum karşıtı icadın da (devlet) gelecek ve istikrarı bu potansiyele dayandığı için başta kadın olmak üzere diğer kesimlere her türlü kırım, sömürü ve baskı yöntemiyle mutlak hakimiyetini kurmaya çalışmıştır. Toplumun nasıl’lığına dönük sorusunun cevabı olasılıklar içerisinde kendisini daha gerçekleştirmemiş potansiyelde gizlidir. Zaman bu potansiyelin gerçekleşme coğrafyası olduğu kadar hareketi ve özgürlük düzeyidir de. İnsanlık tarihinin en kötü icadı olan devlet, toplumun bu diyalektiğini ve potansiyelini iyi bildiği ve teşhis ettiğini için şiddeti ve şiddetin örgütlendirilmesini bizzat bu potansiyel içerisinde hayata geçirmiştir. 
 
YA TOPLUM YA DEVLET, YA ÖZGÜRLÜK YA ŞİDDET (Zor): Bu ikilem tarih boyunca insanlığın her anına iktidar güçlerince sığdırılmıştır. Devletli güçler belli de bu ikilemin en iyi farkında olan ve bu ikilemi en iyi hisseden kesimler olduğu için uygarlık tarihi ve zamanını anı anına şiddetle bezeyerek kendi örgütlülüklerini var kılmışlardır. Bundan dolayı devlet baştan aşağıya şiddetle örgütlenmiş bir organizasyondur ve sürekli şiddeti salgılar. Devlet bir yapı ve kurum olmanın ötesinde kültürel ve zihinsel bir varlıktır. Kendisini özgürlük zihniyeti ve sosyalitesi karşısında örgütlemiş biteviye bir özgürlük sömürüsünü gerçekleştiren bir organizmadır. Şiddet kavramı ve olgusunu özgürlüğün karşıtı olarak görürsek gerçek manasına ulaşmış oluruz. Özgürlüğün karşısına geçmiş olan şiddete baktığımızda bütünsel bir zor gerçekliği ile karşılaşırız. O halde şiddet toplumsal özgürlük karşısına dikilmiş bütünsel bir zor olayıdır. Bir sistemdir ve bir yaşam tarzıdır. Radikal ve köklü çözümler bu sistem ve yaşamın baştan sona sorgulamasıyla gerçekleşir. Bu minval üzere bir yaklaşım eylemselleştirdiğimizde başta kadın ve tüm toplumsal kesimler üzerine uygulanan şiddeti daha iyi tamamlamış, anlam geliştirmiş ve özgür yaşamı inşa etmiş oluruz. 
 
Devletli uygarlığın inşa etmiş olduğu ve binlerce yıldır topluma kabul ettirme mücadelesini verdiği yaşam normlarına bakıldığında sömürü, özgürlüksüzlük, eşitsizlikler, ötekileştirmek, doğaya düşmanlık, sınıflandırma, egemenlik, iktidar ve her türlü doğal yaşam kültürünün katilini görürüz.  Bu duruma sebep olgu ise şiddetin ve zorun kültürelleştirilmesidir, zihinsel bir olay haline gelmesidir. Sistem sosyalitesinin zora ve şiddete dayandığıdır. 
 
Günümüzde devletli sisteme dayalı hukuk, sanat, bilim, felsefe cinsiyetçidir erkek zoruna dayalıdır. Ataerk sisteminin gelişimini, genellemesini, derinleşmesini ve meşruiyetini inşa etmekle mükelleftir. Yıllar yılı süren bu dejenerasyon zamanı toplumun sözcesini de diksiyonunu da şiddete bürümüş ve cinsler arası gelişen her sözün her kelimenin yarattığı örgü şiddettir, ötekileştirmedir ve sömürüdür. Devleti yapısal olarak analiz ettiğimizde temel yapı taşı olarak günümüz aile yapısı ve mantalitesi ile karşılaşırız. Devletli sistemin en etkin ve temel salgı merkezi aile düzenidir. Aynı zamanda devlet olgusunun başlangıç noktasıdır. Şiddetin, zorun, iktidarın, hiyerarşinin, sömürünün, sınıfın öğretildiği ilkokuldur, toplumsal cinsiyet rollerinin zihinsel, bedensel ve kültürel olarak belirlendiği, kavratıldığı yerdir.  
 
Bu gerçeklikten yola çıkıldığında şiddet ve sistemik zora maruz kalan tüm kesimler için verilen mücadelenin ilk odak noktasından biri aile kurumudur. Aile yapısının değişmesi, dönüşmesi ve demokratik normlara kavuşturulması toplumsal şiddet sorunsallığına köktenci bir yaklaşım olur. Cins bilinci ile beraber kadınla özgürce yaşamaya dayalı demokratik, ekolojik ve kominal bir zihniyet aile yapısını radikal bir dönüşüme tabi tuttuğu kadar şiddet ve zora dayalı devletli sistem sarmalını da o kadar geriletip tasfiye etmiş olacaktır çünkü toplumsal şiddet imalatı aile yapısallığında gerçekleşmektedir ve bütün bir toplumsallık bu şiddet çehresi içerisine alınmaktadır. 
 
Ülkemizde ve bütün dünyada kadın özgürlüğüne dayalı gelişen mücadele toplumun yapı taşlarını dönüştürdükçe kadın özgürleşmiş; kadın sorunsallığı özgürlükle çözümlendikçe de aile ve toplumsal yapılar değişime uğramıştır. Gerek toplum içerisinde gerek toplum, gerekse de devlet sistemi içerisinde kadına dönük gelişen pozitif kriterlerin temelinde kadın mücadelesi, örgütlülüğü ve eylemselliği yatmaktadır. Bu mücadele ve eylemsellik güncel değil tarihseldir. Tarihin her anında kadın bilinci, duruşu ve direnişini görmek mümkündür. Felsefe, düşünce, bilim, sanat ... bütün toplumsal akışlarda bir kadın ve onun özgürlük duruşunu görebiliriz. Hatta tarihin en erkeksi zulmet anlarında bile bir çığlık bir isyan ve bir başkaldırı olarak kadını ve özgürlüğünü görmek mümkündür. Dolayısıyla dünya kadın mücadelesi ve bilinci tarihseldir ve bütünseldir. Değişim ve dönüşüm süreçlerinin temel yapı taşlarından birisidir. 
 
Eğer bugün kadın özgürlüğüne dönük gelişen olumlu bir gelişme varsa bu kadın mücadelesinin tarihsel ve güncel olarak an da buluşup bütünsel hareket etmesindendir. Yoksa dünya sisteminin kadın özgürlüğüne karşı sempatisinden değildir. Dünya hukuk alanında kadın hak ve özgürlüklerine dönük gelişen yasal düzenlemelerin kaynağı örgütlenen kadın bilinci ve mücadelesidir. Araba kullanmaktan tutalım siyaset yapmaya, bedensel haklardan tutalım seçme ve seçilme hakkına kadar... Kadın hak ve özgürlüklerine dair her şey mücadele ile kazanılmıştır. Bu anlamda İstanbul Sözleşmesi de son yıllarda yükselen kadın mücadelesinin önemli kazanımlarından biridir. Bu sözleşme bazı devletlerin bir araya gelip kabul ettiği bir yasallık değil, gelişen, toplumsallaşan ve gittikçe derinleşen kadın bilinci ve duruşunun kimi devletlere kabul ettirdiği bir düzenleme ve sözleşmedir. İstanbul sözleşmesine yaklaşım kadın mücadelesine onun özgür, eşit, ekolojik ve sağlıklı bir toplum için verdiği emeğe yaklaşımdır. İnkarcı ve retçi yaklaşım başta kadın ve çocuklara karşı işlenen toplumsal şiddeti, tacizi, tecavüzü erkeğin her türlü üstünlük haklarını savunmak ve buna dayalı düzenin istikrarını tesis etmek ve bu düzeni savunmak demektir. Yakın bir zamanda AKP-MHP hükümeti istanbul sözleşmesinden çekildiklerini açıkladılar. 
 
Sözleşme 7 Nisan tarihinde yazılmış 11 Mayıs tarihinde AB konseyi bakanlar komitesinin İstanbul’da gerçekleştirmiş olduğu toplantıda imzaya açılmıştır. İstanbul’da imzaya açılmış olması nedeniyle kısaca İstanbul sözleşmesi (Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi) denmiştir. Sözleşmeyi ilk imzalayan ve kasım ayında parlamentoda onaylayan ülke Türkiye’dir. 20 Mart tarihinde sözleşme resmen feshedildi. Bu feshin sebebi toplumsal bir talep miydi? Yoksa AKP-MHP hükümeti ve devletinin tarihsel ve güncel mantalitesi miydi? Hükümet ortaklarının sosyal ve siyasal hafızasına bakıldığında cinsiyetçiliği, dinciliği ve milliyetçiliği iliklerine kadar benimsemiş genetik bir vaka durumundadırlar. Bu minval üzere kendilerini var kılmış cinsiyetçi, dinci ve milliyetçi şiddeti öfkeyi nefreti kitleselleştirerek iktidarlaşmış bir gerçekliktir.
 
Tarihi ve güncel politik fantazmlarından tutalım hükümet adına konuşan bakan ve sözcülerine kadar baştan aşağı şiddeti örgütleyen kin ve nefret söylemleriyle toplumu polarize eden ötekileştiren kadını, genci, çocuğu farklılıkları hakir görüp baskılayan bir girdabın içinde iktidarlarını sürdürmektedirler. 
 
Bu kadar cinsçi, milli ve dinci söylemlerden beslenen bir hükümet ve anlayıştan İstanbul Sözleşmesi’ne yaklaşımını çözmek zor olmasa gerek. Çekilmeleri politik ve zihinsel konumlanışlarından, benimsedikleri sosyal ve kültürel anlayıştan ötürüdür. Geliştirmek istedikleri düzenden dolayıdır. Yoksa toplumsal bir talep değildir. Şiddet ve nefretten bu kadar örgütlenen bir yapının toplumsal şiddeti önleyen bir sözleşmeye gelmesi onu kabul etmesi mümkün mü? Kadını katleden taciz ve tecavüzde bulunan failleri hukuki ve yasal olarak kollayan ve zamanı gelince de salıveren bir anlayışın bu sözleşmede durması mümkün mü? Neredeyse her gün kadın oldukları ve kadın mücadelesi verdikleri için tutuklama yapan kadın derneklerini kriminalize edip basıp kapatan, STÖ’leri yasaklayan bir yönetim anlayışından sözleşmeye ortak kalmasını beklemek mümkün mü? “Kadın çocuk yaşlı ihtiyar demeden” diye söze başlayan çocuk katillerini koruyan tecavüzcü bürokrat polis ve askeri yargılamayan bir hükümet ve hükümetin başından İstanbul sözleşmesini uygulamasını beklemek acaba ne kadar gerçekçi? 
 
Elbette beklemeyeceğiz, biz kadınlar ve kadın mücadelesi bu ataerk düzen içerisinde erkek zihniyetinden hiçbir şey beklemedik aksine devamlı örgütlenerek kazandık ve elde ettik. Tüm kazanımlarımızın kaynağı kadının emeği ve kadının mücadelesidir. Bu anlayışa sahiplik ederek kadın karşıtı, toplum dışı her türlü şiddet ve zora karşı duruşumuz özgürlük ilkeleri çerçevesinde devam edecektir. Sözleşmenin temel ilkeleri olan kadına yönelik her türlü şiddetin ve aile içi şiddetin önlenmesi şiddet mağdurlarının korunması, suçların kavuşturulması, suçluların cezalandırılması ve kadına karşı şiddet ile mücadele alanında bütüncül eşgüdümlü politikaların hayata geçirilmesini savunup gerekli olan yasal düzenlemelerin yapılması için her türlü mücadeleyi vereceğiz. Şiddet ve zora karşı kadınlık değerlerini mücadele ile yükselteceğiz. Bu sistemden ve ataerk zihniyetinden dolayı herkesi, her kesimi sahiplenerek toplumun asli kurucu öğeleriyle demokratik barışçıl bir düzeni savunacağız. 
 
Eşit ve özgür bir yaşamın inşasını her şeye rağmen gerçekleştirip kadının toplumun ve doğanın özgür demokratik ve sağlıklı bir şekilde yarınlarda kavuşmasının adı olacağız. Özgür kadın özgür toplum bugün olduğu kadar yarındır.  
 
*Ruşeym, buğdayın en üst kısmında yer alan, buğdayın büyüyüp çoğalmasını ve çimlenmesini sağlayan kısım.