Garip bir tanıklık hikayesi

  • 09:06 20 Kasım 2020
  • Kadının Kaleminden
"Temel insan hak ve özgürlükleri sağlanmadan toplumsal barıştan, demokrasiden, adaletten bahsedemeyiz. Bu nedenle adalet mekanizmasının güçlü olması, demokratikleşmesi, siyasi iktidarın tekelinden kurtarılması, halkların ve kadınların geleceği, toplumsal barış ve adalet açısından da önemlidir."
 
Sebahat Tuncel 
 
25 Kasım yaklaşıyor aslında kadına yönelik şiddetin neden önlenemediğine, kadınlar olarak yaşadığımız sorunların çözüm yollarını birlikte bulabilir miyiz?  Hangi yol ve yöntemlerle kadın örgütlülüğünü, mücadelesini ve dayanışmasını güçlendirebiliriz üzerine yazacaktım ama bu hafta yaşadığım bir deneyimi sizinle paylaşmak, 25 Kasım yazısını haftaya bırakmaya karar verdim. Ancak bugünden 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü vesilesiyle alanlarda olan tüm kadınlara, selam ve sevgilerimi sunuyorum.
 
Biz Kürtler, Kürt kadınları sanık olmaya alışmışız. Tanıklığımız da dikkate alınmamış bugüne kadar. 1990’lı yıllarda yaşanan faili meçhul cinayetler, asit kuyularına atılan insanlar, sokak ortasında işkencelerde öldürülen insanlar, gözaltında kaybedilenler… Kürt halkı bunların faillerinin kim olduğunu, arkasında kimlerin olduğunu iyi biliyor. Ancak bugüne kadar birçok dosya tanıklara rağmen ya rafa kaldırıldı ya da failleri aklandı. Milletvekili iken güvenlik nedeni ile Çorum’a alınan, bölgede birçok hak ihlalinde tecavüz davasında ismi geçen Musa Çitil’in yargılandığı davayı takip etmiştim. 
 
Mardin’de asit kuyularına atılarak katledilen köylülerin yakınlarından birisi mahkemede yaşadıklarını gözyaşları ile anlatırken yaşananlara tanıklık ettiğini söylemesine rağmen mahkeme bu tanıklığı dikkate almadı, sanığı akladı. Musa Çitil, bu davadan sonra terfi ettirilerek Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanlığına atandı. Bu ülkede yıllarca, Kürt’ün yaşamı da tanıklığı da yok sayıldı, sayılıyor. Aslında bugünün Türkiye’sinde de durum farklı değil. Kürt halkına, Kürt siyasi hareketine yönelik zor ve zulüm politikaları bugün de sürdürülmektedir. Birçok Kürt siyasetçi gizli tanık beyanları, farklı yöntemlerle ikna edilen tanıkların beyanları ile onlarca yıl cezalar almaktadır. Beyanların gerçek olup olmaması önemli değildir. Bunların çoğu araştırılmaz bile. Hatta öyle ki bazı dosyalarda ifadesi olan gizli açık tanıklara ulaşılamaz. Ama yine de fark etmez. Bir kez okuyan alınıp yazılmıştır. Doğruluğunun kanıtlanması gerekmez. Ne de olsa yargıladıkları Kürtler ve onların temsilcileridir. Kürtleri bu iktidar, devlet daha ana karnında suçlu ilan etmiştir. Lehe olan hiçbir delil toplanmaz, lehteki tanıklıklar dikkate alınmaz. Kürtler, kadınlar, ezilenler, sömürülenler için hukuk mekanizmasını hep bir ayağı eksiktir. Egemenlerin, iktidardakilerin çıkarları ağır basar. Adaletin sembolü olarak kullanılan terazinin kefeleri hiç eşit durmaz. Ama ‘…mış’ gibi davranılır.
 
Şimdi neden bunları anlatıyorum değil mi? Ben de kısa bir süre önce bir dosyada sanık olarak değil tanık olarak çağrıldım. Dedim ya biz hep sanıklığa alışmışız. O nedenle mahkeme denilince aklımıza sanıklık gelir. Cezaevi idaresi tarafından İzmir’de bir dosyam olduğu ve 9 Kasım’da SEGBİS ile katılmam istendiğinin bilgisi verildi. Bende dosya çok tabi. Milletvekilliği yaptığım dönemde HDK’nin sözcülüğü ve DBP eş genel başkanlığı yaptığım süreçte katıldığım basın toplantılarından, mitinglere, paneller, yürüyüşlere kadar hepsi dava konusu olmuş durumda. Siyasi iktidarın politikaları doğrultusunda yaptığımız çalışmalar esnasında düzenlenen polis fezlekeleri isteğe bağlı olarak, Kobane dosyasında olduğu gibi zaman zaman dava dosyası olarak karşımıza çıkıyor. O nedenle İzmir’de de bir davanın açılmış olması bana şaşırtıcı gelmedi. Ancak iddianame gelmediği için dosyanın içeriği hakkında bilgi sahibi de değildim. O nedenle mahkeme heyetine ‘ mahkemenizde görülecek bugün ki duruşmaya, iddianame elime ulaşmadığı ve dosya hakkında bilgim olmadığı içinde avukatlarımla dosya üzerinde bir çalışma yapamadım bu nedenle katılmayacağım’ diye mazeret dilekçesi yazdım. Ancak sonra görevli geldi ve mahkeme başkanının duruşmaya katılmamı istediğini belirtti. Ben de SEGBİS odasına gittim, dilekçede yazdığımı bir kez daha sözlü olarak söylemek için. Mahkeme başkanı, ‘ siz bize böyle bir dilekçe yazmışsınız ama siz sanık değil bu dosyada tanıksınız ve size iddianame göndermek durumunda değiliz’ dedi. Ben de ‘ dosya hakkında hiçbir bilgim yok nasıl tanıklık edebilirim ki’ dedim. Ama bu arada tanık işlemleri yaptırıldı, herkes ayağa kalktı. Gerçeği söyleyeceğim üzerine yemin ettirildi. Bu durumun kendisi bile çok sağlıksız, heyet ne tanığı ne de sanığı görebiliyor. Ben de zaten mahkeme heyetini kuşbakışı uzaktan görüyorum. Milletvekili olduğum süreçte HDK/HDP birlikte çalıştığımız bir arkadaş hakkında dosya açılmış, benimle yaptığı bir telefon görüşmesi de kaydedilmiş. Ben de ‘o dönem milletvekiliyim ve siz bir telefonumu dinlemiş kaydetmişsiniz. Bu yasama dokunulmazlığının ihlalidir’ diye itiraz ettim tabi. Mahkeme başkanı da ‘ sizin değil sanığın telefonu dinlenmiş’ dedi. Ben de ‘fark etmez siz bir milletvekilinin telefon görüşmesini kaydetmişsiniz’ diye itiraz ettim. Mahkeme başkanı ortamı gerdiğimi iddia etti. Sonra 2013 yılında kaydedilen telefon görüşmesi okunmaya başlandı, sonra da bu konuya ilişkin sorular soruldu. Duruşmanın sonucu ne oldu bilmiyorum. Cezaevindeki arkadaşlarla bu durumu paylaştığımda ‘sen tanık iken kendini sanık yapmışsın’ diye espri yaptılar. Burası Türkiye her şey mümkün. 
 
Tanıklık nasıl yapılır, hangi koşullar gereklidir, hangi durumlarda tanıklık geçerlidir, hangi durumda geçerli değildir, hukukçular bu konuları daha iyi bilir tabi. Ancak benim bildiğim kadarıyla tanıklık iradi bir konudur. İnsan bir konu, olay üzerine aleyhte veya lehte tanıklık yapabilir ancak bu kişiye rağmen, kişinin iradesi dışında zorla olmaz, olmamalıdır. Ancak ben kendi kişisel deneyimimden yola çıkarak şunu söyleyebilirim: Türkiye yargısı, insan hak ve özgürlüklerini, temel hak ve özgürlükleri, evrensel hukuk normlarını yok saymakta ‘Türk tipi başkanlık sistemi’ gibi ‘Türk Tipi bir yargı sistemi’ geliştirmiş durumdadır. Bu yargı mekanizması da siyasi iktidarın hukuk komisyonu gibi çalışmaktadır. Muhalifleri yargı eliyle baskı altında almak, hapsetmek için kullanılan bir araca dönüşmüştür ki bu süreç şimdi başlamamıştır. Aslında AKP’nin iktidara geldiği günden itibaren o dönem ittifak kurduğu cemaatin üyeleri tarafından yargının ele geçirildiği, kumpas davaları açıldığı, AKP iktidarı tarafından da itiraf edilmiş, soruşturmaları yürüten binlerce emniyet görevlisi, hakim savcı görevden uzaklaştırılmış, binlercesi de tutuklanmıştır. AKP şimdi FETÖ’den boşalan yargı mensuplarının yerine cumhur ittifakına mensup yargı mensuplarını yerleştirmektedir. Yaşananlardan ders çıkararak, yargı bağımsızlığını güçlendirmek yerine yargıyı daha çok denetleyecek adımlar atılmıştır. Türkiye’de adalet mekanizmasına güvenin azalmasının altında da bu gerçeklik bulunmaktadır. AKP’nin Kürt karşıtı siyaseti yargı eliyle de sürdürülmektedir. Mevcut hukuk mekanizması, Kürt siyasetçileri, toplumsal muhalefeti, milletvekili, belediye başkanlarını yalan yanlış yöntemlerle gizli tanık ifadeleri ile tutuklayıp belediyeleri kayyımlar atarken diğer yandan iktidar ve ortaklarının, devlet desteğini arkasına alanların işlediği suçları da cezasız bırakmakta, aklamaktadır. Bu sadece siyasi davalar için de geçerli değildir. Kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz davalarında doğal yaşamın korunmasına, iş Kanunun da, adli birçok vakada haklı olanın değil,  güçlü olanı koruyan bir hukuk sistemi ile karşı karşıyayız. Hukuk alanına müdahale sadece Barolar Yasası ile sınırlandırılamaz. Düşününki bir ülkede İçişleri Bakanı AYM Başkanı ve üyelerini tehdit etsin. Böylesi bir ülkede yargı mensuplarının iktidarın isteği ve talebi dışında bir karar almaları mümkün mü?  Tabi ki değil. Gerçek anlamda adaletten yana olanlar, en azından evrensel hukuk normuna uymaya çalışanların da başlarına getirilenler diğer yargı mensuplarının nasıl karar vereceğini de belirliyor. “Bir Alman’ın hikâyesi” kitabında, 1933 yılı ve sonrası süreçte sıradan hukukçuların nasıl farkına varmadan Nazi askerine dönüştüğünü çok iyi anlatmış. Yani mevcut duruma düzene itiraz etmemek ‘ben kendi ekmeğime bakarım diğer yaşananlar beni ilgilendirmez’, anlayışının ülkeyi nasıl bir karanlığa sürüklediğinin farkında bile değiller. Yargı bağımsızlığı veya demokratik bir hukuk düzeninin kurulması sadece mahkemeler açısından değil, demokratik bir toplumun ve demokratik bir hukuk düzenin gelişmesi açısından da önemlidir. Hukuk toplumsal yaşamın düzenlenmesinde önemli bir araçtır. Bu aracın hangi zihniyetle, kim tarafından ve ne için kullanıldığı toplumsal düzenin nasıl olacağını da belirlemektedir. Doğal toplumlarda toplumun kendi deneyimleri ile elde ettiği toplumsal ahlak kuralları, merkezi uygarlık sisteminde daha çok egemenlerin, mülkiyeti ve erkekleri korumak adına hukuk maddelerine dönüştürülmüştür. İnsanlığın verdiği eşitlik, özgürlük mücadelesi, hak mücadelesi, insan hak ve özgürlüklerinin evrensel kurallar haline gelmesini sağlamıştır. Temel insan hak ve özgürlükleri sağlanmadan toplumsal barıştan, demokrasiden, adaletten bahsedemeyiz. Bu nedenle adalet mekanizmasının güçlü olması, demokratikleşmesi, siyasi iktidarın tekelinden kurtarılması, halkların ve kadınların geleceği, toplumsal barış ve adalet açısından da önemlidir.
 
Güncel gelişmeler ışığında bir sonuca bağlarsak, yaşadığımız süreç toplumda büyük bir umutsuzluğun, sağlık ve ekonomik açıdan güvensizliğin yaşandığını görüyoruz. Hukuk alanında yaşanan sorunlar yaşamın tüm alanlarını etkilediği gibi ekonomik alanı da etkilemektedir. En son Cumhurbaşkanı’nın ‘ ekonomi ve hukuk alanında reform yapacağız’ sözü bu gerçeğin sonucudur. Türkiye’de yaşanan ekonomik siyasi krizin temelini yaşanan adaletsizlikler, eşitsizlik, toplumun bir kesiminin diğer kesimine karşı kışkırtılması düşmanlaştırılması, devletin olanak ve kaynaklarının adil bölüşülmemesi oluşturuyor. Bugün Kürt halkının iradesinin gasp edilmesine, demokratik siyaset alanına yönelik saldırılara, işçilerin emekçilerin hak gasplarına ve baskılara ses çıkarmayanlar yarın çok geç kalmış olacaktır. Sessizliği, onaylamak olarak gören faşist ittifakın toplumsal muhalefet üzerindeki baskıları giderek artmaktadır. Ancak gelinen aşamada çıplak zor araçları, baskı ve zulüm politikaları da iktidarı kurtaramamaktadır. Kendi tabanında da ciddi bir erime yaşamaktadır. Anketlere yansıdığı kadarıyla, cumhur ittifakı olası bir seçimde adayını başkan yaptıramayacaktır. Damadın ‘hasta düşmesi’ yerine başka birinin atanması, Merkez Bankası yönetiminin değiştirilmesi veya olası başka değişikliklerin içine girilen krize çare olmayacağı kısa sürede görülecektir. Hem iç siyasette hem dış siyasette yürütülen Kürt karşıtlığı, Neo-Osmanlıcılığın Türkiye’yi getirdiği nokta derin bir karanlıktır. Bu karanlıktan çıkmak mümkün. Yeter ki gücümüzün farkında olalım ve demokrasi, eşitlik, özgürlük ve barış isteyenler olarak yan yana gelelim. Ve geleceği örgütleyelim.