Bir özsavunma biçimi olarak kendini anlamlandırmak

  • 09:01 25 Ekim 2020
  • Kadının Kaleminden
“Sorgulamak bir özsavunma biçimidir. Egemenlik ilişkileri içerisindeki biz kadınların kölelik koşullarını aşabilmemiz öncelikle duygu ve düşüncelerimizde gelişecek olan itirazlarla olabilecektir.”
 
Figen Aras*
 
TJA’nın başlatmış olduğu “Em Xwe Diparêzin” kampanyası büyük bir ilgi ve coşkuyla devam ediyor. Diyarbakır’ın caddelerinden Cizre’nin köylerine, İstanbul’un sokaklarından komşunun balkonuna; tarım emekçisi kadınlardan üniversite öğrencilerine, 80 yaşındaki ninelerimizden çocuklara kadar  “Kendimizi Savunuyoruz” sloganıyla başlayan kampanyanın kadınlarda bu kadar heyecan yaratmasında örgütlülüğün geldiği düzey çok belirleyici. Bununla birlikte hemen her gün basına düştüğü kadarıyla -ki birçok kadın cinayetinin üstünün kapatıldığını biliyoruz- kadına yönelik şiddet, tecavüz, öldürme olaylarının artarak devam etmesi bu duruma isyanın ne derece acil ve haklı olduğunu gösteriyor. Erkek egemen uygarlığın bir yaratımı olan cinsiyetçilik ideolojisi, fiziki saldırılarını istikrarlı bir savaş aygıtı gibi sürdürüyor. Kadın katliamlarının bu kadar çok ve bu kadar gerekçelendirilerek yaşanması toplumsal cinsiyetçilik ideolojisinin hem meşruluğunu kanıtlama hem de sürekliliğini devam ettirme yollarından biri olarak devamlı güncelleniyor. 
 
Kampanya başladığında elbette ki ilk akla gelen gerekçe; erkekler tarafından katledilen, eve kapatılan biz kadınların kendimizi bu saldırılara karşı nasıl koruyacağımıza dair bilinç açığa çıkarmak oluyor. Çünkü yok edilmek istenen bir varlığın yapacağı ilk savunma şekli kendini korumak olacaktır. Öldürülmekten, tecavüze uğramaktan, taciz edilmekten korunmanın yolu olarak kendi özsavunmamızı gerçekleştirmek… Karanlık, dar bir sokağa girerken gelebilecek saldırıya karşı önlem almak, toplu taşıma aracında tacize uğradığımızda bunu teşhir etmek, ailede şiddete uğruyorsak bir kadın kurumundan destek almak, tüm bunlar gerekli olan öz savunmanın; yaşamda kalabilmenin önemli adımları…
 
Bu anlaşılabilir durumla birlikte “Em Xwe Diparêzin” kampanyasında öz savunmanın fiziki olarak kendini korumanın yanında düşüncede yani zihniyette de kendini saldırılara karşı korumanın yol ve yöntemleri tartışılıyor. Çünkü biz kadınlara sadece fiziki olarak saldırılmıyor, ideolojik olarak da binlerce yıldır saldırılara tanık oluyoruz. Toplum nezdinde küçük düşürülerek sürekli savunma psikolojisi içinde olmamız isteniyor. Tüm kötülüklerin kaynağı, şeytanın ortağı, serbest bırakırsan ne yapacağı belli olmayan, erkeğin yarısı, erkek için yaratılmış, aklı kıt, duygusal ve daha saymakla bitiremeyeceğimiz tanımlamalar biz doğmadan hazır haldedir. Bu tanımlamalar devletlerin ürettiği yasalarla, toplumsal normlarla, gelenek ve göreneklerle, dini siyasete alet ederek kadını zaten saldırı altındaki varlık haline getirmektedir. Pembe ve mavi renklerinin kadınlık ve erkekliğin statü işareti haline sokulduğu, tüm küfürlerin kadın bedeni üzerinden üretildiği, edebiyatın, sinemanın kadın cinselliğini saldırı altına soktuğu bir sistemde bizim özsavunmamız nasıl olmalıdır? Tüm bunların sonucunun zaten kadın katliamları olacağını bilerek fiziksel özsavunma halinde olmak elbette değerlidir. Ancak tüm bunların ortadan kaldırılması için bir zihniyet aydınlanmasına gitmek de temel özsavunma biçimidir.
 
“Kendini bil” felsefesi bu kampanyada en çok üzerinde durulan konu oluyor. Kim olduğumuzu hangi hakikat çerçevesinde açığa çıkaracağız? Bize dayatılan doğru yaşamlar kimin hakikati? Adlarımız ve sıfatlarımız önceden belirleniyor, nasıl oturacağımız, ne giyinmemiz gerektiği, kaçta evde olmamız yasa şeklinde bize sunuluyor. Bir yandan bunları yaşamaktan memnun değiliz, bir yandan bunları yerine getirmezsek toplumdan dışlanma, işten atılma, şiddete uğrama, tecavüz edilme korkusu yaşamamız isteniyor.
 
Kendimizi tanımlamak için bir başka varlığın önceden inşa ettiği politikalarının sınırında ifadeye girişmek aslında kendimiz olmadığımızı da gösterir. Bir erkeğin eşi, babanın kızı, çocukların annesi, büyük erkeğin kız kardeşi, küçük erkeğin ablası, devletin vatandaşı…
 
Binlerce soru ile ne kadar kendimiz olmamıza müsaade edilmediğini rahatlıkla görüyoruz. Neden evlenmek zorundayım, evlenmeyen kadınlar neden hor görülüyor, çocuk doğurmak neden bir statü meselesi, başımı neden kapatıyorum, makyajı kendim için mi yoksa bir erkek beğenisi için mi yapıyorum? Bu sorular kadın hakikatinin açığa çıkarılmasında bir başlangıç olabiliyor. Ve her cevabımız gidiyor geliyor erkek egemen zihniyetin kadın inşasına dokunuyor. 
 
Ve “özgürlük” tanımı burada can alıcı noktada bizi bekliyor. Giyim kuşam ile, gece kaçta sokağa çıkabildiğimiz ile, okula gidip gidemediğimiz ile cevaplanmaya çalışılan özgürlük tanımının bir yanıyla hakikat arayışını eksik bıraktığını, yetersiz bir özgürlük tanımı oluşturduğunu; bir yanıyla da kadın erkek ilişkilerinde, cinsellikte yozlaşmaları pekiştirdiğini görebiliyoruz. Buda sistemi oldukça rahatlatan bir politika.
 
Biz kadınların zihniyette öz savunma gerçekleştirmesi için bugüne kadar sayısız deneyimler yaşandı. Virginia Woolf ‘un feminizm hareketi içerisinde damga vurmuş sözü ilk akla gelenlerdendir: Kendine ait bir oda… Günümüz şartlarında birçok kadının elbette ki mekânsal olarak kendine ait bir oda ayarlama şansı yoktur. Burada anlatılmak istenen sürekli egemen olanın ( bu baba olur, abi olur, eş olur, devlet ve toplumsal normlar olur) sınırlarını, doğrularını, kimin için üretildiklerini açığa çıkararak kendimizle baş başa kalabilmek, kendimizi dinleyebilmek. Kendi kişisel tarihimizi gözden geçirirken kadın tarihiyle bağlantısını merak etmek. Bilme biçimleri dediğimiz noktada bildiklerimizin nerden ve kimden geldiğini, ne kadar doğru olduğunu araştırma imkanının peşine düşmek... Ancak bunu yaparken üzerimizde oluşturulmuş algılardan, erkek baskısından, hatta sahte erkek iltifatlarından uzak kalarak kendimizi anlamlandırabilmek.
 
Kendini bilen varlığa karşı saldırı hiç de kolay olmuyor. Çünkü bilmek; itirazın bir kaynağı oluyor. İster ailede, ister siyasette, ister günlük sohbetlerde olsun erkeklerin bilgilerini dile getirirkenki egemen tavır aslında kadınları küçük düşürmeye dönük bir ideolojik saldırı şeklidir. Konuşan, tartışan, çözümleyen, araştıran ve bunu cesaretle kalabalıklar önünde ifade eden kadınlardan egemen erkek aklı hiç memnun kalmaz. Kendi varoluşuna anlam biçen kadınlardan nefret mi ettikleri yoksa onlardan aslında çok mu korktukları uzun bir tartışma konusu olabilir. Ama bildiğimiz bir şey varsa bir kadının kendini ifade etme yöntemi algıları alt üst etmede önemli bir aşama oluyor. 
 
Kendini anlamlandırma sürecinin temeline koyacağımız ilkeler belki de yolculuğumuzu kolaylaştıracaktır. Jineoloji yani kadın bilimi tartışmalarında biz kadınları en çok etkileyen başlangıçlardan biri de kendi köklerini aramak düşüncesi oluyor. Kadın hakikatinin peşine düşerken toplumsallık ile kadın kültürü arasındaki o muhteşem etkileşimlerle karşılaşıyoruz. Serüvenimizde kadının doğayla olan kopmayan bağı, emeğiyle kendisine duyulan saygı, yöneticilik sanatı karşımıza çıktıkça biz de bugün kadınların neden avlanmak üzere olan bir varlık gibi sürekli savunma halinde olma durumuna düşürüldüğünü soruyoruz. Öğrendikçe heyecan, heyecanlandıkça öfke, öfkelendikçe mücadeleyi büyütme aşkına tutuluyor kadınlar. 
 
Sorgulamak bir özsavunma biçimidir. Egemenlik ilişkileri içerisindeki biz kadınların kölelik koşullarını aşabilmemiz öncelikle duygu ve düşüncelerimizde gelişecek olan itirazlarla olabilecektir. Ancak itiraz ve isyan için gerekli olan başlangıç ise hakikat arayışının açığa çıkarılması mümkün görünüyor. Ve 
kendimize ait sözümüz, eylemimiz var oldukça, politik ve ahlaki bir toplum için “Em xwe diparêzin” demek de kollektif bir özgür kadın bilincinin açığa çıkmasında öncülük etmektedir. 
 
*Kadın Akademisi Derneği