Covid-19 salgınının tetiklediği bencillik virüsü

  • 09:08 27 Mart 2020
  • Kadının Kaleminden
“Toplum için olmayan, küçük bir azınlığın iktidarını ve sermayesini koruyan devlet aygıtının yetersizliği, bu korku-panik politikası ile toplum bilincini ‘sağlıksız’ bir virüsle ‘sağlıklı’ düşünmekten uzaklaştırıp kontrol dışı bırakmaya çalışıyor.  Korku ve panik ile düşünme ve sorgulama yetimiz karantinaya alınırken bencillik, toplumsallık adına küresel bir değere dönüştürülerek nerdeyse etik ve ahlaki norm haline getirilmeye çalışılıyor.”
 
Leyla Deniz
 
Sadece yaşamaya çalışan, hayatta kalmak için her türlü sosyal temastan uzak kalmayı kendine strateji haline getirmeye odaklanan, dokunduğu her şeyden kuşku duymaya başlayan bir korku travmasının eşiğindeyiz. 
 
Küresel salgının yarattığı küresel bencillik ruh halinin içine mi sürükleniyoruz? 
 
Kapanma duygusu, yalnızlık ve ölüm korkusu, panik halinin tetiklediği tedirginlik ve gerilimin yarattığı davranış bozukluğu, sosyal bir varlık olma gerçekliğimizin bizi sosyalliğimizle sınadığı bir yabancılaşma travması.  
 
Son bir ayı düşündüğümüzde, kendimizi bir bilim kurgu filmi içindeymiş gibi hissediyoruz. Belki de bunu düşünecek zamanı bile bulamıyor birçoğumuz.  Her an “Evde kalın!” sözünün beynimizi işgal ettiği, alınan her “önlem”in, vaka ve ölümün sosyal medya ve TV’lerde son dakika olarak karşımıza durmadan çıktığı her durumda, suçlular gibi kovalanan yaşlıların videolarını ve görüntülerini seyrederken çoğunluğumuz nasıl oldu da böyle bir felaketin içinde kendimizi bulduğumuzu sormaya zaman kalmıyor. Zaman bırakılmayacak kadar bilincimiz meşgul edilip beynimiz Covid-19 salgınının yarattığı korku salgısıyla istilaya uğratılıyor. Bu istila virüsten daha hızlı yayılan bir etkiye sahip. 
 
En tehlikelisi bütün bunları tetikleyen bencillik duygusu
 
Virüsten fiziki olarak kurtulabilmek mümkünken bilinci ele geçiren korkunun yaratacağı tahribatların sonuçlarının yakıcılığını-yıkıcılığını öteliyoruz.  Sosyal varlık olma gerçekliğinin her an bencilliğin dışavurumu ile yaşadığı çatışmanın kendini koruma adı altında normalleşmesini fark etmeden, aldırış etmeden kabul ederken buluyoruz kendimizi. Salgına yakalanmamaya çalışırken, virüsün bedenimizi mekan tutmasına izin vermemesi için azami çaba sarf ederken bilincimizi, kendimizin beslediği virüslerin üretim deposu haline getiriyoruz. Konakladığımız bu yeryüzünde, besleyip büyüttüğümüz gövdemiz bir başka virüsün daha aktif olmasında daha verimli bir konak olup gitmekte. Korku, ölüm, öfke, doyumsuzluk, çaresizlik en önemlisi ve en tehlikelisi bütün bunları tetikleyen bencillik duygusu. Çok güvendiğimiz, bizi sonsuzca koruyacağına sıkı sıkıya sarıldığımız bu yaşamda kalma duygumuzun -asla “var olma” olamayacak olan- bizi sürüklediği her köşe bucak, böylece ironik bir şekilde virüsün yayılmamış olsa da konaklandığı birer yeni taşra olacak. 
 
Bilim insanları, kapitalizmin bitmeyen doyumsuzluğunun sonucunda bozulan ekosistemin yeni virüsüne aşı bulmaya çalışırken,  korku ve bencillik duygusu ise sistemin yaratıcıları ve uygulayıcıları tarafından topluma durmadan aşılanıyor. Toplum için olmayan, küçük bir azınlığın iktidarını ve sermayesini koruyan devlet aygıtının yetersizliği, bu korku-panik politikası ile toplum bilincini “sağlıksız” bir virüsle “sağlıklı” düşünmekten uzaklaştırıp kontrol dışı bırakmaya çalışıyor.  Korku ve panik ile düşünme ve sorgulama yetimiz karantinaya alınırken bencillik, toplumsallık adına küresel bir değere dönüştürülerek nerdeyse etik ve ahlaki norm haline getirilmeye çalışılıyor. Kapitalizmin toplumu parçalayıp kişiyi yalnızlaştırarak, maneviyatsız bırakıp güçsüzleştirmek üzere ürettiği bencilik sınır tanımadan alkışlanacak bir davranış olarak sunulmuş bulunuyor. 
 
Tedbir almanın kişi ve bireyler olarak kendimize, topluma ve yaşadığımız dünyaya karşı sorumluluğumuz olduğu hepimizin ortak görüşü. Bununla birlikte son bir ay içerisinde, küresel anlamda ve coğrafyamızda yanı başımızda yaşanan davranışları doğru tespit etmek, ilerisi için doğacak tehlikelerin önlenmesi açısından önemli olduğu su götürmez bir gerçeklik. Karşımızda duran herhangi birinin gözlerinden hasta olup olmadığını anlamaya çalışıyoruz, şüpheci gözlerle. Bir öksürük sesini işitir işitmez, üzerimize virüs geldiği korkusuyla, can havliyle kendimizi eve atmaya çalışıyoruz. Yürüyüş yaptığımız alanlarda bir yaşlıyla karşılaştığımızda bize ait olan havayı soluduğu için öfkeli gözlerle bakıyoruz, bencilliğin bizi esir aldığı duygularla. Bir zamanlar bir bardak su vererek duasını aldığımız yaşlılar dışarı çıkıp bankta oturdukları için balkondan başlarına su dökecek kadar insanlık dışı davranış bozuklukları ortaya çıkmaya başlıyor.  Marketlere saldırıp aç kalma korkusuyla tüm raflar boşaltılıyor, kendinden sonrasını düşünmeden ya da bir tanesini alım gücü olmayan biri için alma düşüncesinden uzak bir şekilde. Yolda yürürken çarpıştığımız birinin özrüne kinle karşılık veriyoruz hiç farkında olmadan. Bunlar, Covid’le birlikte değişmiş yeni davranış kodlarımızın birer semptomu. 
 
Çok geçmeden bu davranış deformasyonunun yaratacağı yeni sosyal-kültürel belirtiler yeni zamanlarımızın birer normu haline gelecek. Kaçımız “sağlıklı”, kaçımız yaşayan birer ölü-taşıyıcı, kaçımız ise negatif birer steril unsur olarak toplumsal zincirin bir halkası olarak yaşamaya devam ederiz meçhul. Problem şu ki, insan merkezli bir tasavvur gerek din referanslı argümantasyonlar gerekse de bilimsel çarenin hızlıca gelip huzura kavuşturacağına dair çok emin bir şekilde motive olmuş durumda. Dolayısıyla her biri ya da her bir birey bu “insan”ın adeta son temsiliymiş gibi hem kendisini korumaya almakta hem de dışındaki her şeye yabancı, cüzamlı, vebalı muamelesi yapabilmekte. Ne acıdır ki, tarihten bugüne, görülmüş ve kayıt altına alınabilmiş salgın ve türevlerinin kaynaklarından yayılarak birçok alanda yarattığı etki bu bakımdan şaşılasıdır edebiyat, tıp, büyü, bilim vs. Neticede bireyle kastedilen vurgunun, şiddetin çare kaynaklarına rızası daha ezici olabilmekte, birey küçüldükçe daha da küçülmekte ve başkalaştığı oranda da daha acımasızca etrafına saldırabilmektedir.
 
Farkına varmamız gereken toplumsal dayanışmayı büyütmek…
 
Tam da farkına varmamız gereken şey, bu bencillik duygusunun önüne geçerek tedbirleri alıp toplumsal dayanışmayı büyütmenin yöntemlerini bulmaktır. Bizi içine çekmeye çalışan korku ve bencillik kuyusundan kurtaracak olan da bizi toplumsal yapan gerçekliğimizle birlikte düşünerek hareket etmektir. Bir formülasyon ve ilişkiler hiyerarşisinden öte, bireyin savunulması/toplumun savunulması gibi paradigmaların kesişim alanlarının yeniden yorumuna ihtiyaç var. Sağlıkla kastedilen bütünlüğün organik kısmının korunması, bağışıklığının güçlendirilmesi elbette yaşam fonksiyonlarını belirginleştirdiği muhakkak. Moralle kastedilen kısmın aşındırılması, insanla kastedilenin “ben”e, oradan “biz”e, bu “biz”in dereceleri saklı tutulmak kaydıyla indirgenmesi ise bu bütünlüğü en az diğeri kadar tehdit edebilmektedir. 
 
Değerlerin yatay ve dikey oluşumunda toplumsal oluşun ve üretimin katkısı çok belirgin. Roller ve görevler dağılımının zaruriyet gösterdiği zamanlarda bir kez daha etik olanı yeniden düşünmek durumunda kalıyoruz. Kendimizi bu kürenin dışına çıkarıp yaşama olanağına kavuşturamayacağımıza göre kendimizden bir adım ötedekine doğru koruma bilincinin hangi ihtiyaçlara dayandığını yeniden sorgulamak ve düşünmek gerekir.