Bir ‘direniş’ ve ‘mağduriyet’ kültü olarak annelik

  • 09:01 3 Eylül 2019
  • Kadının Kaleminden
“Anneliğe kutsiyet atfeden bakış açısı annelerin savaş ve barış dönemlerinde üstlendikleri rolleri sağlıklı bir biçimde analiz etmemizin önünde engel olmaktadır. Annelik kamusal alanda görünürlük kazanan politik kimliği ile artık sadece ‘anne’ olmanın çok ötesindedir…”
 
Münevver Azizoğlu Bazan
 
“Oğlum dağa kaçırıldı” iddiasıyla HDP binasının camlarını kırarak önünde oturma eylemine başlayan annenin  görüntüleri, Amed’deki kayyum protestoları haberleri paralelinde ekranlara düştü. Bir kesim medya için “oğlu dağa kaçırılan” annenin mücadelesi sayesinde oğlu bulunmuş veya TEM ekiplerine teslim olmuştu. Diğer taraftan ise genç “zorla evlendirilmekten” kaçtığını beyan etmişti. 
 
Bizler her ne kadar “zorla evlendirilmekten” kaçan genç erkeklere çok alışık değilsek de işin bu boyutuna değil de “evladı” için cam pencere kıran, oturma eyleminde bulunan annenin “annelik” motivasyonuna odaklanacağız. 
 
“Annelik” kavramına bugün içerisinde bulunduğumuz kapitalist-ataerkil toplum içerisinde biçilen “kutsal, biricik, evcil” anlamının, aslında insanlık tarihi göz önüne getirilirse hemen yanı başımızda duran endüstri devriminin bir ürünü olduğunu bilmek, bu meseleye yaklaşımımızın ilk belirleyeni olacaktır. Anneliği ve annelik üzerinden kadınlığı evle ve çocukla sınırlı bireysel bir pozisyona indirgeyen kapitalist süreç, bugün anneliğe atfedilen bütün anlamları kendi çıkarları doğrultusunda formüle etmiş ve insanlığın önüne “ideal anne/ideal kadın” resmi olarak sunmuştur. 
 
Nedir atfedilen bu anlamlar? Öncelikle kadının en kutsal ve onurlu görevi anneliktir. Anne şefkati ve fedakarlığı ile çocuğuna ve ailesine kendisini adayandır. Anne çocuğunu devlet ve toplumun geleceği için en ideal biçimde yetiştirmekle görevli kişidir. Özel alan annenin mahremiyeti olarak dokunulmazdır. Devletin aile üzerinde, babanın anne üzerinde hakkı olduğu gibi annenin de çocuk üzerinde hakkı vardır. Bu sistematik ve hiyerarşik iktidar ilişkisi devletin bekası için elzemdir. 
 
Anneliğin kapitalist devlet sistemi içerisindeki bu pozisyonlandırılmasına karşılık insanlık tarihi, anne ve anneliğin toplumsal bir karaktere sahip olduğu uzun bir geçmişe sahiptir. Patriyarkal sistemin çok baskın olmadığı veya ana yanlı sistemin halen kısmen hakim olduğu toplumlarda annelik üzerine yapılan araştırmalar bu toplumlarda annelik ve babalığın toplumsal ve kültürel kavramlar olduklarını ve bu toplumlarda örneğin günümüzde çocuk yetiştirme gibi temel annelik görevi gibi görülen sorumlulukların kolektif bir biçimde topluluk içinde üstlenildiğini göstermiştir. Bu toplumlarda günümüzde anneye atfedilen “bireysel, özel” alandan söz etmek mümkün değildir. Çocuk ve anne ilişkisi biyolojik bir ilişkinin ötesindedir. Çocuk biyolojik annesinin denetiminde ve eğitiminde büyümez. Çocuğun yetiştirilmesi bütün toplumun sorumluluğundadır. Bu açıdan bir tahakküm ilişkisi de söz konusu değildir. Anneliğin biyolojik olmaktan ziyade politik, kültürel ve toplumsal bir kategori olduğu tespiti bu açıdan bu yazının diğer bir belirleyeni olacaktır. 
 
Devrimci ve direnişçi bir kimlik olarak annelik 
 
Kürt kadınlarının ve bu yazı çerçevesinde ele alırsak Kürt annelerinin politik bir özne olarak kamusal alanda görünürlükleri uzun bir direniş tarihi ve kültürüne sahiptir. Kürt Özgürlük Mücadelesi içerisinde çeşitli biçimlerde yer almış ve “annelik” kimlikleriyle örgütlenmiş olan Kürt anneleri özellikle politik ve askeri gündemin en sıcak olduğu zamanlarda kamuoyu vicdanına hitap eden açıklamaları ve eylemleriyle gündeme gelmiş, “acının, barışın, gözyaşının ama aynı zamanda direnişin” yüzleri olarak, barışı ve Kürt annelerini simgeleyen “beyaz tülbent”leriyle siyasi aktörler olarak kamusal alanda yerlerini almışlardır. 
 
Kürt özgürlük hareketi endüstri devrimi ile birlikte fonksiyonu daraltılan, özel ve bireysel kılınan anneliği kamusal alana taşırarak ona toplumsal bir anlam kazandırsa da anneliğe biçilen “kutsiyet, fedakarlık, şefkat” gibi özelliklerin –bu kez farklı bir mecradan- yeniden üretilmesine meydan vermiştir. Çocuklarını savaşta yitirmiş anneler ya da çocukları savaşçı olan anneler bu “anacıl” özellikler üzerinden tanımlanmış, çocuklarına atfedilen değer üzerinden ve annelerin çocukları uğruna (ve sayesinde) mücadeleye katılımları üzerinden anneliğe değer biçilmiştir. 
 
(Her ne kadar artık etnisite edilmiş bir karakterin ötesine geçmiş olsa da) Cumartesi Anneleri, Barış Anneleri, Beyaz Tülbentli anneler gibi inisiyatiflerle tanıdığımız anneler, kadın kimliklerinden ziyade annelik kimlikleriyle kamuoyunda bilinmektedirler. Kamuoyu tarafından da devrimcilerin anneleri olarak tanınan annelerin “kadın ve direnişçi” kimlikleri oysa ki çoklukla göz ardı edilmektedir. Bu kadınların uzun yıllara yayılan mücadeleleri toplumsal bir annelik tanımına işaret ediyor olsa da zaman içerisinde kendilerini de bu direnişin özneleri haline getirmiştir. Artık savunduğu sadece evladının davası değil, kendi davasıdır da. Zaman içerisinde evladı için sokağa çıkan anneden, bugün kayyıma karşı meydan okuyan anne arasında ciddi bir dönüşüm gerçekleşmiştir. Bu açıdan yer yer övgüyle karışık kullandığımız “anaların direnişi” gibi söylemler panzeri elleriyle yumruklayan beyaz tülbentli kadının politik duruşunu tanımlamaya yetmemektedir. O panzer bir Kürt kadınının bütün yaşanmışlıklarının öfkesiyle yumruklanmıştır, sadece bir anne öfkesiyle değil. Kaldı ki orta yaşın üstündeki, beyaz tülbentli, belki biraz tombul olan herkesi otomatikman “anne” kimliği ile ortaklaştırmak -bu kategorideki herkes anne olmak zorundadır gibi düz bir mantığa götürür ki- sorunlu bir söylemdir. 
 
Öte yandan mücadele içerisinde kadın ve devrimci kimlikleriyle yer alan kadınların anne kimlikleri pek dile gelmez, getirilmez. Bu konuda Leyla Güven’in açlık grevinde kendisini öz tanımlama biçimi (bir Kürt, bir kadın, bir anne ve bir feminist) istisna olarak karşımıza çıkmıştır. Bu politik bir kimlik tanımı olarak “anneliğin” Kürt hareketi içerisinde kök saldığının göstergesi olsa da tek başına “anne olan bir kadının” bütün bir politik duruşunu tanımlamamaktadır. 
 
Tekrar oğlunun dağa kaçırıldığını söyleyip HDP önünde protesto eylemi yapan anneye dönecek olursak; kapitalist-patriyarkal çıkar işbirliğinin senaryosunu çizdiği “özel, kutsal, bireysel” anne tanımına çok iyi uyan bu anne, yeri geldiğinde çocuğu için dünyayı yakabileceğini dile getirmektedir. En kutsal görevi olan anneliği ve çocuğu uğruna yapmayacağı şey yoktur. Bundan kuşku duymamak gerekir. İlgili haberi dinleyip diline geleni söylemeye çekinenleri durduran da bu “annelik” hatırıdır. Burada sorgulanması gereken kuşkusuz ki bu annenin “annelik duyguları” değil, onun hepimizi rahatsız eden davranışına karşın bizim anneliğe biçtiğimiz anlamdır. Hele ki bir çocuğunu savaşta yitirmiş olması onu anlamamızı daha da zorlaştırırken, diğer çocuğunu “kurtarma” kaygısını “anacıl” koruma dürtüleriyle anlamlandırmaya çalışıyoruz. Oysa gerçekte onu da diğer anneler ve kadınlar gibi bu eyleme götüren “kutsal” annelik güdüsünün ötesinde bir şey. 
 
O annenin eylemi de politik bir eylem. Anneliği ve oğlunu araçsallaştırdığı ama gerçekte yerini ve tercihini mağdurdan değil, zalimden yana yapmış bir birey olarak fikrini beyan ettiği bir eylem olarak görülmelidir. Ancak –belki de hepimizin kutsalını yıkan- böyle bir tespit bize böylesi bir eylemi yapmanın nedenlerini sağlıklı analiz etme imkanı verir. 
 
Kötünün safında yer alan annelik
 
Arjantin’deki Plaza de Mayo annelerinden Cumartesi Anneleri’ne devrim tarihi, ömrü mücadele ile geçmiş annelerle doluyken, madalyonun bu tarafında annelerin kötülerin safında yer alması da yeni bir olgu değildir. Annelerin çocuklarına yönelik duydukları “duygusal bağlılık, koruma güdüsü, kaybetme korkusu” pek çok örnekte onları kayıtsız şartsız evlatlarının tarafında olmaya yöneltmiştir. Evlatlarının tercih ettiği yolu sorgulamadan, kör bir inançla benimsemiş ya da benimseme gereği duymadan evladına tabi olmuştur. Nazi Almanyasında, Vietnam Savaşı’nda, Körfez Savaşı’nda zulmün tarafında olan savaşçıların anneleri, çocukları için çeşitli eylemlik ve örgütlülüklere gitmişlerdir. En masum haliyle “annelik güdüleri” ile tanımlayabileceğimiz bu tutum her zaman egemenlerin politik araçsallaştırılmalarının kurbanı olmuştur.
 
Amed’deki protesto eylemini yapan annenin safı ise evladını öldürenin safıdır. Oğlunun reddettiği yaşamın ve zihniyetin safıdır.  Bir tahakküm ve iktidar ilişkisi ile bağlı olduğu “özel-ev-annelik” kültüne evlatlarına rağmen sıkı sıkıya bağlıdır. Evlatlarının ne istediği, nasıl bir yaşam tercih ettikleri onun umurunda değildir. O bir anne olarak evlatlarının sahibidir ve geleceklerini ipotek etme hakkını kendinde bulur. Bunu onları koruma, sevme adı altında yapar. Anneliğin kutsallığı mitine sarılarak her türlü aşırılığı meşru sayar. Bir anne evlat ilişkisinde beklenen en asgari annelik güdülerinden (duygusal bağlılık, koruma güdüsü, kaybetme korkusu) eser bile yoktur.  Erkeğe, babaya, devlete tabidir. Fıtratında beklenenin ötesine geçemez. Erdoğan’dan aldığı selamın karşılığında teslim ettiği kadınlığı ve anneliğidir. 
 
Sonuç olarak
 
Anneliğe kutsiyet atfeden bakış açısı annelerin savaş ve barış dönemlerinde üstlendikleri rolleri sağlıklı bir biçimde analiz etmemizin önünde engel olmaktadır. Annelik kamusal alanda görünürlük kazanan politik kimliği ile artık sadece “anne” olmanın çok ötesindedir. İktidar ve güç ilişkileri ile ilişkisi oranında değişim ve dönüşüme uğramaktadır. “Annelik” günümüz toplumlarında mağdur bir pozisyona dikkat çekse de güç odakları ile ilişkisi ölçüsünde bu mağduriyetin anlam ve içeriği değişmektedir. Kürt Özgürlük Hareketi’nde direnişin sembollerine dönüşen Kürt anaları uzun yıllara yayılan mücadele sonucunda anne kimliklerinin ötesinde kadın kimlikleri ile örtüşen ideolojik-politik bir özne pozisyonuna sahip olmuşlardır. Bu politik özne olma durumu, annelik kültünde hakim olan “mağduriyete” çok uzak bir pozisyondur ve içerisinde pek çok toplumsal, kültürel, siyasal olguyu, tecrübeyi ve kimliği barındırır. Anneliğin özne olmaktan ziyade araçsallaştırıldığı durumlarda ise annelik ve annelik bağlamında yürütülen sübjektif bir politika hakim olur. Mağduriyetin manipüle etmeye, çarpıtmaya ve her an karşıtına dönüştürmeye sebep olduğu bu durum iktidarların en sevdiği ve en fazla işine yaradığı ‘kadın zaafı’dır.