Cezaevlerinde Kürt kadın direnişi (1)

  • 09:02 16 Ağustos 2024
  • Jıneolojî Tartışmaları
 
“Devlet ve iktidar eğer birer zor aygıtı ise, cezaevi sistemi bu zorun en yalın ve en zorba halinin yaşandığı alanlardır. Kurulu iktidar asayiş ve güvenlik yani, yeniden üretim ve sürdürülebilirlik için, tehdit unsuru olan tüm muhalifleri, erkek egemen zihniyet ve onun iktidarı da toplumsal devinim ve değişim, yani toplumsal direnişin kök hücresini kontrol altına almak disipline etmek için kadınları hapseder. Ezcümle, cezaevi sistemi modern toplumun Genesis hücresi ve prototipidir.”
 
Jineolojî dergisi
 
Jineolojî Dergisi: Öncelikle söyleşimizi kabul ettiğin için çok teşekkürler. Kapatma kültürü ile başlamak istiyoruz. Toplumların kapatılması, ceza sisteminden önce inşa edilen bir süreç. Kadınların zihinsel, fiziksel kapatılmasının çok uzun bir tarihi var. Öncelikle kapatma fikri tarihsel olarak nasıl ortaya çıktı? Bugüne kadar nasıl böyle derinleştirildi?
 
Selma Irmak: Toplumların kapatılması, belirttiğiniz gibi ceza sisteminden önce inşa edilen bu süreç. Devletli hiyerarşik toplumla beraber iktidarların kendini ikame etmesi ve egemenliğini daim kılması ancak toplumların baskılanarak cendere altına alınması ile mümkün olabilmiştir. Toplumun kontrol altına alınması ile iktidarın sürdürülebilir kılınması arasında doğrusal bir ilişki tarihin başlangıcından beri var ola gelmiştir. Bu mekanizmanın tam anlamıyla uygulanabilir olması ise öncelikle ve hayatiyetle kadınların zihinsel ve fiziksel kapatılmasıyla mümkün olmuştur. Toplumun bin yıllarca kümülatif olarak biriktirdiği ve toplumsal bilgi haline getirdiği ahlaki ve vicdani, toplumsal yaşam kuralları, komünal ve eşitlikçi yaşam biçimi erkek egemen hiyerarşik iktidar tarafından bertaraf edilmeden ve bir yapı bozuma uğratılmadan erkek egemen iktidarın ikamesi mümkün olmayacaktır. Yine bin yılları alan geriye doğru gidişat kadın, toplum, doğa aleyhine işletilmeseydi kadük ve köksüz eril zihniyet bir sistem olarak gelişmeyecekti. Din, kültür, ahlak, hukuk, sanat, edebiyat mimari, yazılı ve sözlü toplumsal normlar hiyerarşik eril sistemin iktidar anlayışına göre kadını, toplumu, doğayı dışlayarak, yok sayarak, kapatarak nihayetinde görünmez kılarak yeniden dizayn edildi. Toplumla, toplumun rızası alınmadan ve fakat rıza üretilerek yeni bir toplumsal sözleşme sürecine girildi. Bu süreç insanlık tarihinin ve beraberinde kadın tarihinin en acılı en dramatik sürecidir. Bugüne kadar da vahşet düzeyinde insanlık suçları işlenmeye devam etmektedir. Günümüzde inceltilerek de olsa hala can yakıcı bir şekilde bu yok etmektedir. Eğer başarılamazsa yok sayma sistemi, erkek egemen cendere ve büyük kapatılma başta kadınlar olmak üzere toplumun en küçük hücresine kadar tatbik edilmektedir.
 
Kapatılma fikrinin tarihsel arka planını ve günümüze doğru nasıl büküldüğünü görmek için illa ki Michel Foucault’nun “Büyük Kapatılma” tezine göz atmak durumundayız. Burada Foucault, kapatılmayı incelerken çıkış noktası olarak 1656 yılında Paris’te kurulan Hospital General (Genel Hastane)’yi seçiyor. Nitekim Foucault bu hastanenin kurulmasıyla yaşanan toplu kapatılmaları “Büyük Kapatılma” olarak adlandırmıştır. On yedinci yüzyılda Paris’te yaşanan bu büyük kapatılmaların içinde yersiz, yurtsuz, evsiz, işsiz, olanlar bulunuyor. Bu kapatılmadan kurtulmak için ancak bir meslek sahibi olmak, bir işte çalışmak gerekiyor. Herhangi bir yargı yoluna başvurmadan ve polis eliyle gerçekleştirilen bu kapatılmaya yaşlılar, engelliler, akıl hastaları, eşcinseller çalışmayan ve çalışmayı kabul etmeyenler dahildir. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda kapatılanlar arasında birtakım ayrımlar yapıldı. Akıl hastaları tımarhaneye, gençler ıslahevlerine, suçlular hapishanelere, kadınlar manastırlara gönderildi. Bu anlamda büyük kapatılmaların kendilerini ilk olarak kapitalist toplumlarda gösterdiğini söyleyebiliriz. Kapatılma kurumlarının oluşturulma amacı bireyleri tımarhanelerde “iyileştirmek” hapishanelerde “topluma yeniden kazandırmak”, manastırlarda kadınları “ıslah etmek, toplumsal rol ve görevleri için (egemen sisteme biat, erkeğe itaat, kadın kimliğinden ve iradeden yoksunlaştırma) eğitmektir.
 
Kadınlar açısından kapatılma yukarıda belirttiğimiz gibi devletli hiyerarşik toplumun ortaya çıkmasıyla beraber başlamıştır. Kadın yaratımlarının tümünün etkileriyle beraber yok edilmesi, mümkün olamıyorsa kadın aleyhine tersine döndürülmesi günümüze kadar devam eden bir süreçtir. Kadınların önce saraylara, manastırlara ardından evlere kapatılması yalnızca fiziki kapatılma değil, aynı zamanda toplum yaşamına dahil edilmemesi, kısıtlanması zapturapt alınması zihni ve fikri bir kapatılmadır. Bu durum toplumun da daha kolay kontrol altına alınarak yönetilmesini sağlamıştır. Kadının bedeninin işgal edilmesi, gasp edilmesi, talan edilmesi toplumun iğfal edilmesi anlamına gelir. Bugün hala kadın üzerinde yürütülen şiddet politikası bedenini kontrol altına alma, sahiplenme politikası kadını zihni ve fikri olarak hapsetmenin yegâne yolu olarak görülmektedir.
 
Jineolojî Dergisi: Bütün bunlarla birlikte aslında cezaevleri çok uzun zamandır kapitalist modernite tarafından özellikle toplumları, sizin de kullandığınız ifadeyle, zapturapt altına alabilmek için uygulanan bir yöntem. Dünyanın birçok yerinde özellikle muhaliflerin susturulması, toplumun baskı altında tutulması, kadınların kapatılması gibi tecrit politikalarının en vücut bulmuş halidir. Siz cezaevi sistemini nasıl değerlendiriyorsunuz? 
 
Selma Irmak: Cezaevi sistemini değerlendirmeye geçmeden cezaevlerinin oluşum tarihine kısaca göz atmak ufkumuzu genişletecektir. İnsanların cezalandırılması, toplumları baskı ve kontrol altına alma, kurulu iktidarı ve onun sistemini benimseyerek, biat etmeyen, zorlayan ya da muhalif olanları susturma, etkisiz kılmak amacıyla kapalı bir yere konulması eski bir uygulamadır. İlkel toplumlarda suç işleyen kişilere uygulanan yaptırımlar bedensel cezalar olduğu ve hapis cezası uygulanmadığı için, o dönemde cezaevlerine ihtiyaç duyulmamıştır. Hapis cezasının bedensel cezaların yerine ikame edilmesi, ceza infaz biliminin doğuşu ile alakalıdır. Yani cezaevlerinin modernitenin bir icadı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak yine de manastırlarda 9. ve 10.uncu yüzyıllarda uygulanan hapsetme metodunun ceza infaz sistemine ve cezaevlerine ilham kaynağı olduğu görüşü de yaygındır. Modern anlamdaki ilk cezaevinin 1595 yılında Amsterdam’da kurulduğu kabul edilmektedir. Amsterdam’da ayrıca kadın hapishanesi de vardır. On altıncı yüzyıldan itibaren ölüm cezası yerine hapsetmenin, özgürlüğü kısıtlamanın tercih edilmeye başlamasının sebebi, cezaevinin yukarıda belirttiğim gibi “iyileştirme, eğitme, topluma yeniden kazandırma, ıslah etme bir başka deyişle terbiye etme, sisteme uyarlama” düsturunun esas alınmasıdır. Cezalandırmanın amacındaki değişikliğin, yani bedene zarar verme ya da hukuki tanımlamayla beden bütünlüğünü bozma yerine, özgürlüğü bağlayıcı cezalara dönüşümünün ilk örneğinin İngiltere'de gerçekleştiği bilinmektedir. Bridewell Şatosu’nda 1555 yılında bir çalışma evi inşa edilerek, toplum için olumsuzluk yaratanlar burada çalıştırılıp, kişilerin topluma uyumu sağlanmaya çalışılmıştır. Fakat bu şato bir cezaevinden çok bir çalışma evidir. Londra’daki Londra Kulesi, Paris’teki Bastille kalesi, İstanbul'daki Yedikule zindanı da bu tür yerlerdir. Ama buralara sıradan adli suçlular değil siyasi tutuklular kapatılırdı. Batı dünyasında her ne kadar 16. yüzyıldan itibaren hapsederek eğitme örnekleri olsa da genel itibarla 19.yüzyıl ortalarına kadar birçok suçun cezası ölümdür. Cezaevlerinde, yargılanmayı, ceza kamplarına gönderilmeyi ya da ölümü bekleyen kişiler tutulurdu. Cezaevi olarak da genellikle kale burçları kullanılırdı. 
 
Avrupa’da bugünkü anlamda ilk cezaevi 16. yüzyılda Hollanda’da açıldı. 18. ve 19. yüzyıllarda cezaevi yapımı hız kazandı. Fransa’da ilk örneğine rastladığımız hücre tipi cezaevleri çok masraflı olduğu ve yeterince sonuç almadığı için yıkılarak farklı mimarilerde cezaevleri yapımına geçildi. Belirtmek gerekir ki hapsederek özgürlüğün kısıtlanması fikri Fransız devriminden sonra, özgürlüğün kısıtlanmasının insan üzerinde ne kadar büyük yıkım yarattığı görüldükten sonra uygulamaya geçirilmiştir. 1900’lere gelindiğinde hücre cezası yalnızca bir disiplin önlemi olarak kullanılmaya başlandı. Kapitalizmin hızlı gelişim dönemine tekabül eden 1900’lar modern diyebileceğimiz cezaevleri yapımına, suçun niteliğine göre inşa edilen yeni yapılara geçilen bir süreçtir. Örneğin yüksek güvenlikli cezaevleri, ada cezaevleri, izole edilmiş veya oda tipi cezaevleri şeklinde bir cezaevi mimari sisteminin geliştiğini gözlemlemekteyiz.
 
Modernitenin gelişmesiyle beraber modern toplumu ‘disiplin, kontrol toplumu’ haline getirme sistem için varoluşsaldır. Bu nedenle hapishanenin doğuşu disiplin/kontrol toplumunun doğuşu ile eş anlamlıdır. Çünkü modern toplumun kendisi bir cezaevidir. Zira cezaevi, okul, askeri kışla, hastane, tımarhane, fabrika, özel ve devlet daireleri ve işletmelerinin tamamı disiplin/kontrol mekanlarıdır. Modernitenin tüm mekânları bu zihniyetle inşa edilmişlerdir. Kontrol ve disipline etme sistemi, modernitenin temelidir. Nitekim disiplin ve gözetleme de cezaevinin iki temel özelliğidir. İktidar bedeni hapsederek zihni kontrol altına almayı amaçlar. Beden esasında sadece kıymetsiz bir araçtır. Cezaevinde insani her tür ihtiyaç ‘disipline’ olunduğu başka bir deyişle teslim takdirde karşılanır. Yani haklar birer ehlileştirme aracı olarak kullanılır. Sonuç itibarıyla cezaevi sistemi modernitenin en çıplak halinin görünür olduğu mekanlardır. Devlet ve iktidar eğer birer zor aygıtı ise, cezaevi sistemi bu zorun en yalın ve en zorba halinin yaşandığı alanlardır. Kurulu iktidar asayiş ve güvenlik yani, yeniden üretim ve sürdürülebilirlik için, tehdit unsuru olan tüm muhalifleri, erkek egemen zihniyet ve onun iktidarı da toplumsal devinim ve değişim, yani toplumsal direnişin kök hücresini kontrol altına almak disipline etmek için kadınları hapseder. Ezcümle, cezaevi sistemi modern toplumun Genesis hücresi ve prototipidir.
 
Jineolojî Dergisi: Modern ceza sistemi aynı zamanda bir erkek aklı ürünü. Cadı avlarından bu yana itaat etmeyen, erkek egemen sisteme tehdit olarak görülen her kadın bu ceza sisteminin kollarına atılmak istendi. Bir anlamıyla terbiye etme, ehlileştirme sistemi. Erkek egemenliği cezaevlerini kadına yönelik saldırı politikaları kapsamında nasıl yönetiyor? Cezaevlerinin kadına yönelik özel uygulamaları nelerdir? Bunları nasıl değerlendirmek lazım?
 
Selma Irmak: Suç ve ceza kavramları, topluluk halinde yaşam var olduğundan berî farklı şekillerde ve boyutlarda karşımıza çıkar. İlkel topluluklarda ceza sistemi intikam alma şeklinde gelişmişken sonrasında bu intikam alma şekli devlete geçmiştir.  “Cezalandırma hakkı” devlet gücünün ve erkek aklın en çarpıcı anlatımıdır. Cezalandırma araçları her dönemde ve her toplumda farklılık göstermiştir. İlk çağlardan beri cezalandırma biçimleri toplumun kültürel, sosyal ve ekonomik yapısına göre şekil almıştır. Eski Yunan’da cezalandırma yöntemi olarak kamuya açık yerde rezil etme ve fiziksel şiddet ile bedeni terbiye etmeyi sosyo-ekonomik nedenler bakımından okumak gerekirken, Romalıların kullandığı çalıştırma yönteminin devlet ekonomisinin temelini oluşturması saikiyle ekonomik nedenler bağlamında değerlendirmek gerekir. En eski topluluklardan en modern toplumlara kadar, zamanla değişim göstererek farklı nitelikler kazanmalarına rağmen, cezalandırma yöntemlerinde değişmeyen tek şey, cezanın “bedel ödetme” amacına denk düşmesidir. Bu bedel kişiye, devlete, topluma ya da her birine karşı ödenmektedir. 
 
Jineolojî Dergisi: Aynı politikalar ve hatta daha ağırı uzun zamandır Kürdistan’da yaşanıyor. Kürt sorunu bağlamında Türkiye devleti 40 yılı aşkın bir süredir kesintisiz bir biçimde Kürtleri cezaevleri ile cezalandırmaya, mücadeleden geri koymaya çalışmakta. Özellikle kadın tutsaklar 80’lerden bu yana cezaevlerinde tutularak hem Kürt hem kadın mücadelesi engellenmek istenmektedir. Türkiye’nin Kürt sorunu bağlamında cezaevi politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Özgürlük mücadelesinin bu sindirme politikası ile de yok edilmeye çalışılması Türkiye devletinin politikalarına dair bize ne söylüyor?
 
Selma Irmak: Türk devlet yapısının tarihsel süreci boyunca Kürtlerle ilgili politikası her zaman asayiş, güvenlik, beka gibi gerekçelerle bir “sorun” üzerinden şekillenmiştir. Osmanlı’dan günümüze kadar bu durum farklı formlar alsa da özde bir değişiklik yoktur. Kürt sorunu bağlamında Türkiye devletinin cezaevi politikasını değerlendirmeye geçmeden kısaca Osmanlı’dan günümüze cezaevleri ve ceza infaz sistemine bakalım. Osmanlı Devleti’nde hapis cezasının etkin bir cezalandırma yöntemi olarak ceza infazında yer alması, Tanzimat ve sonrasına tekabül eder. Bireyleri özgürlüklerinden yoksun bırakmaya eğilimli olmayan İslam hukukunun uygulandığı Osmanlı’da hapis cezası temel ve yaygın bir cezalandırma yöntemi değildir. Osmanlı İmparatorluğu'nda teşhir, dayak atma, para cezası, kürek cezası, kalebentlik, sürgün gibi cezalar görülmektedir. Bunların yanı sıra yüzü karalama, sakalı kesme, dağlama ve belli organları kesme gibi cezalar uygulanmaktadır. Osmanlı’da cezaevi olarak genellikle kale burçları kullanılmıştır. Karanlık, sıkıntılı ve nemli oldukları için Farsçadaki anlamıyla “zindan”, “mahbes, “tomruk” gibi adlar verilmiştir.  İstanbul’un ünlü zindanları arasında Yedikule, Boğazkesen, Kasımpaşa’daki Tersane, Eminönü’ndeki Baba Cafer zindanları bulunmaktadır. Baba Cafer Zindanında kadınlara ait ayrı bir bölümün olduğu bilinmektedir. Ağa Kapısı yakınlarındaki “imam evi” de kadınların hapsedildiği yerlerden biridir. İmam evleri ve daha sonra muhtar evleri taşrada kadınların hapsedildiği mekanlar olmuştur. Osmanlı’da mimari olarak ilk inşa edilen hapishane Sultanahmet Hapishanesidir. 1800'lerle beraber hapsetme cezaları ve ceza yasaları oluşturulmaya başlıyor. Cumhuriyet dönemi ceza yasası da omurgasını bu dönem yasalarından alan bir ceza infaz sistemidir. 1979'la beraber oda tipi cezaevleri inşa ediliyor.  Büyük koğuşların odalara bölünmesi 1976'dadır. İlk pilot cezaevi Metris’tir. 1983’te siyasi suçlar ayrıştırılıyor ve küçük odalarda ceza infazı için hücre tipi cezaevleri kuruluyor.  
 
1980’ler darbe süreciyle birlikte tüm siyasi tutsakların en düşük rütbede er statüsünde değerlendirilmesi süreci başlıyor. O nedenle 80 darbesi sonrası tüm siyasi tutsakların tutulduğu cezaevleri askeri cezaevi statüsüne alınmıştır. Burada tüm askeri kurallar uygulanır.  Cezaevleri askeri talimnamelerle yönetilir.  Diyarbakır, Mamak, Sağmalcılar en bilinen askeri kuralların uygulandığı cezaevleridir. Ancak direnişlerle bu sistem tam olarak uygulanamaz. Ama siyasi tutsakları teslim almak, boyun eğdirmek için daha vahşice yöntemlerle tekrar tekrar denenir. 1989’da tek kişilik odalardan oluşan Eskişehir Cezaevi kurulur. 1999’da hücre tipi cezaevi sistemine geçiş yapıldı. Tüm Türkiye cezaevlerinde büyük direnişlere rağmen hücre tipi cezaevi uygulamaya konuldu. Bugün cezaevleri artık kampüsler şeklinde inşa edilmektedir. Bu kampüslerde adliye binaları, alışveriş alanları, postane, cami, okul bile bulunmaktadır. Bloklardan oluşan kampüsler şehirlerin dışında adeta toplumdan izole edilmiş, ada ya da kent cezaevi şeklindedir. Anlattıklarımız ışığında belirtebiliriz ki Türkiye devlet politikasında Osmanlı’dan beridir cezaevleri modern anlamda suç-ceza diyalektiğine göre değil, Kürtler başta olmak üzere devletin ayrımcı, faşist ve şiddet politikalarına karşı gelen ve yok edilmeye karşı var olma mücadelesi veren tüm muhalifler;  kadınlar, etnik dini, mezhebi azınlıklar, ötekileştirilen tüm kesimlerin kontrol altına alınması, baskılanması ve “etkisiz hale getirilmesi” için bir tehdit ve teslim alma, sindirme unsuru olarak kullanılmıştır. Osmanlı’da Kürt aşiretleri üzerindeki baskı ve biat ettirme politikasının sonuç vermediği yerde katliam, sürgün, zindan ve ardından sinsi içten çürütmek, asimilasyon politikaları devreye girmiştir. 1980’lere geldiğimizde dünyadaki devrim hareketlerinin etkisiyle de daha toplumsal ve örgütlü bir form alan Kürt halk mücadelesi yine daha önceki isyanlar gibi şiddetle, katliamla bastırılmaya çalışılmıştır. Diyarbakır askeri cezaevinde yaşanan vahşet Kürtleri şiddet politikasıyla teslim alma, imha etme politikasının yüzlerce yıllık devamıdır. 
 
Özgürlük mücadelesinin diğer Kürt ulusal mücadele süreçlerinden nitelik olarak ayrılan yönü kadın mücadelesidir. Toplumsal yeniden yapılanma, Kürt toplumunun aydınlanması ve bir nevi Rönesans’ını yaşaması anlamına gelen bu nitel gelişime Türkiye devletinin refleksi de ‘tehlikeyi’ sezen pozisyonu göstermektedir. 80’lerde Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde erkek direnişçilere olduğu kadar kadın direnişçilere de vahşet düzeyinde şiddet uygulanmıştır.  Teslim alınmak istenen direniş ve başkaldırı fikirdir. Özellikle kadınların direniş ve başkaldırı hareketine özgürlük şiarıyla katılımı toplumsal topyekûn uyanışı ve başkaldırıyı örgütleyeceği korkusuyla kadınlara içeride dışarıda daha büyük bir hınçla saldırmıştır. 
 
Devlet, Kürt sorununu sürekli bir tehdit olarak kodladığı için, hukuk değil yargı kıskacında ele almıştır. Yargı mekanizmasını, askeri çözümün ve sistematik devlet şiddetinin, sindirme, bastırma politikalarının bir aracı haline getirmiştir. İmha, inkâr ve asimile etme, neticede boyun eğdirme, biat ettirme politikası Kürtlerin üzerinde uygulanagelen bir politika olmuşsa da diğer toplum kesimleri de ayni cendereden geçirilmiştir. Sürekli bir tehlike ve düşman kavramıyla toplumun kontrol altına alınması hukukun ve insan hakları, hak ve özgürlüklerin toplum aleyhine ihlal edilmesi durumuna, toplumun rıza göstermesine olanak yaratmıştır. Türkiye Cumhuriyeti devletinin basta Kürtler olmak üzere toplum üzerindeki şiddet politikası, yargıyı ve ceza yasalarını bir araç olarak görüp kullanması şaşırtıcı değildir. Aksine varoluş kodlarıyla da uyumludur. 
 
*Söyleşinin devamı haftaya yayınlanacaktır. 
 
*Bu yazı Jineolojî dergisinin “Bakur” dosya konulu 29. sayısından kısaltılarak alınmıştır.