
Bildiklerimiz deneyime dönüşmezse devrim olmaz
- 09:07 20 Temmuz 2025
- Kadının Kaleminden
“Rihan, dokuz yıldır Sincan zulümxanesinde. Hâlâ deneyimleriyle devrim içinde devrim yapma mücadelesini sürdürüyor.”
Ayşe Gökkan
Savaşın yakıcı yüzünü tam üç nesil her an yaşadılar. Memleket güneşinin gözünden bakınca belki anlaşılır, başka türlüsü imkânsız.
Rihan, yedi kardeşin beşincisi. Kürdistan gerçekliğinin farklılıklarına tutunan bir yaşam örüğü misali, yaşadıkları kan davasından öl-öldürmeyi seçmeyip, yadırgansalar da (Kavak'ın yanı sıra) soyadlarını değiştirmeyi seçiyorlar (Demir, Özkan, Dün). Ölmek ve öldürmenin kahramanlık olmadığı zamanın gerçekliğini fark eden kocaman yürekli bir aile…
Sınıf statülerinde sürdürücüsü bir aile olmadıkları; annenin toprak sahibi bir aile üyesi olarak, emekçi bir eş seçmesi, dönemin Kürt aileleri arasındaki evliliğe uygunluğuna takılmadan yaşam ortaklığında anlaşması da hayli göze çarpan bir özellikleriydi. Cinsiyetçi roller de buna bağlı olarak zayıflamıştı.
Sosyal toplum yaşamındaki huzurun seçmeleri miydi, çatışmaya içi ısınmayan farklı çözümler üretenlere dönüşmeleri? Akılla öz savunma yöntemlerinin bugünkü fikriyatla üçüncü yolun keyfini çıkardılar. Ülkeyi terk etmediler. Doğdukları Sur’un karataş evlerinin korunağında yaşadılar.
Rihan, kadınlı-erkekli çocukluk oyunlarına doymadan boy salmıştı (mınzirçe gülüp). Dicle’nin sulaklığından mıydı (?) Olsun, yine de aldırış etmedi.
Çocuk hemcinsleriyle bir araya geldiklerinde (Kürt toplumunun kadınlı erkekli direnişçilerin hikâyelerinin kulaktan dolma duyuşlarından mıydı), en çok onlara baskı yapan ailelerin erkek bireylerine veryansın ediyorlardı. Onlar bunu grup sırrı olarak saklıyordu. Başka kimseyle paylaşmazlardı. Hepsi de, ortak sırlarının o gün adını koyamadıkları, sonra ise sırlarını açıkça erkek egemen zihniyetin dünya küresine yayılan ve kadın özgürlük mücadelesini öğrendiler. O zaman da adının yüksek sesle konduğu “Jin, jiyan, azadî”yi erken bellediler.
Oğlan çocuklarının da baskı altında olduğunu, onların itirazlarından erken fark ettiler. Sürekli işyerlerine çıkar olarak çalıştırılmaları, onların da sırları buydu herhalde diye tanımlıyordu.
Dağkapı, idam hikâyesinin yanında, Sur hikâyeleriyle büyüdü. Sur’un renkleri: Asuri, Süryani, Ermeni, Kürt… yan yana. Anlattıklarına göre, hangi mahallede hangi dil fazla konuşuluyorsa o sokak birbirinin dilini öğrenirdi. Hiç solan renk yokmuş. Tam açık hava dil ve inanç akademilerinin bahçeleri gibi bir yaşam. (Bugün demokratik uluslar bahçesi dense yeridir.) Hiç parayla dil öğreten, öğretmeyi pazara çıkaran ne okul ne de kimse varmış. Dilin parayla satılmasından daha büyük bir ayıp olur muymuş? Herkes kendi ihtiyacına göre diller, akademilerde öğrenirmiş; birbirlerinin hem mamostesi hem de sagirtleri olmaları yaşamın olağan bir parçasıymış. Kültürel soykırıma, dilleri kurslara, kimlikleri müzelere kapatma katilleri pek yokmuş.
Rihan, medrese, cami, kilise, cemevi, yüzünü güneşin doğuşuna çevirenlerin (Êzidî) hikâyelerini hatırlıyordu. Ama sinagog ile ilgili hiçbir hikâye hatırlamıyor, yok muydu yoksa o bunu belleğine mi kaydetmemişti, kestiremedi?
Amed surlarının Rihan’daki tasviri: çevresi sekiz (8) km uzunluğunda bedenlerle çevrili tek parça, avlulu bir ev misalidir. Zenginlik, bereket Sur’un adıydı. Dicle Nehri'nin uzunluğu-genişliği, gözün alabildiği şahmerandı. O şahmeran hikâyesini Dicle Sur’a yedirmişti. Başı ilaç, ortası bilgelik, kuyruğu kötülüklere karşı panzehir kadını; yani sonradan öğrendiği öz savunmaydı. Yani başına getirmeyi ustalıkla yapar.
Tek avlulu evin kimilerce surlarına dizilen çocukluk oyunlarını, surların kenarından fışkıran köy tatlarıyla birleşen; onları hiç aç bırakmayan pancarları: tolik, şirîm, nane çüçê, pelê xerdelê, elibandır… Toplamaları ve de Dicle’nin Hevsel bahçelerinden türlü sebzeleri, meyveleri, hele de dutları Rihan’ın unutmadığı zenginlikte tatlardır. Hatta yakacaklarını da (girşikleri) Hevsel bahçelerinden karşılardı. “Işık bahçeleri” misali bir yaşam felsefesi…
O Sur’u, bir ev, bir avlu ve sayısız ailenin üyeleriyle bir yaşam deneyimini tekrar tekrar anlamaktan doymaz. Özleminden miydi, olumsuzlukları hatırlamıyordu. Sur sakinleri, her sabah temizlik kampanyası misali kuçelerini (sokaklarını), herkes kapılarının önünü sulayıp süpürmeleri, çocukların da suların önüne atlayıp sabah mahmurluğundan uyanmaları, onların gözlerindeki ışıltıları, kadınların ikozları (başörtüleri) arasındaki renkliliği özlemle anar Rihan.
Hiçbir şeye para ödemezlerdi. Sadece mahallede ev yapımı eskimo satın almak için paraya ihtiyaçları olurdu. Çocukların, eskimoyu satın alacak kadar su satmalarına gülerek “kapitalistin Sur versiyonu” diyor.
Rihan, en çok çocukluk oyunlarını anlatır. Bir de cinsiyet ayrımının olmadığı dünyalarının zamanlarında: Gog, xar, liska morik, Benî, xîzik, çavkurçonek… Sur’u o kadar içlerine nakşetmişlerdi ki surların üzerinde çavkurçonekê (kör ebe) oyunun gönül gözleriyle oynanması cesaretleri, olağan eğlenceleri arasında yer alırdı.
Rihan, ortak Sur avlusunda yoksulluğu “her şeye sahip olma gibi bir istekleri olmadığı” kimi yoksunlukların olağanlığıyla tarif eder. Ona göre yoksulluk denir miydi? Çocuklar, on binlerin komün avlusu Sur’da güvende oluşlarının zenginliğiyle, yoksulluk mu? Her sokak “Sen û Ben” burcu, onların yasaksız özgür alanlarıydı. Ama bir çocuğun yalnız olmaması kuralının es geçilmemesiyle qirik gülmeceleri, Sur’a yabancılaşan anlatıların başında gelirdi.
Bir “gün...” ile başlayan fıkralar, çocuk topluluklarında ağız dolusu gülüşleri Sur avlusunun duvarlarında yankılanıp her sokağa misafir olurdu. Konuşurken, o günlere dönüp, bir gün Amed’den Avrupa’ya gitmiş biri köpeğinin marifetlerini anlatıyor: “Köpeğim o kadar akıllı ki, ‘Git ayakkabımı getir’ diyorum getiriyor, ne desem yapıyor.” Sur’lu da: “Ma o da bir şey mi! Ben köpeğime ‘Git bana iki lahmacun al’ diyorum, gidiyor; bir de bana dönüp ‘Mehemê, bir tane de bana alayım mı?’ diye izin ister...”
Hele de stranlar, ezgiler deyince Sur’un doğal çocuk korosu oluşur. Bilmeyeni yoktur.
Bir ayrıntı Rihan’ın gözünden kaçmaz: Sur evleri düz ve delikli taş yapılıdır. “Delikli” derken derin tırtıllı taşlar. Düz olanlara “erkek”, tırtıllı olanlara “kadın” denir. Kadın olan taşlar, yazın kavurucu sıcaklarında su topladığı için serinliği uzun süre yayar, evi sevinç serinliğinde tutar.
Rihan, bu doğal keşfe “kadın” denmesini; kadının evin bunaltıcı yaşamını, havasını değiştiren, dönüştüren mücadele rolüne bir atıf olarak görür. Bir de ekler: “Yoksa kadının toplumsal varoluşsal akışkanlığı mı?”
Sorular, Rihan’da sürekli birikir. Sırtında suallerin ve yanıtları arayışa “tûriki” (bohça) eksik olmaz.
Okuldan söz etmeyi çok sevmez. Kendi anlatımıyla, Türkçeyi bilmemenin ne demek olduğunu okula gidince anlar. Bu devletin “Türk ol” eziyeti verici eğitim müfredatının umurunda olur muydu? Çocuk aklıyla bunu reddediyordu. Okul onun için ne anlam ifade ediyordu? Neden okula gitmesi gerektiğini anlamlandırıyordu. Teşvik edilmesine rağmen, anlamadığı dildeki okulun yaşamda ne anlamı olur ki? Bir karşılığı olduğunu çıkaramıyordu.
Okulda en çok futbol ve matematik dersini seviyordu. Her ikisi de Türkçe bilmeyi pek gerektirmiyordu. Oyun ve semboller, ona öğretmeninin anlatım karmaşasında daha anlaşılır geliyordu. Bu durumu öğretmen fark edip anlamış mıydı? Anlatımından, gülüşlerinden, dikkatli hafif başını eğip bakmayı ihmal etmeyen Rihan: “Sanmıyorum... Qurê Türk öğretmeniydi, öteliyordu.”
Kürt çocukların Türk okullarında en başarılı oldukları (ilkokulda) dersin matematik; en başarısız oldukları dersin ise Türkçe olması, zorla asimile etmenin başarısızlığının bir tespitidir. Topyekûn sistemin başarısızlığı...
Sonraları, yabancı Türkçe dilinin yanında Fransızca seçip yarışmalarda kazandı. Hâlâ Amedspor’un en içten destekleyicisi. “Zulümxane”de (hapishanede) maçları kaçırmaz. Tabii eğer verilen ev kanatlarında sansürlenmemişse...
Rihan, Roja Medya (Kürtçe) kitabının dil ahengiyle anlayıp hatırladığı ilk kitaptır. Böylece kitap, hayatına girer.
Eğlenceli çocukluğun sonuna geldiğini, 12 Eylül faşizminin askerî postallar eşliğinde kapıların kırılıp evleri talan etmeye başladığında anladı.
İlk olarak dayısının insanlık dışı muamelelerle evden alınışını unutamıyordu. Ailece bir kulakları radyoda... “Evren faşizmi” diye bahsedilen, Amed zindanından yükselen çığlık ve direniş haberleri...
“Zulümxane”nin yakınında oturanlar, geceleri işkence seslerinden uyuyamıyordu. Kadınlar orada toplanıp eylem yapıyordu.
Her gün daha karanlık ve ölümün kol gezdiği, o tek avlulu, çok güvendiği Sur’a ne olmuştu?
Artık fişlenmiş Kürdistan’ın, fişlenmiş ailesinin baş belaları olmuşlardı. Aydınlığa karanlık kılıfı giydirilmiş saldırılar peşlerini bırakmıyordu.
Mazhur ve Mehmet Kavak, 80’lerin sonlarına kadar zor dayanmışlardı. Her ikisi de evliydi. Dağlara çıkmaktan başka çareleri kalmamıştı. Amed’in Brûsk ve Baran’ı olmaya karar verdiklerinde, geride kalanların yükünü de sırtlamışlar mıydı, yoksa onların yükünü mü ağırlaştırmışlardı?
Sur, 90’larda yaşamdan koparılma cinayetleriyle anılıyordu: JİTEM, kontr-gerilla, hizbu-kontra, cehşlik, sıguruluk kol geziyordu.
Rihan’ın deyimiyle Süleyman (Dün), daha 16 yaşındaydı. Sayısız kez tehdit edildi. Çocuk oluşundan mı, küçük yüreğini kocaman büyütmüş olmasından mı bilinmez... Bağlar Göçmenler Caddesi’nde, gün kararmak üzereydi. Doğduğu kentin tanışıklığından, en sevdiği stranın ışıklarıyla önüne gelen taşı top oynama ahengiyle kovalayarak, sağlı sollu evlere giren çalışanlara son şakalarını yetiştirir gibi yol alırken; belli failler bir anda çapraz ateşe tuttu. Çocuk yaşta yaşamdan koparılması, kapanması zor bir yara açmıştı.
Kan davasını bir şekilde çözmüşlerdi. Ne ölmek ne de öldürmek istemiş; böylece sona ermişti.
Ama bu nasıl bir kan davasıydı ki? Öldürmek istemesen de öldürülüyorsun...
O kocaman Sur avlusu, nasıl oldu da nefes alınamaz bir hayata dönüştürülmüştü?
Bu kez Ali Kavak, evin en küçüğü. Büyümüşte küçülmüş bilgeliğinde, 7 kardeşin en neşelisi…
Rihan’ın deyimiyle: evdeki sonu gelmez şamataları, Kürtçe müzik duyar duymaz anda omuzlarının yan yana dizilişiyle yedi kişilik folklor ekibi oluşları...
Ali Şer govendçi ekibiyle “Mala Dîna” adını veren Ali, baskılara dayanamayıp onun deyimiyle tek ittifak yapabildiği dağlara çıkmak zorunda kalır.
80’ler, 90’lar, 2000’ler…
Cemal Kavak, Avrupa sürgününü şöyle tarif eder: “Avrupa’da yaşamak, vazoda çiçek gibi... Vazodaki çiçeğin ömrü ne kadar uzunsa bizimki de o kadar.”
Tek ittifak yapabildikleri dağlara peş peşe gitmek… Rihan sayarken, yüreği dayanamıyor. Kimin dayanır ki...Ferhat, Devrim, Azad, Davut, Bülent, Metin, Ali, Mehmet, Bayram…
Tam 35 can, aynı ittifakı yapmak...
Anaların deyimiyle, ülkenin dört bir yanına stêrk oldular: Stewrê, Dersîm, Farqîn, Kandil, Beytüşebap, zulumxane, Ewrupa, Amed, Elih…
Bu kadar yıldızın heybeti sığar mı gözün görebildiği gökyüzüne? (Rihan, adlarını söylerken iç sızıdan yarım bırakıyordu.)
Haksızlıklara baş eğmediler. Yapılan hukuksuzluklara içleri sindiremedi. Her halkın, her kadının doğuştan sahip olduğu haklardan vazgeçememeleri, tek suçlarıydı.
Güneşe hasret: Annelik, direniş, tutsaklık
Güneş ülkesinde güneşe hasret olunur mu? Güneşin doğmadığı diyar olur mu? Olmak istediğin yerde değilsen, gülmelere doyamazsın. Asiye çıkmışsa adın, her direnişte omuzlar anda halaya kalkar, bu nehrin yolculuğunda… der bilgeler.
Rihan, annesinin bilgeliğiyle ayakta kalır. Kürdistan doğal toplumunun ellerinin hâlâ soldurulmadığı, kendilerine has rolleriyle küseni barıştırma, kan davalarını sonlandırma, sorunları çözme çabasından öğrendikleri…
Savaşın ortasında evlendirilmesi, hâlâ yarı açık, kapanmayan bir defter gibidir Rihan’da. Yarım kalmışlıklarla bir yaşam...
Kendi deyimiyle, eşinin yaşam deneyimleri ona itici gelmiyordu. Ama biriktirdiği yaşam tanıklıkları, görmüş geçirmişliğin onurlu yükünün ağırlığının da farkındaydı. Annesi gibi, dertlerin ortağı toplumda dertlenme ve derde deva arama…
İlk çocuğunun doğumda oksijensizlikten engelli kalması... Kürt, Kürdün, Kürdistanlı olmanın yanında engelli sahibi olmanın, dört kat direnişe davetiye çıkardığını; kendi yaşam deneyiminde devrime dönüştürme çabasına girdi. Bildiklerini deneyime dönüştürmezse ve faydası olmayacaksa... Zaten “deneyim” zamanın ve duygunun birlikte geçmesi değil miydi?
Yaşadığını fark etmektir bu da…
Yaşadıklarını dinlemeyi, onunla bir anlatı kurmayı gerektirir. Rihan, yaşadıklarını deneyime dönüştürmezse; aynı hedefe yönelen suçlar, acılar, kopuşların tekrarlanacağını devriminden anlamıştı.
Deneyimlerin devrimine: Jin, Jiyan, Azadî
Siyasete katılım: Kadın dayanışması
Çocukluğuna geri gitmek: Babası ona banyo yaptırır, uyumadan önce çirok (hikâye) anlatır, okula gitmeye teşvik ederdi. Annesiyle ortak iş yapmaları… Diğer eşlerden farkını görünce, annesinin babasını sömürdüğünü bile düşünmüştü. Ama annesinin ağır hastalığında, babasının yaklaşımı; ataerkillik adını yeniden tanımlamasına neden oldu.
Çocukların büyümesi, yarım kalmışlıklarla baş edebilme çabası...
Politik ortamlardan ısrarla uzak tutulması... Evlilikten şikâyet etmemesi gerektiğinin öğütlenmesi...
Rihan, biriktirdiği deneyimlerinin onda yarattığı devrimi seviyor. Doğup büyüdüğü toplumun hayatına benzer kadınlarla dayanışması, her bir kadının kendi devrimini büyütme isteğinin çekiciliğini kendinde yansıtması...
Bu, onun çevresinde daha da çok sevilmesini sağlıyor.
Kadın dayanışmasıyla DBP Bağlar İlçe Eşbaşkanı olmaya ikna ediliyor. Kendi devrimine inancı tam. Hiç kimse, hiçbir zorluk, hiçbir baskı, hiçbir saldırı bu inancı zayıflatamaz. Bu inancı, kadın özgürlük mücadelesini büyütme idealinde. Eşbaşkanlığı da bu inançla, en küçük ayrıntıyı dahi kaçırmadan tamamlama çabasında, ona bir başkalık katıyordu.
Barış Masası – Sur’un Bombalanması – Mahkûmiyet
Barış masasının umut olduğu zamanlarda (2013–2015)...
Bir kez daha dünyadaki her halk, her kadın gibi doğuştan sahip olduğu, kendini ve kentini yönetme hakkına sahip olma inşasına katkı sunmak istiyordu.
Ne sorun vardı?
Kürdistanlıların da bu hakkı kullanmaları, ana sütü kadar helaldi ve bu artık kabul görmüştü. Ama masa iktidar tarafından tekmelendi. Kara bulutlar bu kez Sur’un üzerinden göz gözü görmez dumanlarla geçti. Doğup büyüdüğü Sur yanıyordu. Çocuklar, kucağında ağızlarından kan akarak can veriyordu. Rihan, bir canı korumak için elinden geleni seferber ediyordu.
Çocuk ölümüne nasıl dayanılır ki?
Tam 103 gün, Sur havadan ve karadan bombalanıyordu. O, canları kurtarma çabasını, "hawar" demeye utandığı zamanın ağırlığını taşımaktan vazgeçmedi. Sur’un giriş-çıkışları tanklarla, toplarla kapatılmıştı. Nefes alınmasına dahi ambargo uygulanıyordu. Çocuklar açlıktan ölmesin diye çabaladı. Barış için mücadele etti.
Sur’dan bir bir çabayla çıkarılabilen engelli ve çocuklar da “örgüt üyeliğinden” alıkonuluyordu.
Üzerlerine yağan silahların antimon elementi bile suç sayılıyordu.
Tutsaklıkta direniş: Bir kadının barış çağrısı
O sekiz kilometrelik, tek avlulu; onlarca moderniteye ve ev sahipliğine şahitlik etmiş Sur’a çocuklardan hapsedilmişlerdi. Çocukları koruma ve barış isteme suçundan ömür boyu hapse mahkûm edildi. O da yetmedi; üstüne bir de 12 yıl eklendi.
Kürt kadını kaç ömre sahip?
Ömürlerden ömür mü alınıyor? Rihan, dokuz yıldır Sincan zulümxanesinde. Hâlâ deneyimleriyle devrim içinde devrim yapma mücadelesini sürdürüyor. İçinde çocuklarının özlemi var;
onlardan daha da ırak tutulmasının yarası...
Bu da onun deneyim tûrîkînde birikiyor, tüm özlemleriyle, yitirdikleriyle, mücadelesiyle birlikte...
Şimdi barış ve demokratik toplum çağrısına omuz dayayıp: “Canım çok yandı, yanıyor… Artık kimsenin canı yanmazsa, benim de can acım hafifleyecek” diyor.
Ve buna inanan kararlı duruşuyla, herkesi bu sürece omuz vermeye davet etmeyi bir sorumluluk olarak tekrarlıyor.